3 Kasım 2008 Pazartesi

Başkanlık seçimlerini niçin Obama kazanacak?

Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) başkanlık seçimleri birkaç gün içinde sonuçlanacak. Dünya, ABD merkezli bir malî krizle çalkalanırken bu seçim sonuçlarının ne olacağı da elbette büyük önem kazanıyor. Bence bu seçimleri Barak Obama kazanacak. Bugüne kadar siyah ırktan kimsenin adaylığa bile yükselemediği ABD’de Barak Obama’nın Demokrat Parti adayı olabilmesi dahi bu seçimlerde Obama’nın şansının ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor.

Eğer Obama’nın başkanlık şansının olmayacağı düşünülseydi adaylığı mümkün olabilir miydi? Hillary Clinton gibi dişli bir aday adayı karşısında Obama gibi genç, tecrübesiz ve üstelik siyahî birine öne geçme fırsatı tanınır mıydı? Ya da Obama gibi biri Demokrat Parti’den adaylık sürecinde ilerlerken; Cumhuriyetçi Parti kendisine aday olarak, yaşı hayli ilerlemiş ve son derece yıpranmış Bush yönetiminin övgüsünü alan McCain’i seçer miydi? Bu soruların muhtemel cevaplarına dayanan bir tahlil belki şöyle yapılabilir: Hayır! Eğer Obama’nın Cumhuriyetçiler karşısında seçimleri kazanması mümkün görülmeseydi, Demokrat Parti içerisinde son derece güçlü bir senatörün; hele hele eski bir başkan eşi olan Hillary Clinton’ın yerine Obama’nın başkan adaylığına izin verilmezdi. Öte yandan McCain, belki küçük Bush’a karşı aday adayı olduğu sekiz yıl önceki yarışta iyi bir aday olabilecekken bu defa Cumhuriyetçi kanat için hiç de makûl ve mantıklı biri gibi görünmüyor. Amerikan siyasî sistemi ve bu sistemin dayandığı sosyo-ekonomik temeller bu yöndeki bir tahmini güçlendiriyor. Ayrıca ABD’de siyasetin ve seçim kampanyalarının nasıl finanse edildiği; hele hele seçim süreçlerinde medyanın kazandığı önemin boyutu da dikkate alındığında durup düşünmek gerekiyor. Başka bir ifadeyle, öncelikle ‘the American establishment’ın yani ABD’ye hâkim olan yerleşik sosyo-ekonomik kurumsal yapının başkanlık seçiminin nasıl sonuçlanmasını tercih edeceği düşünülmeli. Çöplerden bile oy pusulaları çıkan Kasım 2000'deki başkanlık seçimlerinin Florida’daki beş yüz küsur oy farkına dayanarak Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin kararıyla kesinleştiği, üstelik bu yolla seçilen başkanın bütün dünyanın çehresini değiştirmeye giriştiği geçen sekiz yılın, dünyada birilerinin dehşetli ızdırabı pahasına başka birilerine büyük servetler kazandırdığı dikkate alındığında, bu ‘tercih’in önemi belirginleşiyor.

Şimdi bu tercihin muhtemel sebeplerinden en önemlisine eğileyim: ABD son yıllarda dünya üzerindeki ‘yumuşak gücünü’ büyük ölçüde yitirmiştir. ABD her ne kadar, son derece büyük bir iktisadî, siyasî ve askerî dünya gücü olmakla birlikte, herhangi bir güç gibi meşruiyet içinde hareket etmeye ya da en azından meşruiyet içinde hareket ettiği kanısını yaratmaya mecburdur. Bu ABD’nin dünyada sevilmesi, saygı görmesi, sonuçta kolay hareket etmesi için gereklidir. Oysa ABD’nin son yıllarda uyguladığı politikalar bu ülkeye karşı, başka ülkelerin vatandaşları arasında ciddî tepki toplamaktadır. Sözü edilen tepki Amerika’nın yumuşak gücünün gerilemesiyle sonuçlanmıştır. O halde iktisadî, siyasî ve askeri gücüne rağmen ABD yumuşak gücünü yeniden kazanmak zorundadır. Cumhuriyetçi Parti’nin Bush başkanlığındaki son sekiz yılı, bu gücün büyük ölçüde yitirilmesine sebep olduğu gibi McCain’nin de bu gücün yeniden kazanılması yönünde, dünya kamuoyu üzerinde olumlu tesir yaratabileceğine dair hiçbir belirti görünmüyor.

Oysa Demokrat Obama herşeyden evvel bir siyahî genç adam. Konuşma tarzı ve söyledikleri McCain’inkinden çok farklı. Üstelik ABD’de geleneksel olarak daha soldaymış gibi duran Demokrat Parti’nin adayı. Başka ülkelerin yurttaşlarıyla, hatta ABD’de yaşayan yabancılarla konuştuğunuzda ‘kara oğlan’ diye anılan bu genç adamın sempati topladığını görmek güç değil. Fakat dikkat edelim, Obama dahi söylediklerinde çoğu zaman ileride neyi yapıp neyi yapamayacağı kaygısıyla hareket ediyormuş izlenimi veriyor.

ABD’nin böyle giderse bedelini bir hayli ağır ödeyeceği yumuşak gücün yitirilmesi sürecini tersine çevirebilmek için, bir değişikliğe büyük ihtiyaç duyduğu gerçeğini Amerikan toplumunun hakîm çevrelerinin görmemesi mümkün değil.

Tartışmanın ayrıca son malî krizin bu ülkede gerçekleştirilmesini zorladığı iktisadî politika değişikliği ile ilişkili bir yönü de var. Yeni dönemde uygulanacak politikaların niteliği, daha Bush dönemi tamamlanmadan açığa çıktı bile. Yeni dönem, neoliberalizmin sonlandığı, devlet müdahalesinin yoğunlaştığı ve devlet kapitalizminin belirginleştiği bir dönem olacak gibi görünüyor. Bu politikaların uygulanması bakımından Cumhuriyetçiler yerine Demokratların tercih edilmesi de şaşırtıcı olmayacak.

Öte yandan, unutulmamasında fayda olan çok önemli bir konu daha var: ABD’yi yöneten hükûmetler başkanların ve siyasî partilerin kimliklerinden daha çok, sisteme hâkim olan grupların, çoğunlukla da çokuluslu ABD şirketlerine hükmedenlerin nüfuzu altında olsalar gerek. Obama’nın başkanlığı da bu gerçeği değiştirmeyecektir. Tersine, Obama’nın başkanlığına belirttiğim sebeplerle bizzat bu çevrelerce ihtiyaç duyuluyor. Sözün kısası, galiba ABD, başkanlık seçimleri yoluyla dahi süper gücünü muhafazanın yollarını arıyor. Yine de yeni dünyanın eskisinden çok farklı olacağı iyice belirginleşti bile...

Not: Yumuşak güç kavramı için bkz. Joseph S. Nye, Yumuşak Güç - Dünya Siyasetinde Başarının Yolu, Elips Yayınları, (Türkçesi) 2005.

1 Eylül 2008 Pazartesi

Kredi riski artıyor mu?

Batılı bankalar zor günler yaşarken Türk bankacıları rahat ve huzurlu görünüyorlar. Örneğin kredi kartları, tüketici kredileri ve konut kredileri söz konusu edildiğinde işler hiç de fena değil; üstelik daha alınacak çok mesafe var.

Oysa dünya, özellikle de Batı dünyası sanki bambaşka bir ekonomik dönemi yaşıyor. ABD’de eşik altı ipotekli konut kredisi piyasalarında başlayan sarsıntının finansal sistemde yarattığı çalkalanmanın ekonominin diğer kesimleri üzerindeki etkileri gittikçe belirginleşiyor. IMF’nin tahminlerine göre bu çalkantının sadece finansal kesimde yarattığı tahribatın 1 trilyon dolara yaklaşması mümkün. Bu süreçte çıldıran petrol ve gıda fiyatları, dünyanın pekçok bölgesinde yakın geleceğin çok da huzurlu geçmeyeceğini gösteriyor. Bunun da ötesinde durgunluk ve hatta durgunluk içinde artan enflasyon ya da teknik tabirleri kullanarak resesyon ve stagflasyon olguları bugün Batılı ekononomilere yön verenlerin en önemli gündem maddeleri. Örneğin Türkiye’nin ihracatının yarısından fazlasını yaptığı Avrupa Birliği ekonomisinde ciddi yavaşlama eğilimleri, buna bağlı olarak da şirketlerin küçülerek ve maliyet kalemlerini azaltarak tedbir alma çabaları olduğunu biliyoruz.

Türkiye ekonomisinin büyüme hızında da yavaşlama gözleniyor. Ekonomik büyüme oranı 2001 yılında bu yana ilk kez 2007 yılında yüzde 5’in altında kaldı. Bu yavaşlama eğilimi Merkez Bankası’nın imalat sanayii işyerlerinin ekonomik gelişmelere ilişkin değerlendirmelerini belirlediği ve beklentilerini ölçtüğü İktisadi Yönelim Anketi’nin Temmuz ayı sonuçlarında da gözleniyor. Anket sonuçları, son üç aydaki toplam sipariş miktarı, toplam istihdam ve gelecek üç aydaki üretim hacmi ve ihracat sipariş miktarı ile mevcut toplam sipariş miktarı, sabit sermaye yatırım harcaması ve mamul mal stok miktarına dair durum ve beklentilerde kötüleşmeye işaret ediyor.

Peki Türkiye ekonomisinin aktörleri dünya ekonomisindeki gelişmeleri göz ardı edebilirler mi? Evet finansal göstergelerden bazıları iyi görünüyor. Örneğin döviz kurları hâlâ son derece düşük düzeylerde seğrediyor. Faiz oranlarındaki yükseliş ise kabul edilebilir seviyelerde. Bu şartlar altında, enflasyondaki artış bile sanki kimseyi ürkütmüyor. Yıllarca iki basamaklı kronik enflasyona alışmış bir ülkenin vatandaşları için birazcık enflasyon hiç de ürkütücü değil sanki. Nihayetinde tüm dünyada gıda ve enerji fiyatlarının son derece yükseldiği bir dönemde, ithal enerjiye dayalı bir ekonomi için maliyet enflasyonu kaçınılmaz olduğuna göre ne beklenebilir ki – mi demeli?

Son yıllarda hızla düşen enflasyonun gerisindeki en önemli unsurun döviz kurlarındaki düşüş olduğunu; öte yandan ekonomimizin üretken yapısının çok yüksek oranlarda ithal girdi kullanımına (ve hatta bağımlılığına) dayandığını ve bu süreçte carî açığın neredeyse 50 milyar dolara dayandığını bildiğimize göre? Döviz kurlarındaki düşüş ise herşeyden daha çok yüksek faiz hadlerine dayanıyor ise? Üstelik, her nekadar bankacılık kesiminin döviz pozisyonundaki açık önceki kriz dönemlerine kıyasla çok daha makûl seviyelerde olsa da bankacılık ve finansal hizmetler dışındaki sektörlerde faaliyet gösteren firmaların yurt dışından ve içinden döviz cinsinden borçlarak çok büyük bir açık pozisyon taşır hâle geldiklerini bildiğimize göre, Türkiye hâlâ bir başka gezegendeymişcesine davranmayı sürdürebilir mi? Ekonomi yazarları carî açığın sürdürülebilirliğini; yurt dışından para geldikçe ve açık finanse edilebildikçe sorun olup olmadığını tartışadursunlar; finanse edilmeden carî açık verilemeyeceği ve eğer bir şekilde kırılma noktasına gelinirse, döviz kurlarının bugünkü seviyelerini koruyamayacağı yakın tarihteki tecrübelerle sabit. Türkiye’de daha önce defalarca yaşanan bu tür bir sürecin beraberinde zincirleme bir ‘kredi krizine’ yol açabileceği; dolayısıyla, bankacılık kesiminin kendi ‘makul’ açık pozisyonuna rağmen, reel kesimin ‘makul sınırlarını’ çoktan aşan açık pozisyonundan kaynaknan riski de üstlendiği hatırda tutulmalı.

Bu gelişmeler İstanbul Sanayi Odası (İSO) tarafından her yıl tekrarlanan 500 büyük sanayi kuruluşu araştırmasına bakıldığında da görülebiliyor. İSO’nun araştırmasına göre bu şirketlerin enflasyondan arındırıldığında yüzde 27,5 düzeyinde gerçekleşen bu yılki kâr artışının gerisinde ‘düşük kur-yüksek faiz’ olgusu bulunuyor. Başka bir ifadeyle, kârdaki artış üzerinde, şirketlerin düşük faiz oranlarıyla döviz cinsinden borçlanıp yüksek faizli YTL araçlara yatırarak, kurdaki düşüşün de ilâve katkısıyla çok yüksek ‘kambiyo kârı’ elde etmelerinin etkisinin büyük olduğu açık. Çünkü 500 büyük kuruluşun üretim ve satışları kârdaki büyümenin çok gerisinde.

Ya da hane halkı borç yükündeki duruma bakalım: Merkez Bankası verilerine dayanarak Anka Ajansı tarafından yapılan değerlendirme, 2004-2007 döneminde hane halkının toplam harcanabilir geliri ancak yüzde 55,8 oranında artarken, borcunun yüzde 258 arttığını gösteriyor. Bu borcun yaklaşık yüzde 40’ını konut ve taşıt kredileri gibi teminatı sağlam krediler oluştururken kalanı, aynı ölçüde güçlü teminata dayanmayan tüketici kredileri ve kredi kartı borçları. Ve maalesef borcunu ödeyemeyenleri sayısı gün geçtikçe artıyor: 2008’in ilk çeğreğinde geçen yılın aynı dönemine kıyasla yüzde 88’in üstünde artış var.

Evet yaşanan esasında, Türkiye ekonomisinin yapısal dönüşümüdür. Daha çok borca ve borçla uyarılan tüketime dayanan ve gittikçe Batılı ekonomilere benzeyen bir ekonomik yapı bu. Artısı eksisi elbette tartışılabilir. Fakat açık olan husus, ekonomik durgunluk, enflasyon ve carî açıktan kaynaklanan kırılganlık kaygılarının arttığı bir dönemde risklerin nasıl daha iyi yönetileceğidir. Bankacılar şimdi en çok bunu düşünmeli...

Bu yazı daha önce Banka & Sigorta Dergisi'nin [BEST – Bireysel Emeklilik ve Sigorta Tanıtım Dergisi’nin ilâvesi] 15 Ağustos 2008 sayısında yayınlanmıştır.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

1980 öncesi ve sonrası Türk bankacılığında finansal yenilikler

Bir finansal sistemde yenilik üretilebilmesi çeşitli unsurların varlığına bağlıdır. Bu unsurlar -en yalın ifadeyle piyasalardaki talep ve arz koşullarında ortaya çıkan değişimlerdir. Bilindiği gibi finansal yenilikleri belirleyen unsurların analizinde kullanılan makroekonomik düzey kavramı, yeniliklerin belirleyicilerini finansal sistemin bütünüyle -ve tabii onu çevreleyen ekonomik sistemle- birlikte ele almayı gerektirirken mikroekonomik düzey, söz konusu belirleyicileri tek bir finansal firmayı dikkate alarak değerlendirmektedir. Bir bakıma esasında her iki düzeyde de aynı unsurlar analize tabi tutulmakla birlikte vurgulanan ayrım, analizin tüm ekonominin ya da tek bir firmanın bakış açısı üzerine kurulmasıyla ilişkilidir. Literatürde genel kabul gördüğü üzere, gelişmiş finansal sistemlerde gözlenen yenilikler makroekonomik değişimlerin, yasal düzenlemelerdeki değişimlerin, artan rekabetçi baskıların ve teknolojik gelişmelerin baskısı altındaki firmalarca üretilmektedirler. Piyasalarda hiçbir değişiklik olmasa bile firmalar sadece kar ençoklama güdüsü ile eksiklikleri gidermeye, dolayısıyla yeni ürünler veya üretim teknikleri geliştirmeye çalışabilirler. Dışardan gelen etkilerden bağımsız olan bu tür yeniliklere arz kaynaklı aktif yenilikler adı verilirken, dış etkilere uyum esnasında ortaya çıkan yeniliklere de reaktif yenilikler denilebilir. Reaktif yenilikler ise dört türe ayrılarak sınıflandırılabilirler: Savunmacı, tepkici, korumacı ve tabii teknolojik yenilikler. Yazının tamamını okumak için buraya tıklayınız.

7 Ağustos 2008 Perşembe

Kitap - Türk Firmalarının Dış Yatırımları: Saikler ve Stratejiler

Aşağıda Türk Firmalarının Dış Yatırımları: Saikler ve Stratejiler adlı kitabın önsözü ile giriş ve sonuç bölümleri verilmiştir. Kitap Türkiye Bankalar Birliği'nden temin edilebilir.

Önsöz

Bu kitap Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yazdığım ve 12 Mayıs 2004 tarihinde savunduğum doktora tezimin gözden geçirilmiş hâlidir. Türkiye’deki yabancı sermayeli doğrudan yatırımlar konusunun kamuoyunun gündeminde en üst sıralarda bulunduğu bugünlerde, Türk firmalarının dış yatırımlarıyla ilgili bir araştırmanın ilgiyle karşılanmasını umuyorum. Bu araştırma sermaye hareketlerinin aslında iki yönlü olduğunu okuyucuya hatırlatacak ve bu iki yön arasındaki yakın ilişkiye dikkat çekecektir. Burada önemsediğim birkaç hususa daha değinmek istiyorum.

