12 Ağustos 2011 Cuma

Devlet Türk dış yatırımlarını desteklemelidir

Konuya Türkiye’nin gittikçe büyüyen cari işlemler açığının dayandığı dış ticaret açığı konusundan başlayalım. Türkiye’nin dış ticaret açığının çok önemli bir kısmı ara malı ve yatırım malı ithalatından kaynaklanıyor. Türkiye ekonomisi büyüdükçe dış ticaret açığı ve cari işlemler açığı da büyüyor. İşin aslı bunun tam tersi: Dış ticaret açığı ve cari işlemler açığı büyüdükçe Türkiye ekonomisi büyüyor. Bu süreçte ihracat büyüdükçe ithalat da büyüyor: Girdi ithal etmeden mal üretemiyor ve tabii ihracat yapamıyoruz. İthalata konu girdi kalemlerinin başında enerji var. Türkiye maalesef yeterince enerji üretemiyor. Sadece enerji de değil diğer pekçok ara malını da üretemiyor. Bu durum sadece Türkiye’ye de özgü değil. Günümüzün dünya ekonomisinde tüm ülkeler adeta bir üretim bandınının üzerine yerleştirilmiş durumdalar. Banttaki yeriniz bir bakıma katma değer (veya üretim) zincirindeki ya da hiyerarşisindeki yerinizi gösteriyor. Herbir ülke diğerleriyle girdi-çıktı bağlantıları üzerinden işbirliği yapmak zorunda.

O halde, dış ticaret açığını ve dolayısıyla cari işlemler açığını – risk algısını bozmayacak – daha makul seviyelere çekmemiz gerekiyor. Bunu yapabilmek için döviz kurları ya da faiz hadleri yardımıyla alınabilecek tedbirlerin yeterli olması mümkün değil. Kamuoyunda sürekli yinelendiği ve yukarıda da özetlendiği gibi sorun “yapısal”. Başka bir ifadeyle üretim sistemimizin mevcut yapısı – doğası gereği – “açık” üretiyor.

Fakat konu bu kadar basit değil. Belirtiğim gibi bütün ülkelerin üretim sistemleri diğerlerininkiyle entegre. Üstelik dünya ekonomisinde uluslararası ilişkiler sadece ticaret üzerinden yürümüyor. Yabancı sermayeli doğrudan yatırımlar (doğrudan dış yatırımlar veya kısaca dış yatırımlar) ticaretten daha önemli. Çünkü uluslararası ticaretin çok önemli bir bölümü çokuluslu şirketlerin kendi bünyeleri içinde yapılıyor. Örneğin, bir çokuluslu şirketin Türkiye’deki kolu, şirketin Japonya’daki merkezine veya Polonya’daki diğer koluna ihracat yapıyor veya oralardan Türkiye’ye ithalat yapıyor. Dolayısıyla, görünürde Türkiye dış ticaret yapıyor ama bu süreç bütünüyle bir şirketin kendi içinde ve kontrolünde cerayan ediyor. Bu alınması gereken tedbirlerin dış ticareti aşan ve dış yatırımları da kavrayan bir yapıya sahip olmasını gerektiriyor.

