14 Şubat 2012 Salı

Sanayileşmenin Gizli Tarihi

Dünya ekonomisi, tarihi bir kırılma döneminden geçiyor. Sanayileşmiş ülkeler belki de daha önce benzeri görülmemiş bir sarsıntı içinde kendi çıkış yollarını bulmaya çalışırlarken, konuyla ilgilenenlerin tümü için iktisat tarihi okumak son derece faydalı olabilir. İktisat tarihi sadece iktisat öğrencilerini değil ekonomik sistemin işleyişinde rolü olan herkesi; elbette iş adamlarını ve profesyonel yöneticileri de yakından ilgilendiriyor. En azından, ilgilendirmeli! İlgilendirmeli çünkü, iktisat tarihinin karanlık dehlizlerinde bugüne ışık tutabilecek ve yarın için gerçekçi bir vizyon oluşturulmasına katkı sağlayabilecek yığınla ders var. Türkiye bir yandan küresel krizin etkilerini asgariye indirebilmek için gayret gösterirken, bir yandan da sonraki aşamada öne geçebilmek, atılım yapabilmek için ne yapabileceğini tartışıyor. Örneğin, yerli otomobil veya girdi tedarik sistemi projeleri bunlardan ilk akla gelen ikisi. Girdi temininde dışa bağımlılığın aşılması, kronikleşen cari açık sorunun çözümü için şart. Yerli otomobil üretimi ise bir bakıma Türkiye ekonomisindeki yapısal dönüşüm kaygısının sembolü olarak kamuoyunun gündeminde. İşte bütün bu konular ele alınırken başkalarının tecrübelerinden yararlanmak hayatiyet kazanıyor. Pekâlâ, başkalarının tecrübelerine dair bilmemiz gereken nedir o hâlde? Bu önemli soruya cevap arayan başkaları da var. Örneğin, Cambridge Üniversitesi Ekonomi Fakültesi’nden Koreli kalkınma iktisatçısı Doçent Dr. Ha-Joon Chang. Ha-Joon Chang son yirmi beş yılını sanayileşme, kalkınma ve küreselleşme konuları üzerinde ders vererek ve yazarak harcamış bir akademisyen. Bu konular üzerinde düzinelerce makalesi ve on üç kitabı bulunan Dr. Chang’ı uzun bir süredir şahsen tanıyorum. Ha-Joon’un yıllar önce İngilizce aslını okuduğum orijinal adı Bad Samaritans, yani ‘Kötü Samiriyeliler’ olan kitabı, sanayileşerek kalkınmak isteyen gelişmekte olan ülkeler için ufuk açıcı nitelikte. Bu kitabı İngilizce aslına erişimi olmayanların da okuyabilmesi için – yığınla meşguliyetimin arasında – Sanayileşmenin Gizli Tarihi adı altında Türkçe’ye çevirdim. Çeviri Epos Yayınları tarafından yayınladı. Sanayileşmenin Gizli Tarihi’ni sanayicilerin, özellikle de OSTİM’deki gibi son derece sınırlı kaynaklarına rağmen çok büyük işleri başarma azmine sahip küçük ve orta ölçekli işletmelerin başındaki girişimcilerin ve yöneticilerin mutlaka okumaları gerektiğini düşünüyorum. Chang kitabında, kendi tabiriyle Kötü Samiriyeliler’in, yani zengin Batılı ülkelerin ve Güney Doğu Asya’dan Japonya, Singapur, Hong Kong ile Kore’nin nasıl sanayileştiklerini bütün cepheleriyle ortaya koyuyor. Hem de bu konuda doğru olmadığı hâlde doğruymuşcasına ve sıklıkla tekrarlanan hususları tüm çıplaklığıyla deşifre ederek. Bunu yaparken öylesine çarpıcı ve ikna edici argümanlar ileri sürüyor ki okuyucu ‘safsata’nın nasıl ‘gerçek’mişçesine sunulduğunu gördüğünde hayrete düşüyor. Kitap özellikle devletin ekonomideki rolünün yeniden sorgulanması için çok yararlı örnekler sunuyor. Örneğin, Türkiye’de yerli bir otomobil üretimi tartışılırken Japonya’nın Toyota ve Kore’nin Hyundai konusundaki tecrübeleri son derece öğretici. Toyota’nın, Hyundai’nin veya Nokia’nın adlarının anıldığı paragraflarda zengin ülkeler grubuna geç katılan ülkelerin sanayileşmeyi aslında büyük ölçüde devletin türlü biçimlerdeki desteğiyle başardıklarını görüyorsunuz. İngiltere’nin, Fransa’nın, Almanya’nın veya eski bir İngiliz sömürgesi olan Amerika Birleşik Devletleri’nin sanayileşme süreci de kitapta ayrıntısıyla anlatılıyor. ‘Bebek endüstrilerin korunması’ tezinin gerçekteki mucidi Alexander Hamilton tarafından uygulamaya konulan politikaların modern ABD’nin yaratılmasındaki rolünü öğrenince sarsılıyorsunuz. Kendileri ‘korumacı’ politikalar vasıtasıyla zenginleşenlerin şimdi gelişmekte olan ülkelere ‘serbest ticaret’ methiyesi düzdüklerini anlayınca samimiyetlerinden şüphe ediyorsunuz. Bu sayfalarda daha önce de yazdığım gibi mevcut kriz, günümüzde gelişmekte olan ülkelere akıl hocalığı yapmayı seven sanayileşmiş ülkelerin, kendi menfaatleri söz konusu olduğunda başkalarına önerdiklerinden çok farklı politikalar uyguladıklarını gösteriyor. O hâlde, sanayileşme politikamızı şekillendirirken sanayileşmiş ülkelerin tarihsel süreç içerisinde kendi sanayileşme politikalarını nasıl şekillendirdiklerini kılı kırk yararak incelememiz gerekiyor; doğruyla yalanı, propagandayla bilimi ayırt ederek tabii. Son olarak not etmek istediğim husus şu: Türkçe baskıya bir önsöz yazıp yazamayacağını sorduğumda Ha-Joon bana “Türkiye hakkında pek az bilgisi olduğunu” söyledi. Oysa metinde Türkiye’nin adı sadece birkaç kere geçtiği hâlde bu kitabın Türkiye hakkında yazıldığını düşünmemek neredeyse imkânsız! Emin Akçaoğlu emin.akcaoglu@ieu.edu.tr Bu yazı Dünya Gazetesi’nin eki olarak dağıtılan OSTİM Organize Sanayi Gazetesi’nin Şubat 2012 sayısında yayınlanmıştır.