Öncelikle, çalışmada Türk dış yatırımlarının bir genel görünümü sunulmaya çalışılırken kullanılan resmi veriler 2002 yıl sonundaki durumu göstermektedir. Kitabın basımı öncesinde bu verilerin güncellenmesi zahmetli ve uzun bir süreci gerektireceğinden bu tür bir çabaya girişilmemiştir. Üstelik, istatistikler sürekli eskimekle birlikte sayılardaki büyüme analitik perspektifi değiştirmemektedir. Esasında bu süreç öylesine dinamiktir ki şu anda okuyucu bu satırlar üzerinde göz gezdirirken bile Türk dış yatırımlarına ilişkin gelişmeler yaşanmakta olabilir. O halde herhangi bir zaman noktasındaki bir fotoğraf, başka bir noktadakiyle kıyaslanabilmek bakımından bile önemlidir. Dolayısıyla, bu çalışmanın alanında – bilinen – ilk kapsamlı araştırma olduğu da dikkate alındığında, Türk dış yatırımlarının çalışmanın yapıldığı dönemdeki görünümünün sonraki yıllardaki araştırmalara, sürecin farklı aşamalarına ilişkin bir karşılaştırma imkânı sağlayabileceği göz ardı edilmemelidir.

Yine de Türk dış yatırımlarına ilişkin çok kısa bir güncellemenin faydalı olacağı düşünülmektedir. Resmi istatistiklere göre 2002 yılında yaklaşık 5 milyar 5 milyon dolar olan Türk dış yatırımları 2004 yılı sonunda 7 milyar 63 milyon dolara yükselmiştir. Bu tutarın coğrafi dağılımına bakıldığında, 2002 sonunda olduğu gibi Batı Avrupa yine ilk sıradadır ve toplam içindeki payı %54’e yakındır. Oysa 2002 sonunda bu oran %71’in üstündedir. Geçen iki yılda Batı Avrupa ülkelerine giden Türk sermayesi %6,6 (yaklaşık 236 milyon dolar) artmakla birlikte bu artış diğer bazı bölgelere yönelen sermayenin artışıyla kıyaslandığında son derece sınırlıdır. Esas dikkat çekici değişiklik Kafkas ülkelerine giden sermaye tutarında gözlenmektedir. 2002 sonunda Kafkas ülkelerindeki Türk sermaye stoğu 194 milyon doların biraz altındayken, bu tutar 2004 sonunda 7,5 kattan daha fazla (1 milyar 458 milyon dolar) artarak 1 milyar 652 milyon doları aşmıştır. Bu tutarın %98’i (yaklaşık 1 milyar 622 milyon dolar) Azerbaycan’da, kalanıysa (yaklaşık 31 milyon dolar) Gürcistan’dadır. Bu durum 2002 sonrasında Türk sermayesinin Gürcistan’ı kısmen terk ettiğini, fakat neredeyse 9,5 kat artışla Azerbaycan’a yöneldiğini göstermektedir. Bu durum ilk aşamada Türkiye ve Azerbaycan arasındaki dil ve kültür yakınlığını akla getirmekle birlikte, esas sebep yatırımların sektörel dağılımındaki değişimler incelendiğinde kavranmaktadır. Azerbaycan ve Gürcistan birlikte 2004 sonunda Türk dış yatırımları stoğunun %23’üne evsahipliği etmektedirler. Kayda değer ikinci sıçrama Orta Asya ülkelerine yönelen sermaye tutarında görülmektedir: 2002 yılı sonunda bu ülkelerdeki Türk sermayesi 252 milyon dolarken, 2004 yılı sonunda bu tutar %113 artışla 537 milyon doları geçmiştir. Bu artışın esas kaynağını Kazakistan oluşturmaktadır ve bu ülkedeki Türk sermayesi iki yıl zarfında 1,6 kat artarak 435 milyon doları aşmıştır. Son olarak belki Afrika’nın durumu not edilmelidir: İki yıl zarfında bu kıtadaki Türk sermaye stoğu 1,7 kattan fazla artışla yaklaşık 68 milyon dolara erişmiştir. Dünyanın diğer bölgeleri dikkate alındığında ise sözü edilen iki yıllık dönem için kayda değer bir değişim yoktur. Örneğin bu dönemde Balkanlara 20 milyon dolar, Doğu Avrupa ve Kuzey Amerika’ya yaklaşık 10’ar milyon dolar ve diğer bölgelere birkaç milyon dolar ilave Türk sermayesi girmiştir.

Türk dış yatırımlarının sektörel dağılımına bakıldığındaysa 2004 sonu itibarıyla görünüm şöyledir: Toplam Türk dış yatırım stoğunun % 33,81’i finansal hizmetler; % 26,68’i enerji; %20,23’ü imalat; % 11,63’ü ticaret; %4,27’si telekomünikasyon; %1,32’si turizm; % 1,21’i inşaat; %0,37’si madencilik; % 0,37’si diğer ve % 0,11’i ise ulaştırma sektöründedir. Bu paylar 2002 sonuyla karşılaştırıldığında ise şunlar söylenebilir: Enerji sektörü en çok yatırım artışının görüldüğü alandır. Bu alana yatırılan Türk sermayesi iki yıl zarfında 153 kat artışla 1 milyar 884 milyon doları aşmıştır ki bu tutar petrol zengini Azerbaycan’a giden Türk sermayesindeki sıçramayı da açıklamaktadır. Çok daha mütevazı olmakla birlikte telekom alanında da (142 milyon dolardan 301 milyon dolara) 2 katı aşan bir artış gözlenmektedir. Yatırım tutarında artış gözlenen diğer sektörlerse şunlardır: Ulaştırma (%25), inşaat (%21), ticaret (%16), turizm (%9,5), imalat (%1,9) ve diğer sektörler (%3,3). Öte yandan iki yıl zarfında madencilik sektöründeki Türk dış yatırım stoğunda 4,5 kat; finansal hizmetler sektöründe ise %1,5 oranında azalış vardır. Finansal sektördeki azalış geçtiğimiz dönemdeki bankacılık krizinin sonuçlarıyla ilişkilendirilebilir.

Burada not edilmek istenen ve çok önemli olduğu düşünülen bir başka konu Türk dış yatırımlarına nasıl bir perspektiften bakılması gerektiğidir. Bu tür yatırımların varlığı ülkeden sermaye kaçışı biçiminde algılanmamalı; bunun yerine Türk firmalarının içinde bulundukları yeni rekabet koşullarına uyum sağlama çabası olarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla bir bakıma Türk dış yatırımları, Türk firmalarının hem dış hem de iç pazarlarda rekabet gücünü artırma gayreti olarak görülmelidir. Kaldı ki Türk ekonomisinin dünya ekonomisiyle bütünleştiği son çeyrek asırda iç ve dış pazarlar arasındaki rekabet koşullarının da ‘aynılaştığını’ ileri sürmek zor olmasa gerektir. Bu şartlar altında – örneğin enerji maliyetleri gibi – Türk firmalarının yurt içinde karşı karşıya kaldıkları bazı sıkıntıların bertaraf edilmesi için çalışılması gerekmekle birlikte, dış yatırım olgusunun aslında bütün bu kısıtlamalardan öte stratejik bir seçim ve hatta zorunluluk olduğu hatırda tutulmalıdır. Bu yaklaşım benimsendiğinde, Türk dış yatırımlarının belli koşullar altında özendirilmesi gerektiği dahi iddia edilebilir.

Türkiye gibi sermayenin kıt olduğu, dolayısıyla kendisi yabancı yatırımcıları teşvik edebilmek için türlü önlemler almaya çalışan bir ülkenin; eşanlı olarak sermaye ihraç eden bir ülke konumunda olması gerektiği iddiası bazılarını şaşırtabilir. Bu konuda temelde iki farklı görüş bulunmaktadır. Birinci görüşü savunanlara göre ilk sorgulanması gereken husus, kendisi zaten sermaye sıkıntısı çeken bir ülkenin kıt sermaye kaynaklarının bir kısmını başka ülkelerde yatırım için kullanmasının ne ölçüde doğru olduğunun sorgulanması gereğidir. Örneğin Türk dış yatırımları Türkiye’deki istihdamı nasıl etkileyecektir? Özellikle emek yoğun sektörlerdeki istihdamın bir kısmının yatırım yapılan ülkelere kayması söz konusu olmayacak mıdır? Bunların da ötesinde sınırlı düzeydeki teknoloji ve yönetsel beceriler de yurt dışına transfer edilmeyecek midir? Bütün bunların araştırılması gereklidir. Öte yandan ikinci görüşü savunanlar ise başka ülkelerde yapılan doğrudan yatırımların uluslararası pazarlarda kalıcı bir rekabet gücü elde etmenin kaçınılmaz bir gereği olduğunu vurgulamaktadır. Herşeyden önce, doğrudan yatırımlar ve ihracat uluslararası pazarlarda sürdürülen faaliyetlerde genellikle birbirlerini tamamlar durumdadır ve firmalar her iki yöntemi de, rekabet güçlerini koruyabilmek bakımından birlikte kullanmalıdır. Gelişmekte olan ülkelerin sermaye yetersizliği ile karşı karşıya bulundukları bilinmekle birlikte; yerli firmaların doğrudan dış yatırımlarının özendirilmesi konusunun bu durumla çeliştiği düşünülmemelidir. Çünkü, dış yatırım aslında iç yatırımın ikâmesi değildir. Böyle bir ikâmenin varlığı ilk bakışta mevcut görünse de; gerçekte firmaların rekabet güçlerini, dolayısıyla da varlıklarını koruyabilmeleri için, dış yatırım kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelebilir. Üstelik dış ticaret ve dış yatırımlar arasında da birbirlerini ikâme edici bir ilişkiden ziyade tamamlayıcı bir ilişkinin bulunduğu söylenebilir. Çünkü esasen dış yatırımcı firmalar, farklı ülkelerde faaliyette bulunan kendilerine bağlı firmalar arasında ticaret (intra-firm trade) yapmaktadırlar. Günümüzde dünya ticaretinin üçte biri birbirleriyle mülkiyet / kontrol ilişkisi bulunan firmalar (ana firma – bağlı firma; bağlı firma – bağlı firma) arasında gerçekleşmekte, dolayısıyla, doğrudan dış yatırımlar uluslararası ticareti artırmaktadır. Bu şartlar altında ihracat konusunda çok hassas olan Türk kamuoyunun bu konuyu dikkatle tartışmasında fayda görülmektedir. Bu çalışma dilerim böyle bir tartışmaya başlangıç oluşturabilir.



Giriş

Farklı hükümetlerin yönetiminde önemli değişiklikler gözlense de 1980 yılına kadar Türkiye’de, genel olarak dışa kapalı bir ekonomik yapının tercih edildiği politikalar izlenmiştir. Bu süreç, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki liberal tercihlere rağmen yetersiz sermaye birikimin kaçınılmaz bir sonucu olarak devletçi politikaların uygulamaya konulmasıyla başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye, savaş sayesinde devrin sanayileşmiş ülkelerinin müdahalelerinden de korunarak, 1950’lere ekonomik gelişme bakımından bir hayli yol alarak girmiştir. 1940’ların ikinci yarısında Cumhuriyet Halk Partisi hükümetlerinin, 1950’lerde de Demokrat Parti hükümetlerinin giderek artan oranda hem siyasî hem de ekonomik dışa açılma gayretleriyle, Türkiye’nin dış ekonomik ilişkilerinde dikkat çekici mesafe alınmıştır. 1960 sonrasındaki ithal ikameci dönemde de daha önceki dönemlerdekine benzer korumacı politikalar sürdürülerek yerli sermaye birikiminin güçlendirilmesine çalışılmakla birlikte, Türk ekonomisinin gelişmiş dünyayla ilişkilerinde gittikçe belirginleşen bir yapı değişikliği açığa çıkmaya başlamıştır. 1970’li yıllardaki petrol krizleriyle, sanayileşmiş ülkelerin liderlik ettiği dünya ekonomisinin bir tıkanma noktasına gelmesi, üretimi büyük oranda girdi ithalatına dayanan Türkiye ekonomisini de kaçınılmaz olarak etkisi altına almıştır. Bu dönemde politik krizlerle de beslenen ekonomik tıkanmanın geleneksel politikalarla aşılamaması, 24 Ocak 1980 kararlarını gündeme getirmiştir. Sonuçta, 1980 Eylülünde yaşanan rejim değişikliği sonrasında ve yeniden demokrasiye dönülen 1983 yılını izleyen dönemde bu kararların aynen uygulanmaya devam edilmesi, Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisiyle eklemlenmesi sürecini hızlandırmıştır.

Türk firmaları, 1980 öncesinde izlenen ithal ikameci büyüme stratejisi döneminde elde ettikleri sermaye ve teknoloji birikimine, 1980 sonrasında izlenen ihracata dayalı büyüme stratejisi altında yeni bir boyut kazandırmışlardır. Liberalleşme sürecinin Türk ekonomisinin dünya ekonomisi ile bütünleşmesini hızlandırması, Türk firmalarının da dışa açılmayı kaçınılmaz bir zorunluluk olarak algılamalarını gerektirmiştir. Firmalar bu dönemde, ihracat odaklı stratejilerin yanı sıra ‘doğrudan dış yatırım’[1] seçeneğini de değerlendirmeye başlamışlardır. ‘Doğrudan dış yatırım’ kavramı bir ülkede yerleşik bir firmanın – idari kontrolü de elinde tutacak biçimde – yabancı bir ülkede yürüttüğü yatırım faaliyetini ifade etmektedir.[2] Örneğin, son yıllarda yaşanan ekonomik krizlerin yarattığı yeni koşullar, bazı sanayicilerin yatırımlarını, işgücü ve enerji kullanımında maliyet avantajlarıyla birlikte cazip yatırım teşvikleri de sunan Balkan ülkelerine kaydırmalarına sebep olmaktadır. Dış yatırıma yönelen Türk firmalarının bir kısmı – çoğu zaman beraberinde maceracı bir süreç getirse de – pazara girişin görece daha kolay olduğu riski yüksek gelişmekte olan ülkelere yatırım yaparlarken, diğer bazı firmalar ‘stratejik aktiflere’ erişmenin mümkün olduğu riski düşük sanayileşmiş ülkeleri tercih etmektedir. Bu tür farklılıklar, hem firmaların nitelik farklılıklarına hem de kendilerini dış yatırıma yönlendiren saiklerin ya da sebeplerin farklılığına dayanmaktadır. Bu şartlar altında, dış yatırım seçeneğinin Türk firmaları tarafından eskiye kıyasla çok daha önemsendiği görülmekte ve Türk firmalarının yurt dışında yürüttükleri yatırım faaliyetlerinde dikkat çekici ölçüde hızlı bir artışın yaşandığı – sınırlı da olsa – resmi istatistiklerde bile izlenebilmektedir. Örneğin, yabancı sermaye girişini özendirmek için çok sayıda tedbir alan Türkiye’ye, doğrudan yatırım için gelen yabancı sermaye tutarı 2002 sonu itibarıyla 15 milyar 729 milyon dolarken aynı dönemde Türkiye’den doğrudan dış yatırım amacıyla çıkan sermaye 5 milyar 4 milyon dolara erişmiştir (HM, 2003).[3] Öte yandan, gittikçe artan önemine rağmen Türk dış yatırımlarının genel durumuna ve Türk firmalarını dış yatırıma yönlendiren sebeplere ilişkin kapsamlı bir akademik araştırma bugüne kadar yapılmamıştır.[4] Bu durum, sanayileşmiş ülkelerin firmalarının yabancı ülkelerdeki doğrudan yatırımlarının dahi akademik literatürde ancak 1960'lardan bu yana ele alındığı ve gelişmekte olan ülkelerin firmalarınca yapılan dış yatırımların ise daha da yeni bir konu olduğu dikkate alındığında şaşırtıcı değildir. Tarihsel olarak, gelişmiş ülkeler kaynaklı dış yatırımlar 18. yüzyıldan bu yana süregeliyor olmasına karşın; gelişmekte olan ülkeler kaynaklı dış yatırımlar 1960’lı yılların sonlarında görülmeye başlamış ve ancak 1980'lerden sonra belirgin bir artış göstermiştir (Ghymn, 1980; Lall, 1982; Dunning, 1986; Caves, 1996; Dunning, van Hoesel ve Narula, 1997). Dolayısıyla, böyle bir çalışmanın yapılmasını zorlayan koşulların mevcudiyeti açığa çıkmaktadır. Burada hemen not edilmesi gereken bir başka husus ise; bu çalışmada dış yatırım davranışları incelenen Türk firmalarının, bankacılık ve finansal hizmetler sektörü dışındaki alanlarda faaliyet gösteren firmalar oluşudur. Bankacılık ve finansal hizmetler sektöründeki Türk dış yatırımlarına ilişkin durumun açığa çıkarılabilmesi için başka çalışmaların yapılması gereklidir.[5]

1.1 Çalışmanın amaçları

Bu çalışmanın üç temel amacı bulunmaktadır: Birincisi, Türk firmalarının dış yatırımlarını açıklamayı mümkün kılabilecek bir kuramsal çerçeve oluşturmaktır. Akademik literatürde, özellikle gelişmiş ülkeler kaynaklı doğrudan dış yatırımları açıklamayı amaçlayan çok sayıda kuramsal çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmalara dayanan ve gelişmekte olan ülkeler kaynaklı doğrudan dış yatırımları açıklama çabasına girişen kuramsal çalışmalar da mevcut olmakla birlikte; genellikle bu tür çalışmaların bir ülke örneği üzerinde yapılandırılmaları, tüm gelişmekte ülkeler için kolaylıkla genelleştirilebilecek bir kuramın oluşturulmasına imkân vermemektedir. Dolayısıyla Türkiye özelinde dış yatırımların incelenmesi söz konusu edildiğinde bir kuramsal çerçevenin oluşturulması kaçınılmaz bir zorunluluktur ve bugüne kadar bu tür bir çabaya girişilmemiştir. Çalışmanın amaçlarından ikincisi, Türk firmalarının dış yatırımlarının bir genel görünümünün ortaya konulmasıdır. Hazine Müsteşarlığı Banka Kambiyo Genel Müdürlüğü, yurt dışında yatırım yapmak için Türk firmalarınca Türkiye’den çıkarılan sermaye tutarlarına ilişkin istatistikleri toplamaktadır. Bu tür istatistiklerin toplanılmasının önünde, kambiyo mevzuatının son derece liberal düzenlemeler içermesinden kaynaklanan ciddî güçlükler bulunmaktadır. Söz konusu istatistiklerin, bu sebeple gerçek durumu tam olarak yansıtamadığı düşünülse de, Müsteşarlık tarafından, biri yıllar itibarıyla değişim trendini diğeri de genel sektörel dağılımın görünümünü sergileyecek şekilde iki ayrı tabloda tutulan bu ‘ham’ istatistiklerin, analiz edilebilir bir formata sokulmasında büyük yarar vardır. Bu istatistiklerin, konuyla ilişkili olarak başka kaynaklardan ayrıca derlenen bilgilerle birlikte ele alınması, ‘Türk dış yatırımlarının genel görünümü’nün ortaya konulmasını sağlayabilir. Çalışmanın üçüncü amacı ise, Türk firmalarını yurt dışında yatırım yapmaya yönlendiren sebeplerin ve bu sebeplerin farklı özelliklere sahip olan firmalar bakımından nasıl farklılaştıklarının belirlenmesidir. Yine aynı kapsamda, Türk firmalarının doğrudan dış yatırımlarını, yeni yatırım (greenfield investment) ya da mevcut firma ve tesislerin satın alınması (brownfield investment) gibi farklı yatırım yöntemlerinden hangilerini kullanarak yaptıkları; dış yatırım sonrasında yurt içindeki ana-firma ve yurt dışındaki bağlı-firma arasında ne tür ticari ilişkiler oluşturdukları ile bunlara benzer bazı başka hususların belirlenmesi de çalışmanın amaçları arasındadır. Örneğin, farklı niteliklere sahip firmaların ne tür dış yatırım stratejileri benimsedikleri açığa çıkarılması gereken önemli bir husustur.