Yeniden ilk başladığımız yere dönelim: Büyüyen cari işlemler açığına ve bunun dayandığı dış ticaret açığına. Deniyor ki: “İthalatımızın önemli bir kısmını aramalı ve yatırım malı ithalatı oluşturuyorsa, bunların en azından bir kısmını içeride üretmek için tedbir almalıyız.” Doğru mu? Doğru! Bu yaklaşımın teknik adı ithâl ikameciliktir. Fakat sorun şuradadır: Günümüzdeki kadar bütünleşmiş bir dünya ekonomisinde ithal ikâmeci politikaların kullanılması eskisi kadar kolay değildir. Gelin birlikte akıl yürütelim: Bu girdileri üretmek yerine ithal ediyor oluşumuz, ekonomimizin yapısal kısıtları içinde piyasa koşullarınca dayatılmıyor mu? Başka bir ifadeyle: Biz bu malları esasen daha ucuz veya kaliteli oldukları için ithal etmiyor muyuz? Eğer öyleyse bu malları içeride üretmeye kalkışmak piyasa koşullarının dayattığı rekabetçi kaygıları bertaraf etmek için bir yerden başka bir yere kaynak aktarımını gerektirmeyecek midir? Örnek verirsek, Çin’den ithal ediyor olduğunuz girdiyi Türkiye’de navlun dahil ithal fiyatının üzerinde bir fiyatla üretemezsiniz. Eğer üretmekte ısrarlı olursanız, satamazsınız. Satabilmek için birilerinin üreticiye herhangi bir biçimde sübvansiyon vermesi gerekecektir. Bu şartlar altında ikinci seçenek Çin’den ithalatı kısıtlamak olacaktır. Bu ise içeride üretilmeye başlanan girdinin bir ihraç ürününün üretiminde kullanılması hâlinde, ihraç ürününün dış pazardaki rekabet gücünü (eğer fiyat önemli bir rekabet unsuruysa) azaltacaktır. Tüm bu söylediklerim “Türkiye dış ticaret açığını daraltmak için ara malı üretimini kısmen bile olsa içeriye kaydıramaz” demek değildir. Elbette ara mallarını yurt içinde üretme imkânları araştırılmalıdır. Yeni kurulan Ekonomi Bakanlığı’nın “Girdi Tedarik Sistemi Projesi”nin amacı da bu olsa gerektir.

O halde, Türkiye ara malı üretimi konusunu gündeminde tutmalı ve bu yönde stratejiler geliştirmelidir fakat Türkiye’nin dikkatle değerlendirmesi gereken bir başka konu, bu sorunun çözümünde dış yatırımların bir seçenek olup olmadığının araştırılmasıdır. Örneğin şu sorulara cevap aranmalıdır: İthal ettiğimiz ara mallarını üreten yabancı firmaları satın alabilir miyiz? Veya faktör donanımları itibarıyla bu malların üretiminde görece rekabetçi olan ülkelerde – firma satın alma seçeneğinin yanı sıra – yeni firma kurarak sıfırdan yatırım yapabilir miyiz?

Bu söylediklerim bazı başka ülkeler tarafından başarıyla uygulanmıştır ve uygulanmaktadır. Bize çarpıcı örnekler sunabilecek iki ülke geçmişteki uygulamalarıyla Japonya bugünkü uygulamalarıyla Çin’dir. İlki geriden gelip Batılı sanayilaşmiş ülkeleri yakalamıştır; diğerinin ise yakalayacağı neredeyse kesindir. Japonya ve Çin girdi ihtiyaçlarını karşılamak için doğrudan dış yatırımları bir stratejik araç olarak kullanıyorlar. Burada özellikle hammadde kaynaklarına erişimle ilgili Çin örneğini bir kenara bırakarak Japonya’ya odaklanmak istiyorum.

Japon devleti İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönem boyunca Japon firmalarının dış yatırımlarını “sübvanse edilen” krediler ve dış yatırım sigortası vasıtasıya desteklemiştir. Bir ülkenin kendi topraklarındaki sınaî yapıyı genişletmek yerine kendi firmalarınca başka ülkelere yatırım yapılmasını desteklemesi ilk bakışta tuhaf görünebilir. Japon devleti dış yatırımları destekleyerek özellikle hem yerli endüstrilerin ihtiyaç duyduğu girdilerin sağlanmasını güvenceye almayı hem de nisbî rekabet gücü gerileyen Japon firmalarının dış pazarlardaki payını muhafazayı amaçlamıştır. Japonya’da üretimi sürdürerek dış pazarlarda rekabet edemeyecek duruma gelen tekstil gibi endüstrilerin diğer Uzak Doğu Asya ülkelerine kaydırılması bu alanda çalışan Japon firmalarının daha uzun süre yaşamasını sağlamıştır. Söylediğim gibi Japon devleti bu tür yatırımlara girişen firmalara hem ucuz kredi hem de yatırım sigortası desteği vermiştir. Bu amaçla kullanılan kurum ise başta Japon Eximbank’ı olmuştur. 1953 ve 1999 yılları arasında Japonya’nın kendi firmalarının dış yatırımlarına verdiği finansal desteğin toplam tutarı 69,5 milyar dolardır. Bu tutar aynı dönemde Japon firmalarının yurt dışında yaptıkları dış yatırımların %10’una karşılık gelmektedir.