Bir yabancı sermaye stratejimiz var mı?

Pek çok başka ülke gibi Türkiye de yabancı sermayeli doğrudan yatırımları (doğrudan dış yatırımları ya da kısaca dış yatırımları) çekmek konusunda büyük gayret içinde. Bu yöndeki çalışmalarda bütün dünyada, öncelikli görevleri kendi ülkelerine dış yatırım çekmek olan yatırım promosyon ajanslarından yararlanılıyor. Hükümetler bu konuda öylesine gayretliler ki bazı ülkelerde birden fazla yatırım promosyon ajansı bile bulunabiliyor. Türkiye’nin de 2006 yılının ortasından bu yana bir yatırım promosyon ajansı var: Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı.

Yabancı sermayeli yatırım çekme yarışına girişen ülkeler sadece azgelişmişler ülkeler değiller; gelişmiş ülkeler de dış yatırım peşindeler. Hatta kimi durumlarda potansiyel yatırımların peşindeki ülkeler birbirleriyle kıyasıya rekabete girişiyorlar. Akademik literatürde ‘politika rekabeti’ (policy competition) adıyla anılan bu tür yarışmalar kimi hallerde, yatırımlara evsahipliği yapmak isteyen ülkelerin kendi aralarında, yatırımcı çokuluslu şirketler karşısında kıyasıya bir teşvik (belki de taviz) yarışına girişmeleri biçiminde açığa çıkıyor. Tabii ‘politika rekabeti’ kavramı her zaman “ben öteki ülkeden daha fazla teşvik veriyorum” şeklinde olmak zorunda değil. Genel olarak yatırım ortamının iyileştirilmesi yönündeki çabalar ve ‘yatırım oyununun kurallarını kurumsal bir çerçeve içine oturtma’ yönündeki girişimler de aynı kapsamda değerlendiriliyor.

Peki gelişmiş ya da gelişmekte olan tüm ülkeler dış yatırım çekmek için kıyasıya rekabet içinde olduklarına göre “yabancı sermayeli yatırımlar ‘her durumda’ iyidir” diyebilir miyiz? Şahsen bu tür yaklaşımları yetersiz ve kolaycı görüyorum. Aynı şekilde “yabancı sermayeli yatırım ‘her durumda’ kötüdür” yaklaşımının da yetersiz ve kolaycı olduğunu düşünüyorum.