1.2 Çalışmanın yöntemi

Bu çalışma, kendisinden önce bu alanda yapılmış herhangi bir başka çalışma bulunmaması sebebiyle, hem ‘keşfedici’, hem ‘tanımlayıcı’ hem de ‘açıklayıcı’ nitelikte bir araştırmadır.[6] Bir başka ifadeyle, bu çalışmada akademik araştırmacıların gündemine bugüne kadar girmemiş bulunan yeni bir olgu olan Türk dış yatırımları ele alınmakta ve bu olguya ilişkin bir durum tespiti yapıldıktan sonra bu durumun sebeplerine belirginlik kazandırılmaya çalışılmaktadır.
Çalışmanın konusunda bir ilk oluşu bazı güçlükleri de beraberinde getirmektedir. Herşeyden önce bu tür bir araştırmada yöntemin seçilmesinde kısıtları koyan bir ‘veri sorunuyla’ karşılaşılmaktadır. Yukarıda da değinildiği gibi, Türk firmalarının doğrudan dış yatırımlarına ilişkin istatistikler Hazine Müsteşarlığı Banka Kambiyo Genel Müdürlüğü’nce toplanmaktadır. Bununla birlikte, 32 Sayılı Karar sonrasında Türk Kambiyo Mevzuatının büyük ölçüde liberalleştirilmesi sonucunda – üçüncü bölümde görüleceği gibi – resmi istatistikler durumu bütünüyle yansıtamamaktadır. Bu temel kısıtlamanın yanı sıra, konunun öncelikle firma davranışlarının anlaşılabilmesi bakımından araştırılmak istenilmesi, araştırma yönteminin seçilmesinde esas yönlendirici olmuştur. Firma davranışlarının belirlenmesini mümkün kılabilecek nitelik ve miktarda istatistiksel verinin bulunmaması sebebiyle uygulamalı araştırmada ekonometrik yöntemlerin kullanılamayacağı anlaşılmış; görüşmeler, basın taraması ve bir araştırma anketi yardımıyla firma davranışlarının gerisinde yatan saiklerin açığa çıkarılması hedeflenmiştir.[7] Çalışmanın yöntemine ilişkin açıklamalara izleyen paragraflarda yer verilmekle birlikte, anketle elde edilen verilerin değerlendirilmesinde kullanılan istatistiksel tekniklere ilişkin ayrıntılar çalışmanın ikinci bölümünde sunulmaktadır.

1.2.1 Literatür taraması

Türk dış yatırımlarını analiz edebilmek bakımından, genel olarak dış yatırımlara ilişkin kuramsal temellerin anlaşılmasının gerekli oluşu sebebiyle, literatür taraması büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla, çalışmaya geniş çaplı bir literatür araştırmasıyla başlanılmıştır. Yayınlanmış çalışmalarda ortaya konulan kuramsal ve uygulamalı sonuçların Türk firmaları için yapılacak bir çalışmaya esas teşkil edebilecek olanları kullanılarak, çalışmanın kuramsal çerçevesi oluşturulmuştur. Bu yolla elde edilen bilgilerden, araştırma anketinin geliştirilmesi sürecinde de büyük ölçüde yararlanıldığı gibi, anketle elde edilen verilerin analizi de bu kuramsal çerçevenin yardımıyla mümkün olmuştur. Yukarıda da işaret edildiği gibi, literatür taraması esnasında Türk dış yatırımları konusunda yayınlanmış herhangi bir çalışmaya rastlanılmamıştır.

1.2.2 Görüşmeler, yazışmalar ve yayın taraması

Kuramsal çerçevenin oluşturulması ve araştırma anketinin geliştirilmesi sürecinde, literatür taraması yoluyla elde edilen bilgilerle birlikte çok sayıda firma temsilcisiyle ve bürokratlarla yapılan görüşmelerin sonuçlarından da yararlanılmıştır. Bu görüşmelerden üçü çok ayrıntılı ve uzun süreli görüşmelerdir. Sözü edilen üç görüşmeden biri, uluslararası faaliyetleri bulunan orta ölçekli bir şirkette üst düzey yöneticilik yapan eski bir bürokrattır. Sözü edilen kişi resmi görevi döneminde, Türk firmalarının yaygın olarak faaliyette oldukları bir ülkede çalışmanın konusuyla ilişkili olabilecek alanlarda uzun süre görev yapmıştır. Derinlemesine görüşülen diğer iki kişiden biri, yurt dışında da faaliyetleri olan büyük bir şirketler grubunun genel koordinasyonundan sorumludur. Üçüncü görüşmeci ise, yurt dışında yatırımları bulunan bir şirketler grubunun kurucusu ve sahibidir. Görüşülen kişilere kendilerine ilişkin kişisel herhangi bir bilginin ifşa edilmeyeceği sözünün verilmiş olması sebebiyle, kendilerinin ve bağlı oldukları kuruluşların adları saklı tutulmaktadır.

Görüşmecilerin belirlenmesinde ‘olasılıklı olmayan örneklem yöntemleri’nden biri olan ‘amaçlı örneklem yöntemi’ benimsenmiştir. Bu yöntem, olasılık kuramına dayanmayan bir örnekleme tekniğidir ve eğer görüşülecek kişilerin belirli bir konuda uzmanlık sahibi olmaları bir zorunluluksa bu tür bir yaklaşımın esas alınması kaçınılmazdır (Frankfort-Nachmias ve Nachmias, 1993; Erdoğan, 2003). Ayrıca, özellikle bu üç uzun görüşmede ‘yarı-yapılanmış görüşme yaklaşımı’ benimsenmiştir. Yarı-yapılanmış görüşme yaklaşımı, görüşülen kişilerin araştırma konusu üzerinde önceden haberdar olmalarını ve konu üzerinde bilgi birikimine sahip olmalarını gerektirir. Görüşme her ne kadar araştırmacı tarafından genel hatları itibarıyla yapılandırılsa ve görüşülen kişi araştırmanın genel çerçevesi hakkında bilgilendirilse de; görüşülen kişiye kendi bakış açısını, tanımlamalarını ve analizini serbestçe yürütebilmesi bakımından geniş bir serbesti tanınmaktadır (Frankfort-Nachmias ve Nachmias, 1993; Mayring, 2000; Yıldırım ve Şimşek, 2000). Görüşmelerin merkezine Türk firmalarının dış yatırımları konusu yerleştirildiği için, görüşülen kişilere esasen firmalarının ve kendilerinin tecrübeleri sorulmuştur. Bu çerçevede, görüşmecilerin firmalarının (veya genel olarak kendi bakış açıları altında dış yatırımcı firmaların) niçin ve nasıl dış yatırım yaptıkları ve dış yatırım kararına varılması sürecinde ne tür bir stratejik yaklaşım benimsendiği sorgulanmıştır. Görüşmeler yoluyla temin edilen bilgilerden, araştırma anketinin geliştirilmesinde yararlanıldığı gibi araştırmanın bulgularının değerlendirilmesinde de geniş ölçüde yararlanılmıştır. Öte yandan, çalışmada görüşmeler yardımıyla toplanan bilgilere doğrudan atıfta bulunulmamaktadır.
Görüşmelerin yanı sıra Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın yurt dışındaki altmış iki temsilciliğine elektronik posta ile başvurulmuş kendilerinden bulundukları ülkelerdeki Türk yatırımlarına ilişkin bilgi istenilmiştir.[8] Gönderilen elektronik posta mesajlarının yedisi, adresin geçersiz olduğu uyarısıyla geri dönmüş; Berlin, Beyrut, Kiev, Kopenhag, Lahey, Lefkoşa, Madrid, Moskova, Prag, Pretorya, Sidney, Tahran ve Tel Aviv Ticaret ve/veya Ekonomi Müşavirliklerinden cevap alınmıştır. Benzer şekilde, yurt dışında faaliyette bulunan ve elektronik posta adresi tespit edilebilen Türk işadamları derneklerine, Türk iş konseylerine ve ticaret ve/veya sanayi odalarına, elektronik posta yardımıyla yazılarak kendilerinden bulundukları bölgelerdeki Türk yatırımlarına dair bilgi istenilmiştir.[9] Rusya’daki ‘Rus – Türk İşadamları Birliği’ (RTİB) dışında bu kuruluşlardan cevap alınamamıştır. Yapılan tüm yazışmalar kapsamında cevap alınan temsilcilik ve kuruluşlardan elde edilen bilgiler çalışmanın geneline yansıtılmaya çalışılmış olmakla birlikte, kapsamı sınırlamanın bir zorunluluk olması sebebiyle, tamamının burada raporlanması mümkün olamamıştır.
Ayrıca, Türkçe ve İngilizce yazılı basının, bazı gazeteler ve dergiler gibi çeşitli süreli yayınların ve internet üzerindeki elektronik yayınların taranmasıyla, Türk dış yatırımlarına ilişkin erişilmesi mümkün olabilecek her türlü bilgiye erişilmesine çalışılmıştır. Bunun yanı sıra Dış Ekonomik İlişkiler Konseyi (DEİK) tarafından hazırlanan tüm ülke raporları taranmıştır. Böylelikle kapsamlı bir veri tabanı oluşturulmuş ve derlenen bilgiler Türk dış yatırımlarının genel görünümünün verildiği üçüncü bölümün yazımında kullanılmıştır.

1.2.3 Veri toplama yöntemi – araştırma anketi

Yukarıda özetlenen usullerle toplanan bilgiler kullanılarak toplam 70 sorulu (nominal ölçekli 30, ordinal ölçekli 40 soru) bir araştırma anketi geliştirilmiştir. Araştırma anketinin firmalara dağıtımı için başta Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) olmak üzere 41 mesleki birliğin yardımı istenilmiştir. Doldurularak araştırmacıya geri gönderilen anket sayısı 109 olmuştur. Araştırma anketinin uygulanması ve değerlendirilmesine ilişkin ayrıntılara, çalışmanın dördüncü bölümündeki “4.2.1 Veri toplama yöntemi – araştırma anketi ve örneklem” başlıklı kısımda yer verilmektedir.

1.3 Çalışmanın yapısı

Bu çalışma beş bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, araştırmacıyı konuya yönelten sebepler, çalışmanın amaçları ve yöntemi özetlenmekte; çalışmanın genel çerçevesi ortaya konulmaktadır. İkinci bölümde doğrudan dış yatırımlar konusunda akademik literatürde yer alan ve araştırmaya kaynaklık eden kuramsal temeller gözden geçirilmekte ve bunlar kullanılarak çalışmanın kuramsal çerçevesi belirlenmektedir. Üçüncü bölümde, Türk firmalarının doğrudan dış yatırımlarının bölgeler ve sektörler bakımından hangi boyutta olduğu gösterilmektedir. Bu bölümde Hazine Müsteşarlığı Banka Kambiyo Genel Müdürlüğü’nce toplanan istatistiklerden ve yayın taraması vasıtasıyla elde edilen bilgilerden hareketle, Türk dış yatırımlarının büyüklüğü ve kapsamı ortaya konulmakta; bir başka ifade ile araştırmaya esas teşkil eden gerçekliğin bir fotoğrafının çekilmesine teşebbüs edilmektedir. Bu bölüm aynı zamanda bir sonraki bölümde ortaya konulacak olan uygulamalı araştırma sorularının belirlenmesine de katkı sağlamaktadır. Dördüncü bölüm, araştırma anketi uygulamasının sonuçlarının sunulduğu ve değerlendirildiği bölümdür. Bu bölümde, Türk firmalarını yurt dışında yatırım yapmaya yönlendiren sebeplerle firmaların dış yatırımlarını hangi şekillerde yaptıkları ve hangi stratejilere dayandırdıkları ortaya konulmaktadır. Beşinci bölümdeyse çalışma genel olarak özetlenmekte ve elde edilen sonuçlar, politika önerileri de getirilerek sıralanmaktadır.

Dipnotlar:
[1] Terminoloji konusu: Bu çalışmada ‘dış yatırım’ ve ‘doğrudan dış yatırım’ kavramları İngilizce’deki ‘foreign direct investment’, ‘direct foreign investment’ ya da ‘direct investment’ kavramlarının karşılığı olarak ve birbirlerinin yerine geçebilecek biçimde, aynı anlamda kullanılmışlardır. Benzer şekilde, ‘Türk firmalarının yurt dışındaki yatırımları’, ‘Türk firmalarının doğrudan dış yatırımları’, ‘Türk firmalarının dış yatırımları’ ve ‘Türk dış yatırımları’ ifadeleri de birbirlerinin yerine geçebilecek biçimde, aynı anlamda kullanılmışlardır.
[2] Bu tür bir faaliyetin sonucunda ‘uluslararasılaşan’ firma (‘çokuluslu firma’), sermaye ihraç eden ülkedeki ‘ana-firma’ ile yatırımı kabul eden ülkedeki (evsahibi ülkedeki) ‘bağlı-firma’lardan meydana gelir. Ana-firma yabancı ülkelerde yerleşik firmaları – çoğunlukla sermaye ortaklığı vasıtasıyla – kontrol eder. Dolayısıyla, bir ülkeye kendi dışından yapılan bir yatırım eğer beraberinde yatırımcıya kontrol imkânı da sağlıyorsa doğrudan yatırım, aksi halde ise portföy yatırımı söz konusu edilmektedir.
[3] Türkiye’de 1980’li yıllarda serbestleştirilen kambiyo mevzuatı, Türk firmalarının yurt dışına sermaye çıkarmalarına herhangi bir kısıt getirmemektedir: 1989 yılında yürürlüğe sokulan 32 Sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkındaki Karar ile uluslararası sermaye hareketleri tamamen serbestleştirilmiştir.
[4] Bununla birlikte, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ülkelerindeki Türk dış yatırımlarının bazı yönlerine ilişkin az sayıda çalışma bulunduğu not edilmelidir. Örneğin Demirbag, Gunes ve Mirza (1998) ve Demirbag ve Gunes (2000) Orta Asya ülkelerinde ve Rusya’da faaliyette bulunan Türk firmalarının politik risk konusuna nasıl yaklaştıklarını incelemişler; Akis (1999) BDT ülkelerinde faaliyette bulunan Türk firmalarının başarı faktörlerini özellikle kültürel ilişkilere dayanan bir bakış açısıyla araştırmıştır. Bu çalışmaların hiçbiri Türk dış yatırımlarını bütüncül bir yaklaşımla, firmaları dış yatırıma yönlendiren saikler ve firma stratejileri bağlamında ele almamışlardır. Öte yandan Erbay (1996) çalışmasında Türk firmalarının Türkî cumhuriyetlere giriş sebeplerine ve yöntemlerine değinmekle birlikte; bu konuya özellikle eğilmemiş ve bu kapsamda ortaya koyduğu sınırlı görüşleri de uygulamalı bir araştırma yoluyla sınamamıştır.
[5] Resmi istatistikler Türk dış yatırımlarının % 48’inden fazlasının bankacılık ve finansal hizmetler sektöründe yapıldığını göstermektedir. Bu çalışmanın çeşitli kısımlarında da ifade edildiği gibi resmi istatistiklerin genel olarak Türk dış yatırımlarının gerçek durumunu ne ölçüde yansıttığına ilişkin tereddütlerin varlığı, bu oranı dikkatle değerlendirmeyi gerektirmektedir.
[6] Neuman (1991) sosyal bilimlerde yapılan araştırmaları üç grupta toplamaktadır: Keşfedici araştırmalar (exploratory research), tanımlayıcı araştırmalar (descriptive research) ve açıklayıcı araştırmalar (explanatory research). Keşfedici araştırmanın amacı cevapları ancak daha sonra yapılacak araştırmalarda bulunabilecek soruları formüle etmektir. Bu tür bir dizi araştırmanın ilk aşamasını oluştururlar. Dolaysıyla araştırmacı, girişeceği daha geniş kapsamlı ve sistematik ikinci bir araştırmanın yapılabilmesi bakımından bilmesi gerekenleri öğrenebilmek için keşfedici nitelikte bir ilk araştırmaya yönelir. Tanımlayıcı araştırmada araştırmacı, bir olgu hakkında geliştirilmiş iyi bir fikre sahip olmakla birlikte bu olguyu tanımlamak ister. Tanımlayıcı araştırma bir durumun, bir sosyal olgunun ya da bir ilişkinin kendine özgü ayrıntılarına yer verilen ‘görüntüsünü’ ortaya koyar. Bu çerçevede tanımlayıcı araştırmanın önde gelen amaçları şunlar olabilir: (1) araştırılan konunun doğru bir profilini ortaya koymak, (2) bir süreci, mekanizmayı veya ilişkiyi tanımlamak, (3) konunun sayısal ya da sözel bir görünümünü ortaya koymak, (4) yeni açıklamaları mümkün kılacak temel bilgiyi sağlamak, (5) türleri tasnif etmeyi sağlamak, (5) aşamalar ya da basamaklar dizgesini açığa çıkarmak. Açıklayıcı araştırmada ise ‘niçin’ sorularına cevap aranır; dolayısıyla, araştırılan olgunun ya da durumun niçin ortaya çıktığı belirlenir. Bu bakımdan açıklayıcı araştırma, keşfedici ve tanımlayıcı araştırmaların üstüne inşa edilir. Bir başka ifadeyle yeni bir konunun üzerine odaklanmasının ya da o konunun tanımlanmasının ötesinde, söz konusu durumun niçin öyle olduğu açıklamaya ve sebepler açığa çıkarılmaya çalışılır. Açıklayıcı araştırmanın temel amaçlar şunlar olabilir: (1) bir ilke ya da kuramın doğruluğunu belirlemek, (2) birbirlerine seçenek oluşturan farklı açıklamalar arasından daha iyi olanı seçmek, (3) bir temel süreç hakkında sahip olunan bilgiyi geliştirmek, (4) genel bir çerçeve altındaki farklı konular arasında bağıntı kurmak, (5) söz konusu olgu ya da durumu daha iyi açıklamayı mümkün kılan bir kuram oluşturmak ya da mevcut bir kuramı geliştirmek, (6) mevcut bir ilke ya da kuramı başka olgu ya da durumların açıklanmasında kullanılabilir hale getirmek, (7) bir açıklamanın doğrulanmasını ya da yanlışlanmasını sağlamak yönünde delil elde etmek.
[7] Genel olarak araştırma yönteminin şekillendirilmesinde ve araştırma anketinin geliştirilip değerlendirilmesinde izleyen çalışmalardan yararlanılmıştır: Baker (1993); Büyüköztürk (2002); Churchill (1999); Erdoğan (1998; 2003); Frankfort-Nachmias ve Nachmias (1993); Hair, Anderson, Tatham ve Black (1995); İslamoğlu (2002); Kaptan (1998); Kartal (1998); Kinnear ve Taylor (1996); Mayring (2000); Neuman (1991); Özdamar (1999a; 1999b); Tavşancıl (2002); Yıldırım ve Şimşek (2000).
[8] Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın yurt dışındaki temsilciliklerinin elektronik posta adresleri, İhracatı Geliştirme Merkezi’nin (İGEME) internet sitesinden [http://www.igeme.gov.tr/tur/link/musavir.htm] temin edilmiştir.
[9] Söz konusu kuruluşlara ilişkin bilgiler ve elektronik posta adresleri Türk Dış Ticaret Vakfı tarafından yayınlanan ‘Dünya Türk İşadamları IV. Kurultayı [25-27 Nisan 2002, Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı, İstanbul] Kataloğu’ndan alınmıştır.




Genel Değerlendirme ve Sonuçlar

5.1. Genel değerlendirme ve sonuçlar

Resmi istatistiklere göre 2002 yılı sonu itibarıyla Türkiye’den doğrudan dış yatırım amacıyla çıkan toplam sermaye tutarı yaklaşık 5 milyar 5 milyon dolardır. Bu tutarın gerçekte, resmi istatistiklere yansıyandan çok daha yüksek olduğuna dair güçlü deliller bulunmaktadır. Aynı dönemde Türkiye’ye giren yabancı sermayenin tutarı ise 16 milyar 222 milyon dolardır. Birbirini izleyen hükümetler Türkiye’ye yabancı sermaye girişini özendirmek yönünde çeşitli girişimlerde bulunurken; resmi istatistiklere yansıyan düzey geçerli bile olsa, ülkeden çok yüksek tutarda doğrudan yatırım amaçlı sermaye çıkması dikkat çekicidir. Bu durum, bugüne kadar herhangi bir akademik araştırmaya konu olmamış; dolayısıyla, Türk firmalarının hangi sebeplerle yurt dışında doğrudan yatırıma yöneldikleri ve bu çerçevedeki yatırım stratejileri araştırılmamıştır.
Konunun açıklığa kavuşturulabilmesi bakımından öncelikle; genel olarak doğrudan dış yatırımlar, özel olarak da gelişmekte olan ülkelerin firmaları tarafından yapılan dış yatırım faaliyetleri hakkındaki literatürden yararlanılarak, Türk dış yatırımlarını açıklamak için kullanılabilecek bir kuramsal çerçeve oluşturulmuştur. Bu kapsamda esasen, Dunning tarafından daha önceki kuramların bütünleştirilmeleriyle ortaya konulan eklektik paradigmanın bazı unsurları yeniden yorumlanmış ve küresel değer zinciri analizinin sağladığı bakış açısı bu yapıya eklemlenmiştir. Daha sonra, resmi istatistikler kullanılarak elde edilen sonuçlara; ulaşılabilen her türlü kaynaktan derlenen bilgilerin de ilâve edilmesiyle, Türk dış yatırımlarının genel görünümü ortaya konulmuştur. Türk dış yatırımlarının gerisinde yatan sebeplerin ve Türk firmalarının dış yatırım stratejilerinin belirlenebilmesi bakımından bir uygulamalı araştırmanın yapılması gerekli görülmüştür. Türk dış yatırımlarına ilişkin istatistiksel verilerin yetersizliği ve bunun yanı sıra firma stratejilerinin de belirlenmesinin amaçlanması araştırma yöntemini şekillendirmiş ve bu çerçevede bir anket yardımıyla doğrudan dış yatırımcı firmalara yurt dışındaki faaliyetleriyle ilgili sorular sorularak veri toplanılmasına karar verilmiştir. Bu doğrultuda öncelikle bir dizi yüz yüze görüşme yapıldıktan sonra hazırlanan ve toplam 70 soru içeren araştırma anketi, başta TOBB olmak üzere 41 mesleki dernek, birlik, vakıf ya da iş konseyi aracılığıyla çok sayıda firmaya gönderilmiştir. Cevaplanıp geri dönen 109 anketten elde edilen veriler faktör analizi ve tek yönlü varyans analizi teknikleri kullanılarak değerlendirilmiştir. Bu kapsamda erişilen sonuçlara dayanılarak Türk firmalarının dış yatırımları konusunda işaret edilmesi gereken temel hususlar şunlardır:

Çeşitli alt dönemlerde farklılıklar olsa da, Türkiye’de 1980 yılına kadar genel olarak dışa kapalı bir ekonomi politikası izlenilmiştir. Bu süreç içinde çok kısa bir dönem liberal ekonomi politikaları denenmiş, bir dönem devletçi uygulamalar sürdürülmüş, ardından ithal ikameci politikalar benimsenmiştir. Tüm bu dönemler boyunca ortak olan görüntü, yerli özel sermaye birikiminin güçlendirilmeye çalışılmasıdır. Bu çerçevede; korumacılık, sübvansiyonlu kamusal krediler, vergi muafiyetleri gibi türlü teşviklerle özel sektör devlet himayesinde geliştirilmiştir. 1970’li yılların ortalarına gelindiğinde dünya ekonomisinde yaşanan krizlerin de etkisiyle belirginlik kazanan darboğazlar, 1980’lerin başında hükümeti geleneksel ekonomi politikalarından bir dönüşe zorlamıştır. Dolayısıyla, 24 Ocak 1980’de hükümet tarafından alınan bir dizi ekonomik kararla; Türk ekonomisi dışa açılmış, ithal ikameci politikalar terk edilerek ihracata dönük büyüme tercihi öne çıkmış ve aynı doğrultuda, ekonomik yönü bulunan yasal düzenlemeler tedricen serbestleştirilmeye başlanılmıştır. Söz konusu dönemdeki en önemli iki gelişme, 1989’da 32 Sayılı Karar ile kambiyo rejiminin serbestleştirilmesi ve 1996 yılı başında Avrupa Gümrük Birliği’ne dahil olunmasıdır. Böylelikle Türkiye ekonomisi hem parasal hareketler hem de mal hareketleri bakımından dış dünyaya tamamen entegre olmuştur.

Tüm bu gelişmelerin Türk firmalarını büyük ölçüde etkilemeleri kaçınılmazdır. Türk firmaları 1980 öncesinde izlenen ithal ikameci büyüme stratejisi döneminde elde ettikleri sermaye ve teknoloji birikimlerini, 1980 sonrasında izlenen ihracata dayalı büyüme stratejisi altında güçlendirmişler ve rekabet güçlerini uluslararası düzeyde sınama çabasına girişmişlerdir.
Bu çerçevede, 1980 öncesinde az sayıda büyük ölçekli firma, genellikle yurt dışından yaptıkları ithalata aracılık için dış ticaret firmaları kurmuşlar; gerektiğinde bu firmaların yurt dışı ofislerini açmışlardır. Bu dönemde üretim büyük oranda iç pazar hedeflenerek sürdürülmüş, yurt dışıyla bağlantılar sadece yurt dışından teknoloji ve diğer girdilerin temini bakımından dikkate alınmıştır. Öte yandan 1980’lerin ikinci yarısından itibaren dış dünya doğrudan pazar olarak görülmeye ve dolayısıyla, dış yatırım da hem ihracatı kolaylaştıracak hem de yeni kâr fırsatlarının keşfine imkân sağlayabilecek bir seçenek olarak görülmeye başlamıştır. İhracatın devlet tarafından teşvîki, öte yandan büyük çoğunluğunun henüz kendi markalarına, pazarlama ve dağıtım kanallarına sahip olmayışları; Türk firmalarını, özellikle tekstil, konfeksiyon, elektronik, otomotiv yan sanayii gibi sektörler başta olmak üzere sınaî sektörlerde, küresel değer zinciri sistemine eklemlenmeye zorlamıştır. Bir başka ifadeyle, bu dönemde Türk firmaları, dış pazarlarlarda nihaî tüketiciye uzanan ve çokuluslu firmalar tarafından organize edilen küresel değer üretim zincirleri içinde yer almaya başlamışlardır. Örneğin, konfeksiyon ve elektronik firmaları genellikle dış pazarlara kendi markaları altında çıkmak yerine uluslararası ölçekte tanınan firmalara fason üretim yapar hâle gelmişlerdir. Ya da otomotiv yan sanayiinde çalışan üretici firmalar, çokuluslu otomobil üreticilerine parça tedarik eder konuma gelmişlerdir. Bu durum pek çok gelişmekte olan ülkedeki gibi ekonomik yapının görece geriliğinden kaynaklanmaktadır. Bir başka ifadeyle, teknoloji gerektiren alanlarda, kullanılan teknolojinin genellikle lisansa dayanan yabancı teknoloji oluşu ya da marka konusunun öneminin henüz yeterince kavranılamaması veya uluslararası pazarlara doğrudan erişimin gerektirdiği pazarlama bilgisine ve dağıtım kanallarına sahip olunmaması gibi sebeplerle; dış pazarlara açılmanın en kolay yolu, uluslararası üretim zincirlerine, ancak katma değerden daha düşük paylar alınabilen aşamalarda eklemlenilmesiyle mümkün olabilmektedir. Öte yandan, erişilen bu düzeyin bile sonraki aşamalara erişim sürecinde çok önemli bir basamak olduğunu vurgulamak gerekir.
Türk ekonomisi tüm bu gelişme devrelerinde yol alırken içerideki konjonktür değişikliği, inşaat-taahhüt sektördeki Türk firmalarını da yurt dışına açılmaya zorlamıştır. Yukarıda açıklanan politika tercihlerinin bir sonucu olarak 1980’li yıllarda kamu harcamalarının kısılmaya başlanılmasıyla birlikte, o döneme kadar sadece yurt içinde faaliyette bulunan Türk taahhüt firmaları, artan petrol fiyatlarıyla zenginleşen ve kaynaklarının bir bölümünü büyük tutarlı alt yapı yatırımlarına yönlendiren Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yönelmişler ve çok yüksek tutarlı işler almışlardır. Bu firmalar Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde 1980’lerin sonlarında alacakların tahsilatı gibi konularda sorunlar yaşamaya başlamışlarken, bu defa dış konjonktürde yaşanan yeni bir gelişmeyle hem taahhüt firmalarının hem de diğer sektörlerdeki firmaların önüne yeni fırsatlar çıkarmıştır. Sözü edilen konjonktür değişikliği, 1980’lerin ikinci yarısında sosyalist Doğu Bloku ülkelerinin izlemeye başladığı ‘yumuşama ve dışa açılma’ politikalarıyla ilgilidir. Bu dönemde pek çok Türk taahhüt firması bu defa Rusya başta olmak üzere Doğu Bloku ülkelerini yeni hedef pazarlar olarak görmeye başlamışlardır. Bu ülkelerin 1989’dan başlayarak sosyalist merkezi planlamayı terk ederek piyasa ekonomisine yönelmeleri ise, pek çok Türk firması için dış açılma sürecinde tam anlamıyla bir dönüm noktası olmuştur. Bu ülkelerde taahhüt firmaları tarafından başlatılan öncü faaliyetler, bir süre sonra çok sayıda irili ufaklı firmanın bu pazarlara yönelmelerini bir hayli kolaylaştırmıştır.

Türkiye ekonomisi, dışa açılma sürecinin ilk yıllarındaki askeri rejim tarafından hazırlanan siyasî koşulların da sağladığı rahatlıkla, 1980’li yıllarda görece istikrarlı bir dönem geçirmiştir. Bununla beraber 1990’lı yılların başına doğru koşullar değişmeye başlamış ve sonraki yıllarda aralıklarla ekonomik krizler yaşanmıştır. Bu dönemde kamu maliyesinde kronikleşen bunalım; kontrolsüz biçimde hızla dışa açılan Türk ekonomisini istikrarsızlaştırmıştır. Bu dönemde enflasyon, faizler ve döviz kurları gibi temel göstergelerin son derece istikrarsız trendler sergiledikleri görülmektedir. Aynı dönemde, yurt dışındaki konjonktür değişikliği sonucunda çok sayıda ülkenin dışa açılması, serbestleştirme eğilimlerinin güç kazanması, korumacı politikaların terk edilmesi; firmaların üzerindeki rekabet baskısını artırmıştır. Bu şartlar altında, firmalar kendi rekabetçi konumlarını eskiye kıyasla çok daha fazla yurt dışındaki rakiplerini de dikkate alarak değerlendirmek zorunda kalmışlar; örneğin temel girdilerden enerji ve işgücü gibi bazılarının maliyetlerindeki değişmeleri bile bu çerçevede izlemeye başlamışlardır. Öte yandan, Türk ekonomisinin dünya ekonomisi ile bütünleşmesi, Türk firmalarını bir yandan dışa açılmaya zorlarken bir yandan da bunu mümkün kılabilecek araçları da sağlamıştır. Örneğin, kambiyo rejiminin serbestleştirilmesi sermaye hareketlerini kolaylaştırmıştır. Genellikle ihracat – ithalat yaparak başlanan bu süreç içinde; bir süre sonra, Türkiye ekonomisinden kaynaklanan sıkıntıların yarattığı baskıyla birlikte; yurt dışındaki, özellikle de eski Doğu Bloku ülkelerindeki sistem değişikliğinin beraberinde getirdiği fırsatlarla birleşince, firmalar ihracat odaklı stratejilerin yanı sıra doğrudan dış yatırım seçeneğinin de farkına varmışlardır.
Bu şartlar altında dış yatırıma yönelen Türk firmalarının bir kısmı, yüksek riskli ve çoğu zaman beraberinde maceracı bir süreç getirse de pazara girişin görece daha kolay olduğu gelişmekte olan ülkelere yatırım yaparlarken, diğer bazı firmalar riski düşük ve ‘stratejik aktiflere’ erişmenin mümkün olduğu sanayileşmiş ülkeleri tercih etmektedirler. Bir başka ifadeyle Türk firmaları, firma büyüklüğüne ve faaliyette bulunulan sektörün özelliklerine bağlı olarak farklı ülkelere farklı saiklerle yatırım yapmaktadırlar. Gelişmiş ülkeler genellikle büyük ölçekli Türk firmalarının ‘stratejik aktif arayan’ yatırımlarını çekerken; Doğu Avrupa ve BDT ülkelerine yönelen Türk firmaları çoğunlukla ‘fırsatçı’ davranmakta ve ‘pazar arayışı’, ‘etkinlik arayışı’ ya da ‘kaynak arayışı’ gibi saiklerle hareket etmektedirler. Bu tür farklıklar, hem firmaların nitelik farklılıklarına hem de kendilerini dış yatırıma yönlendiren saiklerin ya da sebeplerin farklılığına dayanmaktadır. Her durumda, firmaların küresel değer zinciri içindeki konumları düşünüldüğünde, katma değerden daha yüksek oranlarda pay alınabilen aşamalara geçilmesi imkânı çok çekici görünmektedir. Birçok firmanın çabası da bu yöndedir. Dolayısıyla Türk firmaları, zaman içinde oluşturdukları rekabetçi avantajları, iç ve dış ekonomik koşulların zorlaması ve teşvikiyle doğrudan dış yatırımlar yoluyla değerlendirme gayreti içindedirler. Bu bakımdan, her ne kadar Türkiye ekonomisinde yaşanan bazı sıkıntılar Türk dış yatırımlarını uyarıcı etkide bulunsalar da, Türkiye’den doğrudan yatırım amacıyla çıkan sermayenin sadece ‘ülkeden kaçan sermaye’ olduğu da düşünülmemelidir. Dış yatırım esasen, Türk firmalarının uluslararası pazarlardaki rekabet gücünü muhafaza edebilmek için kullandıkları bir araç olarak görülmelidir.