Büyük bir nüfusumuz, ciddi boyutlarda bir işsizlik sorunumuz ve hızla ilerleyen iletişim teknolojisinin de etkisiyle gittikçe daha çok tüketmeyi arzulayan gençlerimiz var. Bu taleplerin karşılanması daha öncekilerin olduğu gibi bugünkü hükümetin de en büyük sorumlulukları arasında. Bunlar sadece bize özgü sorunlar da değiller. Almanya gibi dev bir ekonomi bile benzer sorunlarla baş etmeye çalışıyor. Dolayısıyla istihdam yaratan ekonomik büyümeye ihtiyaç var. Bu ise yatırım yapılmasını gerektiriyor. Oysa bu çapta yatırımların sadece yerel sermaye birikimi ile yapılması mümkün değil. Zaten yerel sermayenin yatırım seçeneklerini de sadece yurt içi ile sınırlamak ne mümkün ne de doğru. Kaldı ki sermayenin doğduğu ve birikmeye başladığı ülkenin sorunlarına ‘kâr ve büyüme saiklerinin ötesinde’ hassasiyet göstermesi beklenemez. Bu tür hassasiyetler sermayeye hükmeden kişilerde bulunabilir ama sistemin mantığı maalesef kişisel hassasiyetleri öne çıkarmaya hiç elverişli değil. Ayrıca dünya ekonomisinin bize dayattıkları karşışında çok fazla seçme şansımız da yok; uyum sağlamak zorundayız. Bu şartlar altında, yatırımcı sermaye için gözlerin dışa çevrilmesi doğal.

Yeniden önceki konuya, yani “yabancı sermayenin ‘her durumda’ iyiliği ya da kötülüğü” konusuna dönersek, her konuda olduğu gibi sağduyu esasına dayanan bir yaklaşıma ihtiyaç duyduğumuz ortada. Bu ise bir ‘stratejik perspektif’i gerektiriyor.

Sanırım tartışmaya yabancı sermayeli doğrudan yatırımın ne olduğunu çözümleyerek başlanması gerekiyor. Bazen sorular cevaplardan çok hem de çok daha önemli olabiliyor. Dolayısıyla cevap vermek yerine soru sormak belki de daha faydalı olabilir; en azından bu yazıda. O hâlde sonraki yazılarda cevaplandırmak üzere bir dizi soru soralım isterseniz. Örneğin: Her sınırötesi doğrudan yatırım sermaye transferini gerektirir mi? Yatırım nedir? Doğrudan dış yatırım nasıl yapılır? Mevcut işletme ya da tesislerin devralınması yoluyla mı; yoksa yeni işletmelerin kurulması veya yeni tesislerin inşa edilmesi biçiminde mi? Diyelim ki bir başka ülkede yerleşik bir firma gelip Türkiye’de yerleşik yerli bir firmayı ve o firmaya ait olan üretim tesislerini satın alıyor: Bu bir yatırım mıdır? Her türlü yatırım sermaye stokuna net katkı sağlar mı? Eğer sözü edilen devir işlemi sonrasında bir yenileme, iyileştirme veya kapasite artırımı yoksa Türkiye’nin sermaye stoku artar mı? Her türlü yatırım istihdamı artırır mı? İstihdam etkisi olumsuz olan yatırımlar da var mı? Varsa getirisi hem işletme hem de toplumsal etkileri bakımından ne olur? El değiştiren tesisi satan yerli sermaye sahibinin eline geçen mali sermaye Türkiye’de bir ‘yeni yatırım’ın finansmanında kullanılırsa ne olur; Türkiye’den çıkarsa ne olur? Yabancı sermayeli şirketlerin dağıtılmayan kârlarının yeniden yatırılması yurt dışından içeriye herhangi bir sermaye transferi olmaksızın evsahibi ülkedeki yabancı sermayeli doğrudan yatırım stokunu artırır mı? Bizim için hangi sektörler öncelikli olmalı? Madencilik sektöründeki yabancı sermayeli doğrudan yatırımlarla, imalat ya da hizmetler sektörlerindeki doğrudan yatırımların ülke ekonomisi üzerindeki etkileri farklı mıdır? Yabancı sermayeli her yatırım evsahibi ülkeye teknoloji transferini garantiler mi? Peki yabancı sermayeden ne bekliyoruz? Önceliklerimiz neler? Yabancı sermaye çekmek için biz ne yapmalıyız? Tanıtım mı? Yeter mi peki?

Söyledim ya 2006’dan bu yana bizim de bir yatırım promosyon ajansımız var. Ajansımız var da bir yabancı sermaye stratejimiz var mı? İşte bundan pek emin değilim. Oysa, Türkiye’nin bu tür sorulara cevap verebilen bir stratejik perspektife; bir başka ifadeyle bir ‘yabancı sermaye stratejisi’ne çok ihtiyacı var. Her alanda olduğu gibi...


Emin Akçaoğlu
emin.akcaoglu@ieu.edu.tr

Bu yazı Dünya Gazetesi’nin eki olarak dağıtılan OSTİM Organize Sanayi Gazetesi’nin Ocak 2012 sayısında yayınlanmıştır.