5.2. Çalışmanın sınırlılıkları ve sonraki araştırmalar için öneriler

Bu çalışmada finansal sektör dışında kalan sektörlerdeki Türk firmalarının dış yatırımları üzerinde yoğunlaşılmış, dolayısıyla bankalar ve diğer finansal sektör firmalarının dış yatırımları çalışmanın kapsamı dışında bırakılmıştır. Öte yandan, resmi istatistikler Türk dış yatırımlarının yarıya yakınının bankacılık ve finansal hizmetler sektöründe yapıldığını göstermektedir. Resmi istatistiklerin önceki kısımlarda belirtilen eksiklikleri hatırda tutulduğunda dahi, bu alandaki dış yatırımların başlı başına bir araştırma konusu olduğu ortadadır. Bu bakımdan, sonraki çalışmalarda finansal sektörde faaliyette bulunan firmaların (bankalar ve sigorta, leasing, factoring vb. şirketleri) dış yatırımlarının gerisindeki saikler ve bu firmalarca benimsenen yatırım stratejileri araştırılmalıdır. Ayrıca, dış yatırımı bulunan Türk firmalarının ‘firma içi ticaretleri’ de bir araştırma konusu olabilecek önemdedir. Bir başka öneri, Dunning’in yatırım gelişme devreleri kuramı çerçevesinde Türkiye’nin durumunun değerlendirilmesi gereğidir. Son olarak, çokuluslu büyük Türk firmaları hakkında vaka çalışmaları (case studies) yapılmasının gerekli olduğu not edilmelidir.

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Batak

Sustum. Ben de onun kadar içmeli miydim; yararı olur muydu – bilemedim. Barda karşımda oturan ve sessizce beni dinliyormuş gibi duran bu adam acaba söylediklerimin ne kadarını anlıyordu? Bunu kendisine sormam bile anlamsızdı. Benim ölçülerime göre çok da fazla içmiş sayılamayacağı halde alkolün onu çoktan teslim aldığı gözlerinin donukluğundan okunuyordu zaten. Üstüne varmadım. Kimin aşkı daha büyüktü acaba: Onunki mi yoksa benimki mi? Öylesine çaresiz bakıyordu ki üstünde düşünmeksizin bu akşamı onun aşkını konuşarak geçirmenin daha uygun olduğuna karar verdim.

“Anlat” dedim “Belki rahatlarsın?”
Dudaklarından yarım yamamak dökülen hecelere “Nesini?” gibi bir anlam yüklemekte sakınca görmedim.
“Daha fazla içmemelisin” diye cevapladım. “Konuşalım biraz. Kahve içer misin?”
Barmene döndüm ve iki kahve istedim. Önündeki bira bardağını azıcık uzaklaştırdım iterek. Barmenle göz göze geldik yeniden; bardağı kaldırmasını işaret ettim.

“Hadi anlat? Nasıl başladı herşey?”
“Merdiven boşluğunda” dedi. Kahvesini yudumlarken azıcık açılmış gibi görünüyordu. Sanki anlatarak, yaşadıklarını yeniden yaşamak ister gibi canlandı. Gözlerindeki donukluğun ve uyku hâlinin silinir gibi olduğu fark ettim.
“Okulun merdivenlerinde mi? İlk orada mı karşılaştınız?”
“Hayır ilk kez Profesör Brooks’un evinde karşılaştık. Sadece tanıştırıldık o akşam. Profesör Brooks Nottingham Üniversitesi’ne geçmeye karar vermiş ve bizi bir hoşçakal partisine davet etmişti. Ben bölüme henüz katılmış bir doktora öğrencisiydim. Londra’da City’nin ihtişamlı binalarında bunaltıyla geçen beş yıldan sonra bankacılığın bana göre bir iş olmadığına ve yeniden – öğrenci olarak da olsa – üniversiteye dönmeye karar vermiştim. İlk karşılaşmamızda beni pek de etkilediğini söyleyemem doğrusu. Sadece mavi gözlerindeki ışıltı dikkatimi çekmişti. – hepsi o kadar. Hatta çirkin görünmüştü bana – belki de o yüzden gözlerinin mavisi bu kadar dikkatimi çekmişti – bilemiyorum. Sonra okul binasının merdivenlerinde sıkça karşılaşmaya başladık. Okulun merdiven boşluğunu bilirsin, koca bir avlu aslında. En alt kattayken bile en üst kata kimin çıkıyor olduğunu kolayca görebilirsin. Kimi zaman uzaktan görüyordum onu, kimi zaman yanı başımda beliriyordu. Önceleri sadece selamlaşıyorduk. Birgün birlikte bir kahve içmeyi teklif ettim. Bir doktora öğrencisi ile bir öğretim üyesinin birlikte kahve içmelerinden daha doğal birşey olamaz belki ama tabii öğretim üyesi ve öğrenci farklı bölümlere mensup olduklarında da böyle algılanır mı bilemiyorum.”

Anlattıkça uykusuzluk eridi gitti gözlerinde. Kahvesini tazelettirdim. Anlatmıyor yaşıyordu. Hikâyesine ben de kaptırmıştım kendimi. Kendi acımı hatırlamıyordum bile.

“Evliymiş. Çocuksuz ama. Kocasından çok söz etmek istemedi. Kahvelerimizi yudumluyorduk. Mavi gözleri içimi gıcıklamaya çoktan başlamıştı. Çirkinliği de yüzünde bir maskeymiş de sanki, sonradan çıkarıldığında kendi yüzü açığa çıkmış gibiydi benim için. Birşeyi vardı, bir türlü tarif edemediğim. Böyle insanı kuşatıveren ve kendisine doğru çeken bir gizli güç. O ilk kahve sohbetini gittikçe sıklaşan başka sohbetler izlemeye başlamıştı. Sonraları öğle yemeğine de gitmez olmuştum. Sabah evden çıkmadan önce hazırladığım sandviçleri onun odasında yiyorduk. Konuşacak o kadar çok şeyimiz vardı ki... Dans etmeyi çok severmiş. Bir toplulukları varmış. Her hafta Cumaları biryerlerde buluşur dans ederlermiş. Birgün bana sende gel dedi. Gittim. Pek becerikli değildim dans ederken. Güldü bana. Evliydi ama kocası yoktu ortalıkta. Üstelik ondan söz etmeyi de pek sevmezdi. Beni arkadaşlarına ‘Duncan bizim okulda doktora öğrencisi’ diye tanıştırıyordu. Arkadaşlarından kimsenin de kocasını sorduğunu hatırlamıyorum hiç. Artık aşıktım. Gözlerimi ona bakmaktan alıkoyamıyordum. Oysa birlikte geçirdiğimiz zaman ne kadar uzun olursa olsun bana değer vermiyormuşcasına davranıyordu hep. Ben her fırsatta yakınlaşmaya çalışıyorken o hep kaçıyordu. Tanışalı aylar olmuştu artık. Arkadaştık. Bence çok iyi arkadaştık ama sadece arkadaştık. Öylesine bir ruh halindeydim ki; onunla birlikte geçen saatlerin dayanılmaz mutluluğuyla ona erişememenin, ona kavuşamamanın acısını bir arada yaşıyordum. Ama sözünü ettiğim çekiciliğinin esareti altında, kendimi ifade etme, duygularımı kendisine söyleme fırsatım bile yoktu. İnce dudaklarını öpmek istiyordum. Tenine tenimi değdirmek istiyordum. Fakat nafile. Yirmi altı yaşındaki genç bir adamın, otuz yedi yaşındaki olgun bir kadına köleliği... Birgün yine okulda onun odasındaydık. Öğle saatleriydi. Her zamanki gibi benim hazırladığım peynirli sandviçten ısırdığı lokmayı çiğnerken, odasını çepeçevre sarmış olan raflardaki dağınıklığa aldırmaksızın, kitaplarının sırtlarına göz gezdiriyordu. Sonra yürüdü ve kapıyı içeriden kilitledi. Ben kilit sesini duyunca başımı önümdeki dergiden kaldırıp ona baktım. Daracık odasında birkaç adımda bana ulaşıvermesi işten bile değildi. Eğildi ve dudaklarımı öptü. Bayılacak gibi oldum. Kanım kaynıyordu ama ellerim buz gibi terliyordu. Kasıklarımdaki sızı sadece bugünün sızısı değildi aslında; fakat kalakalmış, gafil avlanmıştım. Oysa bu an aylardır beklediğim andı. Tuzağa düştüğü ilk anda donakalmış av gibiydim. Gözleri kapalıydı öperken. Sonra birden doğruldu. Enerjik adımlarla kapıya seğirtti ve açtı. Bana öğleden sonra işim olup olmadığını sordu. Öğleden sonra danışmanımla olan randevumu hatırladım birden ama kekeleyerek ‘yok’ deyiverdim. Çarşambaları öğleden sonra dersi olmazdı. Saat ikiye kadarki zamanını, soru sormak için gelen lisans öğrencilerine ayırır, ardından da eve giderdi hep. Saat ikiye çeyrek vardı. ‘Hadi çıkalım’ dedi. Çıktık. O günden sonra kelimenin anlamında onun esiriydim. Kocasının adını andırmıyordu bir türlü. Ayrı yaşadıklarını söylüyordu hep. Neden boşanmadıklarını öğrenmek istiyordum. Evlilik düşünmeye başlamıştım. Ama ona bu konuyu açmaya bile cesaretim yoktu. Artık okulda daha seyrek görüşmeye başlamıştık. Geceler gündüzlerin yerini almıştı. Ben doktora tezimi ve hatta danışman hocamın yüzünü bile unutmuştum. Uykusuz geçen geceler tüm enerjimi alıyor, gündüzlerse ya uyuyarak ya da onun hayâlini kurarak geçiyordu. Tutsaklığım her geçen gün biraz daha derinleşiyor ve ben batıyordum. Aşk konusunda söylenen ve daha önceleri uçuk gelen sözlerin ne anlama geldiği artık tereddütsüz kavramıştım. Ben aşkın uçurumunda yuvarlandıkça ondaki aldırmazlık artıyordu. Evet aldırmazlık! Doğrusu onun bu tutumunu tanımlamak için hangi kelimenin uygun olduğunu bile tam bilmiyorum. Sonraları, ilişkimizin önceleri sadece gecelere yayılan yönü, aydınlık saatlere de sarkmaya başladı. Seyrek de olsa bölümdeki odasında bile öpüşmekten öte gittiğimiz oluyordu. Bu durum beni çok korkutuyordu ama esiriydim. Ne isterse ona sunuyordum. Aslında korkum kendi doktoramdan çok onun işi içindi. Ben doktorayı çoktan unutmuştum bile. Artık aklımdan buralarda bir iş bulmayı geçirmeye başlamıştım. City’deki Amerikan bankasında çalıştığım dönemde biriktirdiğim paranın bir kısmını çoktan bitirmiştim. Akademik kariyer benim için cazibesini hâlâ koruyordu ama bu kafayla nasıl akademik kariyer yapılabileceği sorusuna cevap veremiyordum. Bu tabii başlı başına bir tez konusu bile olabilirdi. Dişlek danışmanım Profesör Hamilton’ı her gördüğümde, o daha beni görmeden sıvışacak bir delik buluyordum nasılsa. Aşk ve şehvet dolu, karanlıkla gün ışığının birbirine bulandığı günler hızla geçiyordu. Sarı saçlarımın arasında tek tük görünmeye başlayan ak saçlarımın kaynağı, bu düzensiz hayat ve yaşadığım stres olmalıydı. Ona olan aşkımın doyurulan şehvet yönüne karşı ölesiye aç bırakılan duygusallığı, başlı başına büyük bir dertti benim için. Üstelik geride bıraktığım ve bir daha dönemeyeceğim bir işim ve belki de asla gerçekleştiremeyeceğim kariyer planlarım vardı. Paramın günbegün tükenişi bankadan gelen aylık ekstrelerde görünüyordu ama yazmam gereken tezin sayfa sayısında başlangıçta verdiğim tez teklifinin ötesinde fazlaca bir artış olmamıştı. Kendime acıyordum. Bir bataktaydım ve bir güç beni gittikçe daha da derinlere çekiyordu. Bu karma karışık duyguların içinde sürüklenirken, onun farkettirmeden benden uzaklaşmaya çalıştığını hisseder gibi olmuştum. Yoksa kendi kendime ürettiğim bir korku mu bu dile düşünüyordum ama hayır bu gerçeğin ta kendisiydi. Artık eskisi kadar sevişmek istemiyordu. Ya da eskisi kadar zevk almıyordu sevişirken. Hatta görüşmekten bile kaçınmaya başladığını seziyordum. Fakat o kaçtıkça ben üstüne gidiyordum. Bu durumdan o da acı duyuyordu. Benimse baştan beri duyduğum acıydı zaten.

Bir gün odasına gittim. Normalde o saatlerde hep odasında olduğu halde yerinde yoktu. Endişelendim ve hemen evine telefon ettim. ‘Endişelenme evdeyim. Yorgunum biraz – dinleniyorum’ dedi. ‘Peki’ dedim. ‘Eğer birşey istersen?’ ‘Sağol’ deyip kestirip attı. ‘Geleyim mi’ diye sordum. İstemedi. Üstelemedim. Bunu izleyen günlerde sevişmelerimiz ve görüşmelerimiz iyice seyreldi. Fırsattan istifade kendimi toparlamaya ve daha çok tezime vermeye çalışıyordum ama başarılı olduğum söylenemezdi. Kütüphanede makale toplamanın ve rafların arasındaki gündüz rüyalarımın dışında çok da verimli sayılmazdı bu dönem. Bunalmıştım. Bir gün onu yine olması gereken saatlerde odasında bulamayınca telefon etmeksizin evine gitmeye karar verdim. Yakınlardaki bir köyde oturuyordu. Arabam olmadığı için çok da kolay olmayacaktı bu ziyaret. Genellikle onun arabasıyla birlikte giderdik evine. Tabii beni okulun önündeki otoparktan almazdı arabasına. Ben ondan on dakika önce binadan ayrılır ve kampusun çıkışındaki otobüs durağına doğru yürürdüm hep ve beni sanki otostop yaparcasına alırdı beni arabasına. Zihnimde bulanık düşüncelerle, yine otobüs durağına seğirttim. Üstelik bu kez beni almaya gelmeyeceğini bilerek. Saat başı durağa uğrayan iki katlı Sileby otobüsünün üst katındaki rahatsız koltuğa oturduğumda, onu evde, salonda oturmuş kahvesini yudumlayıp sigarasını içerken ve Klasik müzik dinlerken hayal ediyordum. Mavi gözleri de donuk olmalıydı. Ekimin tipik, yağmurlu bir günüydü. Yol boyunca uğradığımız köylerde yemyeşil çimlerin üzerine yayılmış sarı yapraklar bana kendimi hatırlattı. Bu yapraklar kadar yorgun ve kuruydum. Arabayla yirmi dakikada alınan yolu otobüs ancak kırk beş dakikada alabiliyordu, sürekli durduğu ve yolu birazcık uzattığı için. Bu kırk beş dakika boyunca onu ve kendimi hayal ettim – çoğu zaman birlikte. Bu ziyareti sevişerek tamamlamak istiyordum için için. Aramıza giren soğukluğu savurup atacak kadar ateşli anlar. Duraktan evi beş dakikaydı yürüyerek. Evde ışık yoktu; salonda okuyor olamazdı. Bahçe kapısını geçip kapıya dayandığımda zile bastım. Bekledim ama açılmadı. Fakat evde olduğuna şüphe yoktu; garaja bile sokmamıştı arabasını. Endişelendim. Bahçeye açılan mutfak kapısının yanındaki tuğlalardan birinin arkasında, bu kapıyı açan bir anahtarın olduğunu evinin anahtarlarını bölümdeki odasında unuttuğu bir gün öğrenmiştim. Mutfağa girdim. Evde ebedi bir sessizlik vardı sanki. Korktum. Ya iyi değildi ya da uyuyor olmalıydı. Yatak odasına gitmek istedim. Üst kata çıkan merdivenin ahşap basamakları hep gıcırdardı. Henüz birkaç basamağı çıkmışken sabahlığı içinde bir adamın şaskınlık ve korkuyla bana baktığını gördüm. Ürkmüştüm. Ben merdivenin başındaki yabancıya bakarken birden adamın arkasında o beliriverdi ve bir kahkaha attı. ‘Duncan! Kusura bakma bugün öğleden sonraki toplantımızı unutmuşum. Beni bulamayınca korkmuş olmalısın ama neden bir telefon etmedin?’ Merdivenin başındaki yabancı ve ben şaşkındık. Onun dudaklarından dökülen sözler kulaklarımda inlerken, yaşadığımın rüya olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Konuşmak için dudaklarımın kımıldadığını görünce izin vermedi: ‘Tanıştırayım, kocam’ dedi.” Sustu...

Kahvesi çoktan bitmişti. Barmene bize yeniden bira getirmesini söyledim. Daha fazla sormadım.

© Emin Akçaoğlu

Düş(üş)

Uzun gecenin ardından gün ağarıyordu. Uykususz geçen tüm geler uzundu onun için. Kalkmak istemedi. Bu kez diğer tarafına döndü yatakta. Ellerini birbirine kavuşturup bacaklarının arasına sıkıştırdı. Daha rahat ve güvende hissetti kendini. Gözlerini kıpıştırdı Perdenin aralığından sızan parlak beyaz ışık gözlerini rahatsız etti. Alt kattan sesler geliyordu. Ablası çoktan kalkmış olmalıydı. Ablasını ne kadar çok özlediğini düşündü; “Ne çok özlemişim onu” diye mırıldandı. Kaç sene geçmişti aradan? Yedi mi? Herhalde en az yedi olmalıydı. O zamanlar bekârdı. Şimdi karısı da yolda olmalıydı. “Ben gelmeden gelme” demişti karısına. Onu da çok özlemişti. “Ya annem? Yaşlanmış olmalı... O da Melahat’la birlikte yolda şimdi. Gröüşmemize sadece saatler kaldı.” Yatağın içinden çıkmak istemiyordu ama daha fazla yatamayacaktı da. Azıcık geriye doğru çekti kendini. Yaslanmak için yastığını arkasına aldı ve ellerini başının gerisinde kenetledi. Dün sabah ayrıldığı o büyük Batı şehrini düşündü. Şimdi Doğudaydı; o Batı şehrinden yüzlerce kilometre uzakta. Uçak Londra’yı terkederken seviniyordu ama içindeki burukluğu da bir türlü yenemiyordu. Aktarma yapmak için Roma’ya indiklerinde, o burukluk çoktan büyümüş ve silinmesi kolay olmayacak derin bir özleme dönüşmüştü bile. İşte onbeş yıl süren gurbet ve ayrılık acısı sonlanıyordu azar azar; yerini bir başkasına bırakarak... Batı şehirlerini kimbilir ne zaman tekrar görebilecekti. Yolculuğun Roma’dan sonraki kısmında zihninde hep bu sorularla boğuştu. Rahatlayamıyor, ruhunu rahatlatamıyordu. Tebriz’de kendisini nelerin, nasıl bir geleceğin beklediğinden de pek emin değildi. Sevenlerine kavuşacak olmak yüreğini ısıtıyordu ama. Melahat, ablası, annesi, babası ve kardeşleri... Ya akrabaları? O hiç sevmediği, sevemediği amcası mesela? Büyük halası? O birbirini takip edecek sorgulamalar? O imâlı ve hatta küçümseyen bakışlar? “Bunca yıl gurbette kaldıktan sonra elinde ne var?” derlerdi muhakkak? Elinde kalan nesi vardı sahi? Aşk acısı mı? Melahat’i severdi. “Ona aşık mıyım?” diye geçirdi içinden. “Hayır” demeyi yakıştıramadı kendisine. Fakat içindeki birşey pırpır edip duruyor “hayır”ı koparmak için zorluyordu onu. Daha fazla direnemedi. Gözlerini kapattı.


***

“Adım Maria” dedi kız elini uzatırken.
“Benimki Rahman” diye cevapladı esmer genç. Genç kızın koyu kahverengi gözlerinin içi gülüyordu. Beyaz dişleri siyah pırasa saçlarıyla çevrelenmiş yüzünü her gülüşünde yeniden yeniden ışıtıyordu.
“Nerelisin?”
“İranlıyım. İran Azerbeycan’ından. Tebriz’i duydun mu hiç?”
“Şeyyy - duymadım. Coğrafyam pek iyi sayılmaz zaten.”
“Sen nerelisin peki? İspanyolsun sanırım.”
“Bir bakıma evet. Katalanım ben – Barselona’dan. Sen Barselona’yı biliyorsun değil mi?” Rahman gülümsedi:
“Nasıl bilmem!”

***

Daha fazla yatakta kalmak istemedi. Yatağın kenarına oturdu ve bir süre düşündü. Babası “Oğlum yorgun” dediğini söylemişti. Yalan değildi; yorgundu. Hem de çok yorgun. Belki de tükenişin kıyısında. Bir müddet babasının çiftliğine gidecekti. Orada atlarla meşgul olmak, doğayla avunmak istiyordu. Bir de çiçek yetiştirmek. İngiltere’den beraberinde getirdiği çiçek tohumlarını hatırladı. O çiçekler açtıkça, o Batı memleketini, o Batı memleketindeki acı ve tatlı günleri düşünecekti.

***

Ter boşanıyordu bedeninden. Teni kavruluyordu sanki. Kızı olabildiğine ihtirasla öpüyor; sırtında hissettiği tırnakların acısı arzusunu kabartıyordu. İnledi kız. Gece lambasından yüzlerine yansıyan kızıllığın alevsi görüntüsü ve kavrulan tenleri, sanki bir yurt odasında değillermiş de bir dağ evinde, yanan kütükleri barındıran bir şöminenin yanı başındalarmış hissi veriyordu. Yüzlerinden şehvetin doruklarını henüz ziyaret etmiş oldukları okunuyordu. Boynunun altından dolandırdığı koluyla sıkıca sarıldı kıza. Serbest kalan kolunu başının altına aldı. İçinde ince bir sızı vardı. Melahat’i düşündü. Şuçluluk... Suçluluk... Şuçluluk... Şuçluydu!

***

Ayakları yatmadan önce çıkardıkları terlikleri aradılar. Tekini kolayca buldu. Diğerini ayağıyla bulamayınca yatağın kenarına doğru eğildi altına bakmak için. Üzerindeki mavi pijamayı çekeleyerek doğruldu, öteki terliği de bulduktan sonra. Terlikleri yerde sürüyerek kapıya doğru yürüdü. Kapıyı araladığında taze çörek kokusu burnuna çarptı ilkin. Eve döndüğüne sevindi. “Vatan” diye mırıldandı. Banyoya yürüdü. Alt kattan gelen konuşmalar bir anda kesildi. Duraksamadan banyoya girdi. Merdivendeki ayak sesinin gittikçe yakınlaştığını işitti. Banyonun kapısı tıklandı. Kapının arkasındaki ses “Rahman soldaki sarı havlular temiz; senin için çıkarttım” dedi. “Sağol abla” diye cevapladı. Akan soğuk suya ellerini uzatmadan önce uzun uzun aynaya baktı. Sakalları çıkmıştı. Canı traş olmak istemedi. Aynadaki yüz yorgun görünüyordu. Babasının “Oğlum yorgun” sözü aklına düştü. “Oğlun yorgun baba. Oğlun çok yorgun hem de!” diye geçirdi içinden. O Batı ülkesinde yaşanmış anlardan fotoğraflar gözünün önüne geldi yeniden. Zaman ne kadar acımasızdı. Seneler sanki gün gibi geliyordu geçtikten sonra. On yedi yaşında daha sakalları yeni çıkan bir delikanlıyken ayrıldığı ülkesine, otuz iki yaşında yorgun bir adam olarak dönmüştü. Karmakarışık düşünceler zihninden süzülürken, yüzüne çarptığı bir avuç soğuk su dışarıdaki kışı hatırlattı. Dün gece geç saatlerde geldiği Tebriz’in sokaklarında kar vardı. Oysa Londra yağmurluydu.

***

“Gidecek misin?”
“Evet.”
“Buraya yerleşsen? Birlikte yerleşsek?”
“Kalamam. Evli olduğumu biliyorsun Maria.”
“Boşanamaz mısın?”
Odaya suskunluk çöktü.
“Karımı... Seviyorum... Çıkıp biraz yürüyelim mi? Bu karanlık oda daha da bunaltıyor içimi.”
“Peki çıkalım.”
“Yine yağmur başlamış. Üstüne yağmurluğunu da al.”
“Aldım.”

***

“Beni de sevdiğini söyledin hep.”
“Sana yalan söylemedim hiç.”
“Peki nasıl oluyor bu? Yani hem onu hem beni?”
“Sana aşığım Maria! Melahat’i en baştan beri biliyordun – söyledim sana. Onun bir kabahâti yok. Herşeyden habersiz beni bekliyor.”
“Ya ben? Benim ne kabahâtim var? Bana haksızlık etmiyor musun?”
Soruyu cevaplayamadı. Sustu. Yağmur hızlanmıştı. Parkın çakıl kaplı yolunda yağmura aldırmaksızın ikisi de ağlıyorlardı yürürken. Yağmura karışan göz yaşları yanaklarından sessizce süzülüyordu. Park neredeyse bomboştu. İleride köpeğinin ihtiyacını gidermek için yağmura tahammül etmeye çalışan bir yaşlı kadından ve kendilerinden başka kimse yoktu ortalıkta. Rahman suskundu. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyordu. İçinden kaçıp gitmek geldi. Yakınlardaki istasyona koşup önüne gelen ilk trene atlamalı, tren nereye giderse oraya gitmeli diye düşündü. Maria hıçkırmaya başlamıştı. Omuzlarını tuttu kızın ve kendine doğru çekti, sarıldı. Nisan yağmurları bu yıl daha bir coşkun yağıyordu adaya. Kız hareketsizdi ama hıçkırıyordu.
“Rahman ne olur terketme beni. Bak daha okulun da bitmedi. En azından okulu bitirinceye kadar kal n’olur. N’olur! Rahman suskundu. Maria Rahman’ın suskunluğu’ndan cesaret aldı. Bak okulun çok önemli Rahman. Beni düşünmüyorsan bile okulun bitsin. Azıcık kendini ver tezine.” Rahman Maria’ya sarılmış öylece duruyordu. Rahman susuyor ama Maria’nın her sorusunu, her sözünü içinden cevaplıyordu. “Azıcık kendini versen tezini altı ayda bitirirsin Rahman.” “Mühendislik diploması umrumda bile değil artık.” Yağmurun gürültüsü Maria’nın hıçkırıklarını bastırıyordu.

© Emin Akçaoğlu

18 Temmuz 2008 Cuma

Düş Kabinleri

Temmuz sıcağında su yoktu! Musluğu açtığımda gelen ses sadece: Tıssss! “Havuza mı gitsem ne?” dedim kendi kendime. Havuz çantamı kaptım ve yürümeye başladım. Apartmanların bakımlı bahçeleri harabeye dönüşmüştü; ne çiçek kalmıştı ne de çim. Yokuşu inip de üniversite kampusunun nizamiyesinden geçince rüzgârda salınan dallar arasında yürüyerek on dakika sonra havuzdaydım. Binanın önündeki masalardan birine oturup nefeslenmek istedim. Kirli beyaz tasmasız bir köpek gelip yattı masamın kenarına. İrkildim.


Köpeklerden çekinmek gerek, nemelazım. “Hoşt” der gibi oldum. “Hoş bulduk” dedi köpek. Kulaklarıma inanamadım. “Ama sen ko…” “Evet konuşurum ben. Bütün köpekler gibi yani.” “Öyyyle miiii?” “Hav” dedi bu kez. “Otursana” dedim. “Peki” dedi. Karşımdaki sandalyeye özenle kurulup bacak bacak üstüne attı. “Ben gazoz içeceğim. Sen de içer misin?” dedim. “Teşekkür ederim. Yerine bir Türk kahvesi söylesen bana.” “Nasıl istersen” dedim. “Şey, sigarayla iyi gidiyor da” dedi. Şaka yapıyor sandım. Kahve gelince elini göğsüne uzattı ve tüylerinin arasından bir paket sigara çıkarıp masanın üzerine koydu. “İçersen yak bir tane” dedi. Paketin üzerinde kocaman harflerle ‘Sigara öldürür’ yazıyordu. Pakete dehşetle baktığımı görünce “Kimin umrunda!” diye hırıldadı. “Benim” dedim. Kibriti çaktıktan beş saniye sonra duman köpek dişlerinin arasından sızmaya başlamıştı bile. “Nereden geldin?” dedim. “Londra’dan” dedi. “Gemiyle mi?” “Hayır, yüzerek” “Nasıl yani?” “Şeyyy, Biraz garip ama… Yine kahve içiyordum. Birden fincanın içine düştüm. Fincanın kenarı çok dik ve kaygandı; çıkıp tutunamayınca son bir gayret daldım. Derinde fincanın sapının olduğu yerden ışık geliyordu. Sapın içine doğru yüzdüm. Çıktığımda İstanbul’daydım.” “Peki sonra?” “Sevdim İstanbul’u. Deniz vardı ama su yoktu. Musluklarda hep aynı ses: Tıssss. Biraz gezince yeter dedim. Haydarpaşa’dan trene atladım. Lokomotifte makinistlerin yanında iyiydi yolculuk. Bir de baktım Ankara’dayım. Gelmez olaydım. Susuzluk burada oradakinden betermiş meğer. Sabah kalkınca musluğu açıyorum: Yine tıssss! İnanır mısın; pirelerim bile beni terk ettiler. Sonra bu havuzu buldum ama içeri giremiyorum.” “Hoşça kal. Ben içeri giriyorum” deyip kalktım. “İyi ki içeri giremiyorsun” dedim içimden.

Duş kabinlerinin önü çok kalabalıktı. Duşunu alan yeniden soyunma kabinlerine dönüp, giyinip çıkıp gidiyordu. Bir anlam veremedim. Sıram gelince duşumu alıp havuza yöneldim. Havuzun mavi seramiklerinde masmaviydi su. Ama tenhaydı. Üç beş kişi belki. Duşların önündeki kalabalık aklıma geldi. Duş kabinlerinin düş kabinleri olarak kullanıldığını anladım. Aldırmadım. Suya sırtüstü yattım. Ohhh: Huzurlu bir serinlik… Birden gözüme suya terkedilmiş bir mavi sünger makarna ilişti. Makarnanın mavisi suyun mavisinden açıktı. Onda beni çeken birşey vardı nedense. Elimi uzattım. “Hadi sırtıma bin” diye fısıldadı. Şaşkın kalakalmıştım. “Ne duruyorsun; hadi” dedi. Bindim. Kalçasını okşadım. Kulvarın içinde ilerlemeye başladık. Hoşuma gitmişti. “Daha hızlı gidelim” dedim. Pek oralı olmadı. Kalçasını çimdikledim. Hızlandı. Elli metreyi bir çırpıda alıverdi kulvarın sonunadek. “Hadi atla. Diğer kulvara geçelim” dedim heyecanla. Çimdiğimi yemeden sözümü tuttu bu kez. Bir elli metre daha. Sonra yeniden yeniden yeniden başka bir kulvar. Havuzun karşı köşesine vardığımızda çok yorulmuştu makarna. “Yoruldun mu?” dedim. Cevap veremedi, derin derin solumaktan. Dili iyice dışarı uzamıştı. “Susadın mı?” dedim. Başını salladı. “Hadi iç” dedim. Dudaklarını havuza daldırdı ve içmeye başladı. Suyu emdi emdi emdi. Havuzdaki su seviyesi her emişinde biraz daha düşüyordu. Çok geçmeden zemine kadar inmiştik bile. Benle beraber oradaki diğer üç beş kişiden kimi sırtüstü kimi yüzüstü yatıyordu şimdi havuzun dibinde. Şaşkın gözlerle bana bakıyorlardı. Mavi makarna bir yılan edasıyla kıvrılıp uzadıkça uzamıştı altımda. “Sen ne yaptın?” dedim. “Özür dilerim” dedi, “Elimde değildi; çok susamıştım. Sen iç deyince duramadım.” “Peki şimdi ne yapacağız?” diye mırıldandım. “Bilmem” dedi. Aklıma çok iyi bir fikir geldi birden. “Çatıya kadar uzanabilir misin?” dedim. “Tabii” dedi. “Uzan ve başını yukarıdaki pencereden çıkar lûtfen. Sonra suyu dudaklarını kısarak ve başını sürekli çevirerek dışarı püskürt.” İsteksiz isteksiz baktı bana. “Bana bak makarna” dedim ve kaşlarımı çattım. “Peki” dedi ve yaptı dediğimi.

Dışarı çıktım. Yağmur çiseliyordu. Güneş parlıyordu. Bulutsuz gökyüzündeki gökkuşağı uzaktaki semtlerden birine dayamıştı sol ayağını. Üstünden kayasım geldi. Başımı kaldırıp çatıya baktım. Mavi makarna fırıl fırıl dönüyordu. Sırılsıklam olmuştum ama istifimi bozmadım. “Yağmuru meğer ne kadar özlemişim…” diye geçirdim içimden. Binanın önünde Londralı köpek sırılsıklam dansediyordu. Bana göz kırptı muzipçe. Yürüdüm...

Bu öykü daha önce Ankara Life Dergisi'nin Ekim-Kasım 2007 sayısında yayınlanmıştır.

© Emin Akçaoğlu

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Bir ‘Çokuluslu Şirketler Araştırma Merkezi’ Kurulması Önerisi


Önerinin gerekçesi

Günümüzde uluslararası ekonomiyi ve hatta ulusal ekonomileri çokuluslu şirketleri dikkate almaksızın çözümlemek imkânı kalmamıştır. Aynı doğrultuda Türkiye ekonomisinin dinamiklerinin izlenmesi ve ekonomik politika önerileri geliştirilmesi mutlak surette çokuluslu şirket faaliyetlerinin izlenmesini ve incelenmesini gerektirmektedir. Konu ‘yabancı sermayeli yatırımların ülkemize çekilmesi’ ve son yıllarda ‘Türk firmalarının da yurt dışında yatırıma yönelmesi’ ile ilgili olarak Türkiye’nin gündeminde de ön sıralarda bulunmakla birlikte gereğince araştırılmamaktadır. Bu bakımdan hem ülkemizde faaliyette bulunan Türkiye dışından çokuluslu şirketlerin hem de geçtiğimiz yirmi yıllık dönemde hızla gelişme kaydeden Türk çokuluslularının faaliyetlerinin araştırılması için özel amaçlı bir araştırma merkezinin kurulmasında büyük yarar görülmektedir. Bilindiği kadarıyla Türkiye’de herhangi bir üniversite, kurum, kuruluş ya da sivil toplum örgütü bünyesinde bu amaçla çalışan bir araştırma merkezi bulunmamaktadır.

Merkezin amacı

Kurulması durumunda merkez, çokuluslu şirketlerin faaliyetlerini özellikle Türkiye ekonomisi bağlamında izlemelidir. Bu kapsamda çokuluslu şirketlerin Türkiye’deki faaliyetlerinin genel ekonomik yapı, bölgesel, sektörel, endüstri ve şirket bazında sağladıkları katkılar ve yarattıkları sakıncalar ile Türkiye orijinli çokuluslu şirketlerin Türk ekonomisine katkıları ile yarattıkları sakıncalar araştırma projeleriyle incelenmelidir. Dolayısıyla, çokuluslu şirketlerin yurt içindeki ve yurt dışındaki faaliyetlerinden azami ölçüde faydalanılabilmesi için kapasite geliştirme yönünde politika önerilerinin geliştirilmesi bu merkezin başlıca amacı olmalıdır. Benzer şekilde, küçük ve orta ölçekli firmalar başta olmak üzere her ölçekteki Türk firmasının uluslararasılaşma süreçlerinin izlenmesi ile bu yönde hükümete, ilgili kurum ve kuruluşlara ve firmalara sunulmak üzere rekabet stratejileri önerileri geliştilmesi de merkezin amaçları arasında yer almalıdır.

Merkezin faaliyetleri

Merkez amaçlarına erişmek için araştırma projeleri geliştirmeli ve yürütmelidir. Araştırma projelerinin sonuçları bazı durumlarda bedeli karşılığında, kamusal politikalar söz konusu olduğunda ise hükümet organları ve kamuoyu ile bedelsiz olarak paylaşılmalıdır. Bu çerçevede merkez, araştırmalarının sonuçlarını kitap, rapor veya tartışma tebliği formunda yayınlamalıdır. Merkez ayrıca ulusal ve uluslararası toplantılar düzenlemeli; faaliyet konuları üzerinde araştırmacıları, akademisyenleri bir araya getirmeli ve kamuoyunu bilgilendirmelidir.

Sözü edilen amaçlar doğrultusunda çok önemli iki çalışma yapılmalıdır: Bunlardan birincisi bir veri tabanı oluşturulması, diğeri ise bir ihtisas kütüphanesi kurulmasıdır.

Çokuluslu Şirketler Ulusal Veri Tabanı

Bu veri tabanı Türkiye’de faaliyeti bulunan çokuluslu şirketler ile Türkiye orijinli çokuluslu şirketlerin başka ülkelerdeki faaliyetlerinin elektronik bilgi-işleme teknolojilerinin imkânlarıyla hem sayısal (istatiksel) hem de niteliksel düzeyde izlenebilmesine imkân sağlamalıdır.

Çokuluslu Şirketler İhtisas Kütüphanesi

Merkez bir ‘çokuluslu şirketler ihtisas kütüphanesi’ oluşturmalıdır. Merkezin bir üniversite bünyesinde kurulması durumunda bu ihtisas kütüphanesi mevcut üniversite kütüphanesi içinde ayrı bir bölüm biçiminde organize edilebilir. İhtisas kütüphanesine merkezin faaliyet konularına giren her türlü basılı ve elektronik yayın temin edilmelidir.

Merkez ayrıca üniversitelerde, çokuluslu şirketler, doğrudan dış yatırımlar ve uluslararası ticaret alanlarında Türkiye’nin kamu ve özel sektörde ihtiyaç duyduğu personelin (örneğin ticari diplomatların) yetiştirilmeleri için lisans üstü ve uygulamalı eğitim programları geliştirmeli ve/veya bu tür programları desteklemelidir.

Bunların dışında merkez, konu ile ilgili faaliyeti bulunan ulusal (örneğin Türkiye Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı) ve uluslararası (örneğin UNCTAD, FIAS vb.) kuruluşlarla işbirliği imkânları geliştirmelidir.

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Merdiveni Tırmanmak: Türk firmalarının markalaşma yoluyla küresel değer zincirinde terfi girişimleri


Emin Akçaoğlu ve Ramazan Aktaş


Marka, katma değer ve küresel değer zinciri

‘Marka’ kavramı son yıllarda Türk iş dünyasının gündemindeki en popüler konulardan biri haline gelmiştir. Oysa bu kavram hiç de yeni olmadığı gibi önemini bütün zamanlarda korumuştur. O halde Türkiye’de konuya gittikçe artan bir ilgiyle yaklaşılmasının sebepleri üzerinde dikkatle durulmasında yarar vardır. Durumu gereğince anlayabilmek için öncelikle ‘değer’, ‘katma değer’ ve ‘küresel değer zinciri’ kavramları üzerinde durulmalıdır. Bu tür bir çabaya girişmeden önce elbette ‘marka’ kavramının da açıklığa kavuşturulması gerekir. Bir markanın ne olduğu hakkında çok şey söylenebilmekle (Aaker, 1991) birlikte; Stobart (2002) tarafından verilen yalın tanım, kavramı burada üstünde durulmak istenen yönüyle ortaya koymaktadır: Marka basit bir anlatımla bir şişe şekerlenmiş ve esanslanmış gazlı su ile bir şişe Coca Cola arasındaki farktır. Bu tanım bile ‘değer’ ve ‘katma değer’ kavramlarına işaret etmektedir. İşletme disiplininde ‘değer’, mal ya da hizmet biçimindeki bir ürün için ürünün nihai kullanıcısının ödemeye razı olacağı tutar biçiminde tanımlanabilir. Dolayısıyla işletmenin kâr elde edebilmesi ancak, tanımlandığı anlamıyla ürünün değerinin üretimi için katlanılması gereken maliyetin aşılması şartına bağlıdır (Channon, 1998). O halde bu ikisi arasındaki fark, işletmenin yarattığı ‘katma değer’dir. Bu hususlarla birlikte üretim süreci düşünüldüğünde ise ‘değer zinciri’ kavramı belirginlik kazanmaya başlamaktadır. Değer zinciri farklı disiplinlere mensup yazarlar tarafından farklı adlandırmalarla ele alınmıştır. Kavramı işletme literatüründe ilk kullanan Michael E. Porter’dır. Öte yandan Gereffi (1995) kavramı uluslararası boyutta, küresel meta zinciri (global commodity chain) adı altında ve sosyolojik yönüne vurgu yaparak ele almıştır. Porter (1985) Rekabetçi Avantaj (Competitive Advantage) adlı kitabında bir firmanın “değer zinciri”ni kendi organizasyonu içinde nasıl oluşturduğunu ortaya koymuş ve kavramı küresel rekabet stratejisi - üretim maliyeti konusu içinde ele almıştır. Bu bağlamda Porter (1994) firmaların önünde ‘düşük maliyete’ veya ‘farklılaştırmaya’ dayanan iki temel rekabet stratejisi seçeneği bulunduğunu ileri sürmüştür.

Türk firmalarının marka yaratma yönündeki girişimlerini çözümleyebilmek bakımından ‘küresel değer zinciri’ kavramı büyük önem taşımaktadır. Çağımızdaki yapısıyla herhangi bir ürün için değer üretimi süreci genellikle sadece tek bir ülke üzerinde yerleşimle sınırlı kalmamakta; üretim süreci pekçok alt aşamaya ayrılarak farklı ülkelerde yerleşik çok sayıda firmanın katıldığı bir işbölümü bağlamında bütün dünya coğrafyası üzerine yerleştirilebilmektedir. Bir başka ifadeyle bazı firmalar, kontrol ettikleri bir değer üretim zincirini/sürecini parçalayarak, herbir bölümü ya kendilerine sermaye bağıyla bağlı başka firmalar arasında ya da kendi bünyeleri dışında olmakla birlikte kontrol edebildikleri tedarikçi/taşeron konumundaki firmalar arasında, ulusal ya da uluslararası düzlemde dağıtabilmektedirler (Kaplinsky, Morris, 2000). Bilişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, bu türden organizasyonlara girişebilen firmaların, kendi ülkeleri dışındaki coğrafyalarda yerleşik bağlı firmaları yönlendirmelerini, kontrol ve koordine etmelerini eskiye kıyasla çok kolaylaştırmaktadır. Bu yolla farklı ülkelerde ya da farklı bölgelerde bulunan bağlı firmalarda aynı fonksiyonların yinelenmesi gibi etkinlik azaltıcı unsurlardan kaçınarak, birim maliyetlerinin asgariye indirilmesi mümkün olabilmektedir (Dicken, 1998; Kaplinsky ve Morris, 2000). Bu anlamda, Bir ülkede yerleşik bir firma, değer zincirinde – örneğin – sadece pazarlama ve satış fonksiyonlarını üstlenebilir; buna karşılık fiziksel üretimi (imalâtı) bir başka ülkede yerleşik ikinci bir firmaya yaptırabilir. Bu iki firma arasında sermaye ortaklığı gibi bir ilişki olabileceği gibi bu tür bir ilişkinin varlığı da bir zorunluluk değildir. Böyle bir durumda, ilk ülkede yerleşik olan firma ürünü geliştirmekte, marka yaratmakta, daha sonra bu ürünü diğer ülkede yerleşik diğer firmaya fason olarak imâl ettirip, kendi ülkesinde kurduğu satış-dağıtım kanalı aracılığıyla tüketiciye sunabilmektedir. Görüldüğü gibi, firmalar dışa iş verme (oursourcing) yoluyla başka firmalarla işbirliği içine girerek, özellikle rekabetçi (üstün) oldukları alanlarda (segment) uzmanlaşabilmektedirler. Küresel rekabet arttıkça bu tür stratejiler daha yaygın kabul görmektedir.

Aslına bakılırsa, belki de ilk sorulması gereken soru şudur: Mal üretmek ne kadar önemlidir? Sınaî mal üretiminin artık eskisi kadar önem taşımadığı; bir zamanlar sadece sanayileşmiş ülkelere özgü oldukları düşünülen bazı teknolojilerin günümüzde gelişmekte olan ülkelerce de kolaylıkla kullanılabildiği ve bir zamanlar sadece sanayileşimiş ülkeler tarafından üretilen pekçok malın (tekstil, hazır giyim ve hatta elektronik eşya en iyi örneklerdir) üretiminin gelişmiş ülkelerce gelişmekte olanlara terkedildiğini gösteren pekçok örnek bulunmaktadır. Özellikle Çin’in ve Güneydoğu Asya’daki Hindistan, Pakistan, Bangladeş gibi temelde ucuz işgücüne dayanan bir küresel rekabet stratejisini benimsemiş olan diğer ülkelerinin varlığı, önerdiğimiz bu görüşü desteklemektedir. Öyleyse sorulması gereken ikinci soru şu olabilir: Sınaî üretimin görece geri ülkelere kayması bu ülkeleri ne ölçüde zenginleştirmektedir? Konuya bu yönüyle bakılınca, örneğin ihracat artışının her zaman kazanç (en azından ‘yeterince kazanç’) anlamına gelmeyebileceği; bazı şartlar sağlanmadıkça üretimde, istihdamda ve ihracatta sağlanan artışın aslında büyük oranda yurt dışına kaynak transferiyle sonuçlanabileceği ileri sürülebilir. Dolayısıyla küresel değer zinciri üzerindeki uluslararası işbölümünün niteliğinin değerlendirilmesi, Türk firmalarının zincire hangi konumda eklemlenebildiklerinin araştırılmasını gerektirmektedir (Amsden, 2001; Humphrey, Schmitz, 2001).

Öte yandan değer zincirinin – katma değerin görece düşük olduğu – alt katmanlarındaki bazı firmalar, üst katmanlara çıkma, bir başka ifadeyle ‘terfi’ etme (yükselme) çabasındadırlar. Bu çerçevede firmalar, kendi faaliyet alanlarındaki üst fonksiyonları artan ölçülerde içselleştirmek isterler. Örneğin, fiziksel üretimin ötesinde pazarlama, satış-dağıtım ve satış sonrası hizmetler gibi fonksiyonları kendi bünyelerine katabilirlerse, bu fonksiyonları yürütme becerisine sahip olan başka firmalara daha az bağımlı hâle gelerek bunlara aktarmak zorunda kalacakları değeri yine kendi bünyelerinde tutabilirler. Sözü edilen süreçte görece başarılı firmaların, zinciri kontrol eden firmanın altında erişebilecekleri son aşama, yukarıda değinilen ‘nihaî / komple ürün üretebilir’ (OEM – original equipment manufacturing, full-package manufacturing) firma /imalâtçı olma aşamasıdır. Bundan sonraki aşama ise genellikle OBM (original brand-name manufacturing) kısaltmasıyla bilinen aşamadır ki bu aşamaya erişebilen firmalar kendilerine ait markalar altında üretim yapmakta; dolayısıyla zinciri kontrol eden firma konumuna yükselmektedirler (Dicken, 1998; Kaplinsky, Morris, 2000). Burada hemen, küresel değer zincirinde ‘terfi’ konusunu tek başına ‘markalaşma’ konusuyla ilişkilendirmenin yeterli olmayacağı; konunun ‘araştırma – geliştirme’, ‘dış yatırım’ ve ‘stratejik ortaklıklar’ gibi başka konularla da çok yakından ilişkili olduğu ve bir firmanın uluslararası rekabet stratejisini, tüm bu hususları dikkate alarak şekillendirmek gerekliliği not edilmelidir.

Türk ekonomisinin dönüşümü

Türkiye ekonomisinin 1980’li yılların başına kadar yaşadığı bunalımların esasen ‘döviz darlığı’ ile ilişkilendirilmesi, ekonomik yapının ihracata yönelerek yeniden yapılandırılması durumunda bu tür sorunların kalıcı biçimde sonlandırılabileceği inancını yerleştirmiştir. Dolayısıyla 24 Ocak 1980 Kararları öncesinde dışa kapalı ithal ikameci tercihin hâkim olduğu Türk ekonomisinde; bu tarihte ‘ihracata dayalı büyüme’ olarak adlandırılan, özellikle dış ticaretin serbestleştirildiği ve teşvik edildiği bir döneme girilmiştir. Bu dönemde devletin uygulamaya soktuğu çeşitli türde teşvik tedbirlerinin de katkısıyla firmaların ihracat performansları çarpıcı ölçüde iyileşmiş; Türkiye’nin 1980 yılı sonunda 3 milyar 910 milyon dolar olan toplam ihracatının 2005 sonunda on sekiz kattan fazla bir artışla 70 milyar doları aşması beklenmektedir. Ayrıca, Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu 1989 yılında alınan 32 Sayılı Karar ile değiştirilmiş ve Türkiye ile dışı arasındaki sermaye hareketlerini kısıtlayan düzenlemeler yürürlükten kaldırılmıştır. Bunun yanı sıra, Avrupa Birliği ile imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması 1996 yılının başında uygulamaya sokulmuş ve Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisiyle bütünleşme süreci büyük ölçüde tamamlanmıştır. Böylelikle Türkiye ekonomisi dünya ekonomisiyle tamamıyla bütünleşerek küresel ekonomik sisteminin bir parçası hâline gelmiştir. Ulusal ekonominin dünya ekonomisiyle bütünleşmesi, bir bakıma yerli firmaların kendi sektörlerindeki rekabet güçlerine bağlı olarak küresel üretim sürecinde rol üstlenmeleri anlamına gelmektedir. Sözü edilen rolün sistem içinde yer aldığı aşama, firmaların yaratılan toplam değerden aldıkları payın da belirleyicisidir.

Sözü edilen ekonomik yapı dönüşümünün Türk firmalarının faaliyetleri ve rekabet güçleri üzerinde büyük ve kalıcı etkiler yaratması kaçınılmazdır. Seksenli yıllardan önce, iç pazar için ve koruma duvarları ardında yüksek kâr oranlarıyla çalışan Türk firmaları; yirmi yıla sığan görece kısa sayılabilecek bir süreç içerisinde, ulusal pazarın dünyayla bütünleşmesi sonucunda yeni rekabet stratejleri geliştirmek zorunda kalmışlardır. Özellikle Gümrük Birliği’ne girildiği 1996’dan sonra rekabet koşullarının benzeşmesiyle, yerli firmalar için ‘iç pazar – dış pazar ayrımı’ bile anlamını yitirmiştir. Bir başka ifadeyle bu tarihten sonra yerli firmalar – normalde – dış pazarlarda rekabet ettikleri yabancı firmalarla, iç pazarda da rekabet etmek zorunda kalmışlardır. Bununla birlikte, Türk firmalarının 1980’i izleyen on beş yıl zarfında ihracat yoluyla dış pazarlara yönelmeleri, bu tecrübeyi edinmiş olan firmaların yeni rekabet koşullarına daha hızlı uyum sağlayabilmelerine imkân sağlamıştır.

Özellikle tekstil, hazır giyim, kahverengi ve beyaz eşya sektörlerindeki dışa açılma süreci, Türk firmalarının genellikle dünya çapında örgütlenmiş değer üretim zincirlerine eklemlendiklerini göstermektedir. Bu dönemde, örneğin tekstil ve hazır giyim sektörlerindeki pek çok yerli firmanın, dünyanın büyük firmalarına fason üretim üretim yaptıkları görülmektedir. Aynı durum – örneğin – kahverengi ve beyaz eşya üreten Türk elektronik firmaları için de geçerlidir. Söz konusu yerli firmalar, tedarikçisi oldukları yabancı firmalar için imalât / fiziksel üretim yaptıkları ve nihaî toplam katma değerden aldıkları payın görece düşük olduğu aşamalarda, öncelikle üretim standartları / yüksek kalitede üretim yapabilmenin gerekleri konusunda tecrübe kazanmışlardır. Bunun yanı sıra bu firmalar, alıcı konumundaki yabancı firmalardan bu firmaların dünya ölçeğinde oluşturdukları üretim ve pazarlama–dağıtım şebekelerinin işleyişi hakkında da bilgi edinmişlerdir. Bu hususlarda en üst düzeyde ilerleme kaydedebilen firmalar, alıcı yabancı firmalar ile ilişkileri bakımından ‘nihaî / komple ürün üretebilir’ firmalar konumuna gelmişlerdir. Bu hayli üst aşamada bile karşı karşıya kalınan gerçek, nihaî toplam katma değerden alınan payın görece düşük kaldığı ve en büyük payın, alıcı konumundaki ve fiziksel üretimden daha başka faaliyetleri yürütebilme becerisine sahip firmalar tarafından elde edildiği gerçeğidir. Bir başka ifade ile herhangi bir ürün ele alındığında, o ürünün uluslararası değer zincirini kimin kontrol ettiğine bağlı olarak; kontrol gücüne uzak alt aşamalarda faaliyette bulunan firmalar esasen, kontrol gücüne sahip üst aşamalardaki – yabancı – firmalara değer transfer etmektedirler. Türk ekonomisinde yaşanan dönüşümün yarattığı yeni koşullar, yerli firmaları son on yılda burada sözü edilen konuları algılamaya ve buna uygun stratejiler geliştirmeye zorlamaktadır (Schmitz, Knorringa, 2000).

Türklerin markayı ‘yeniden’ keşfi

Yukarıda çizilen çerçeve içinde küresel değer zincirlerine, nihaî toplam katma değerden daha yüksek oranda pay alınabilecek aşamalarda eklemlenilmesi konusu, marka inşaası konusu da dikkate alınarak gözden geçirildiğinde açığa çıkan sonuç, Türk firmaları arasındaki markalaşma girişimlerinin bir tercihten daha çok bir zorunluluk olduğunu ortaya koymaktadır. Bu anlamda markalaşmak, küresel değer zincirinde üst aşamalara terfi etmek ve yaratılan değeri daha yüksek oranda firma (ve hatta firmanın yerleşik olduğu ülke) bünyesinde tutmak demektir. Bu durumun tersinin ise markalaşmamak ya da markalaşamamak sonucunda açığa çıkacağı ileri sürülebilir. Hatta sadece uluslararası pazarlara yönelik ihracat gücünün korunabilmesi ve pekiştirilebilmesi bakımından değil; bizzat dış pazarın uzantısı haline gelmiş bulunan ulusal pazarın korunabilmesi açısından da markalaşmaya ihtiyaç bulunmaktadır. Çünkü Türkiye gibi kalabalık ülkeler söz konusu edildiğinde, iç pazarın önemi de unutulmamalıdır. Üstelik – yukarıda da değinildiği gibi – Türk ekonomisinin dünya ekonomisiyle tamamen bütünleşmesiyle, rekabet koşulları bakımından iç pazar ve dış pazar arasındaki ayrım silikleşmiş; iç pazar dış pazarla bütünleşerek eski özelliklerini yitirmiştir. Bir başka ifadeyle iç pazar uluslararası pazarın bir uzantısı haline gelmiş; iç pazardaki rekabet koşulları uluslararası pazardaki rekabet koşullarıyla ‘aynılaşmıştır’. Öyleyse Türk firmaları yabancı rakipleriyle rekabet edebilmek için iç pazarda bile onların sahip oldukları rekabetçi üstünlükleri edinmek zorundadırlar. Bu şartlar altında Porter (1994) tarafından önerilen stratejiler dikkate alındığında, yakın zamana kadar ön planda bulunan “düşük maliyetlere” dayalı stratejilerin, Çin başta olmak üzere düşük ücretli emeğin kolaylıkla temin edilebildiği ülkelerden çıkan firmaların rekabeti karşısında anlamını yitirdiği ortadadır. O halde “farklılaştırmaya” dayalı stratejilerin benimsenmesi kaçınılmaz hâle gelmekte ve bu kapsamda da farklılaşmayı mümkün kılabilmek bakımından markalaşma, kalite, yeni satış ve dağıtım kanalları oluşturma, dizayn ve ürün geliştirme gibi konular büyük önem kazanmaktadır.

Türk firmaları bazı sektörlerde belirgin olarak durumun farkına varmış ve bu yönde bir stratejik davranış kalıbı geliştirmiş görünmektedir (Borça, 2003; Eskin, 2002; Ekonomik Forum, 2003; Kantarelli, 2002; 2003; Kent, 2002; Zorlu, 2003). Tekstil, hazır giyim ve elektronik sektörlerinde faaliyette bulunan firmalar bu konuda en iyi örnekleri sergileyen firmalardır. Elbette markalaşma çabaları sadece bir logo ve isim üretilmesinden ibaret de değildir. Bazı durumlarda markalaşmaya çalışan firmanın kendi kontrolünde bulunan bir pazarlama dağıtım ağı da kurması gerekebilmektedir. Çok sayıdaki Türk hazır giyim firmasının markalaşma gayretleri de bu yönde bir stratejinin benimsenmesi gerektiğinin örneklerini ortaya koymaktadır. Bu firmalar çoğu zaman kendi ürünlerini satan mağaza zincirleri de kurmaktadırlar (Akçaoğlu, 2005; Culpan, Akcaoglu, 2003). Özellikle büyük ölçekli firmaların bu konudaki çabaları belirgindir. Türkiye beyaz ve kahverengi eşya üretiminde olağanüstü bir aşama kaydetmiştir. Bugün Avrupa’da satılan her üç televizyondan ikisi Türkiye’de üretilmektedir. Aynı durum tekstil ve hazır giyim sektörleri düşünüldüğünde yine aynı doğrultudadır. Bu firmalar ya marka oluşturma ve geliştirme yönünde büyük bütçeli çalışmalara girişmekte ya da doğrudan doğruya bilinen yabancı markaları satın alma girişiminde bulunmaktadırlar. Örneğin, Koç grubuna bağlı olan Arçelik ve Beko, özellikle Avrupa ülkelerinde tanınan beyaz ve kahverengi eşya markalarını satın alma çabası içindedir. Arçelik’in satın aldığı markalar arasında Alman beyaz eşya markası Blomberg, Avusturya markaları Elektra-Bregenz ve Tirolia, İngiliz markaları Leisure ve Flavel ile Romen markası Arctic bulunmaktadır (Arçelik, 2003). Beko, dünyaca ünlü Alman markası Grundig’i, İngiliz elektronik firması Alba ile yarı yarıya ortaklık kurarak satın almıştır (NTVMSNBC, 2004). Koç Holding A.Ş. Dayanıklı Tüketim Kurulu Başkan Yardımcısı Nedim Eskin’e göre: “Henüz uluslararası olamamış, ya da olma yolundaki firmaların amacı, rekabetçi ekonomik büyüklüğe ulaşmaktır. Büyüme ihtiyacı şu nedenlerden doğmaktadır: 1) Kendi ülkesindeki pazar payını büyütmek ve sağlamlaştırmak. 2) Uluslararası markaların rekabetine karşı koyabilecek maliyet avantajına sahip olmak. 3) Kendi ülkesindeki ya da herhangi bir pazardaki olası ekonomik resesyonların etkilerini diğer pazarların getirisiyle giderebilmek. 4) Dış pazarlardaki faaliyet ve ilişkilerin getireceği teknolojik etkileşimden faydalanmak, dünya teknolojisine entegre olmak. 5) Uluslararası olmanın getireceği sosyal statüye sahip olmak. [Koç Grubu’na] göre dış pazarlara açılarak ekonomik büyüme sağlamanın tek yolu global markalar yaratmak ya da bu tür markalara sahip olmaktır” (Eskin, 2002). Türk bira üreticisi Efes de kendi ülkelerinde tanınan yabancı markaları satın almaktadır. Örneğin, Rusya’da Stary Melnik, Ukrayna’da Chernomor, Kazakistan’da Karagandinskoe, Romanya’da Caraiman ve Moldova’da Vitanta; Efes’in farklı ülkelerindeki faaliyetlerinde kullandığı markalardır (Kent, 2002; Efes, 2004). Yine bu konuyla bağlantılı olarak, konfeksiyon firmalarının kendi markalarıyla yurt dışında mağazalar açtıkları görülmektedir. Sarar, Vakko, Mavi Jeans, Beymen, Ramsey gibi pekçok Türk firması ABD, Avrupa, BDT ve Ortadoğu ülkelerinde mağazalar açmışlardır. Mavi Jeans Genel Müdürü Nurettin Kantarelli kendi firmasının bugün eriştiği süreci şöyle özetlemektedir: “[…] Sait Akarlılar 1984 yılında Erak’ı kurdu. Erak, Avrupa’ya yönelik fason üretimle deneyim kazanarak, dünyaca ünlü markalara üretim yapmaya başladı. Bu arada Türkiye’de çok kaliteli denim kumaşı da üretilmekteydi. Teknolojik gelişmeleri sürekli takip eden Erak çok kaliteli ve hızlı üretim yapıyor, bir yandan da elindeki ihraç fazlası ürünleri fabrika mağazasına satıyordu. Hatta fazla kumaşları değerlendirmek üzere ürettiği blue jean’lere yeni isimler verip, ihraç fazlası ürünlerle birlikte sunuyor, satış denemeleri yapıyordu. Bu satış denemelerinin hiçbirinde markalaşma çalışması olmadığı halde çok iyi sonuçlar verdiğinin görülmesi üzerine, Erak 1990’lı yıllarda kendi markasını yaratmayı düşünmeye başladı ve bu, o büyük yolculuğun başlangıcı oldu” (Kantarelli, 2003).

Öneriler

Görüldüğü gibi, başta markalaşma konusu olmak üzere ürün geliştirme ve dizayn gibi toplam katma değerden daha yüksek paylar alınmasını mümkün kılabilecek stratejilerin seçimi bir tercih değil, bir zorunluluktur. Bu zorunluluk, çeşitli sektörleriyle Türk iş dünyası tarafından iyi algılanmış ve bütünüyle kavranmış gözükmektedir (Tan, 2001; Ercan, 2002).

Marka yaratılması ve araştırma-geliştirme gibi girişimlerin – en azından bir aşamadan sonra – büyük malî kaynaklar gerektirmesi sebebiyle kolay olmadıkları ortadadır. Bu bakımdan, özellikle küçük ve orta ölçekli firmaların, sahip oldukları kısıtlı kaynaklarını sermaye şirketi biçimindeki organizasyonlar bünyesinde birleştirmeleri bu amaçla yürütülen çabaları kolaylaştırabilir. Küresel değer zincirlerinde, katma değerin görece düşük fakat fiziksel üretimin esas olduğu aşamalarından daha üstte bulunan aşamalara ‘yükselmenin’ bu tür bütünleşmelere girişen tüm taraflara çok daha yüksek oranda paylar getirebileceği düşünülmektedir.

Kaynaklar

Aaker, D.A. (1991). Managing Brand Equity – Capitalizing on the Value of a Brand Name, The Free Press, New York, 299 sayfa, 1991.
Akçaoğlu, E. (2005). Türk Firmalarının Dış Yatırımları: Saikler ve Stratejiler, Türkiye Bankalar Birliği, Yayın No.241, İstanbul.Amsden, A. H., The Rise of “The Rest“ – Challenges of the West from Late-Industrializing Economies, Oxford University Press, Oxford, 405 sayfa, 2001.
Arçelik, Arçelik A.Ş.,’nin internet sitesi, http://www.arcelik.com.tr/, 2003.
Borça, G., Bu Topraklardan Dünya Markası Çıkar mı? – Marka Olmanın ABC’si, MediaCat Kitapları, İstanbul, 208 sayfa, 2003.
Channon, D. F. (1998). Value Chain Analysis, (Ed.) C. L. Cooper and C. Argyris, The Concise Blackwell Encyclopedia of Management, Blackwell, Oxford.
Culpan, R., Akcaoglu, E. (2003). An Examination of Turkish Direct Investments in Central and Eastern Europe and the Commonwealth of Independent States: S. T. Marinova, M. A. Marinov (Editors), Foreign Direct Investment in Central and Eastern Europe (Ashgate, Aldershot), Chapter 8, pp. 181-199, 2003.
Dicken, P., Global Shift – The Internalization of Economic Activity, (Third Edition), Paul Chapmen Publishing Ltd, London, 496 sayfa, 1998.
Efes, International Beer Markets: Wide Variety of Local Brands, Efes İçecek Grubu’nun internet sitesi, http://www.efesbev.com/anasayfa.htm, 25 Şubat 2004.
Ekonomik Forum, Türkiye Tekstil ile Markalaşma Yolunda, Ekonomik Forum, s.40-49, Ekim 2003.
Ercan, E., Changing World Trade Conditions Force the Turkish Textile and Apparel Industry to Create New Strategies, Journal of Textile and Apparel Technology and Management, 2(4), pp.1-8, 2002.
Eskin, N., Dış Pazarda Türk Markası Yaratma Yolları: Arçelik Beko, Made in Turkey, s.18-20, Eylül-Ekim 2002.
Gereffi, G., Global Production Systems and Third World Development: Barbara Stallings (Editor), Global Change, Regional Response (Cambridge University Press, NY-Cambridge), Chapter 4, pp.100-142, 1995.
Humphrey, J., Schmitz, H., Governance in Global Value Chains. IDS Bulletin, 32(3), 19-29, 2001.
Kantarelli, N., Yenibosna’dan New York’a Bir Marka Hikayesi: Mavi Jeans, Made in Turkey, s.21-25, Eylül-Ekim 2002.
Kantarelli, N., Mavi Jeans Genel Müdürü Nurettin Kantarelli tarafından ‘Kurumsal Başarı Hikayelerimiz’ adlı toplantıda yapılan konuşmanın metni: Forum İstanbul Yüzyıl Konferansları: Yarının Kurulması – Hedef 2003 Toplantı Metinleri, (Forum İstanbul Yayını, İstanbul), 2003.
Kaplinsky, R., Morris, M., A Handbook for Value Chain Research, IDRC-International Development Research Centre, Brighton, 2000.
Kent, M., Neden Biz de Marka Yaratamıyoruz? Efes, Made in Turkey, Eylül-Ekim 2002, s.15-17, 2002.
NTVMSNBC, Beko, Grundig’i alarak Avrupa devi olacak, NTVMSNBC Haber Portalı, http://www.ntvmsnbc.com/news/255056.asp, 29 Ocak 2004.
Porter, M. E. (1985). Competitive Advantage, The Free Press, New York, 557 sayfa, 2004 (1985).
Porter, M. E. (1994). ‘Global Strategy: Winning in the World-Wide Market Place’, L. Fahey ve R. M. Randall (Ed.) The Portable MBA in Strategy, John Wiley and Sons, New York, s.108-141.
Schmitz, H., Knorringa, P., Learning from Global Buyers. Journal of Development Studies, 37, 177-205, 2000.
Stobart, P. Creating Powerful Brands: Lisa Carden (Editör), Business – The Ultimate Resource (Bloomsbury Publishing, Londra), pp. 63-64, 2002.
Tan, B., Overview of the Turkish Textile and Apparel Industry, Harvard Center for Textile and Apparel Research, Harvard University, Cambridge MA, 2000.
Zorlu, A. N., Zorlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Nazif Zorlu tarafından ‘Kurumsal Başarı Hikayelerimiz’ adlı toplantıda yapılan konuşmanın metni: Forum İstanbul Yüzyıl Konferansları: Yarının Kurulması – Hedef 2003 Toplantı Metinleri, (Forum İstanbul Yayını, İstanbul), 2003.


Bu yazı daha önce Pazarlama ve İletişim Dergisi'nin Ocak-Şubat-Mart 2006 sayısında (Cilt 5, Sayı 15, s.55-61) yayınlanmıştır.