Şimdi gelelim sadede: Türkiye’de devlet Türk firmalarının dış yatırımlarını desteklemelidir. Bu amaçla kullanılabilecek en uygun aygıt (kurum) Türk Eximbank’tır. Devlet Yatırım Bankası’nın 1987’de Türk Eximbank’a dönüştürülmesini izleyen dönemde eski Doğu Bloku ülkelerindeki rejim değişiklikleriyle birlikte ortaya çıkan fırsat bu kurum tarafından Türkiye lehine çok iyi değerlendirilmiştir. Şimdiki aşamada yine bu tür bir özel misyon gündeme getirilmelidir.

Türk Eximbank'ın kuruluş kanunun da böyle bir çalışma için elverişli olduğu düşünülmektedir. 3332 Sayılı Kanun'un 7. Maddesi "Bankanın Amaç ve Faaliyet Konuları"nı şu şekilde tanımlamaktadır: "Banka'nın amacı; ihracatın geliştirilmesi, ihraç edilen mal ve hizmetlerin çeşitlendirilmesi, ihraç mallarına yeni pazarlar kazandırılması, ihracatçıların uluslararası ticarette paylarının artırılması, ihracatçılar ve yurt dışında faaliyet gösteren müteahhitler ve yatırımcılara uluslararası piyasalarda rekabet gücü ve güvence sağlanması, yurt dışında yapılacak yatırımlar ile ihracat veya döviz kazandırma maksadına yönelik yatırım malları üretim ve satışının desteklenerek teşvik edilmesidir." ... (Bu kapsamda Banka) "Yurt dışı müteahhitlik hizmetleri ile dış yatırımların geliştirilmesi için kredi açar, finansmanına katılır, sigorta ve garanti sağlar."

Son bir not: İhracat kredileri OECD ve Dünya Ticaret Örgütü’nün düzenlemelerine tâbidir. Dolayısıyla, bu alanlarda devlet desteğinde manevra alanı dardır. Fakat doğrudan dış yatırımlar için bu geçerli değil. Sonraki yazılarda Eximbank’ın Türk dış yatırımlarını nasıl destekleyebileceğine değineceğim.

Kaynaklar:
Akçaoğlu, E. (2001). Türk Firmalarının Dış Yatırımları ve Türk Eximbank, Uzmanlık Tezi, Türkiye İhracat Kredi Bankası, Ankara.
Solis, M. (2003). “Adjustment Through Globalization – The Role of State FDI Finance”, Japan’s Managed Globalization – Adapting to the Twenty-first Century adlı kitabın (Editörler: U. Schade ve W. Grimes) içinde. M.E.Sharpe, Armonk.


Bu yazı Dünya Gazetesi’nin eki olarak dağıtılan OSTİM Organize Sanayi Gazetesi’nin Agustos 2011 sayısında (sayfa 20) yayınlanmıştır.

11 Ağustos 2011 Perşembe

Yabancı sermaye cephesinde durum

Türkiye’ye 2010 yılında gelen yabancı sermaye tutarı bir önceki yıla (2009’da 8,4 milyar dolar) göre %8,3 artışla 9,1 milyara dolara ulaştı. Fakat bu tutar 2007’deki 22 milyar dolarlık rekor girişle kıyaslandığında, belirgin bir gelişme olmadığı görülüyor. Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin dikkat çektiği sadece üç yıl var: 2006 (20,2 milyar dolar), 2007 (22 milyar dolar) ve 2008 (19,5 milyar dolar). Bu yılların özelliğiyse hem Türk Telekom gibi büyük çaplı özelleştirmelerin hem de özellikle banka satışları gibi özel sektörde büyük hacimli el değiştirmelerin bu yıllarda yaşanması. Dolayısıyla, rekor düzeylere ulaşan yabancı sermaye girişleri de aslında yeni yatırımlara dayanmıyor.

Kısacası, yabancı sermaye – az ya da çok – geliyor; fakat bu mevcut sermaye stokunda artış yaratmıyor. Çünkü aslında daha önce yerli şirketlere ya da devlete ait olan varlıklar yabancılar tarafından satın alınıyor. Elbette, bu tür girişlerin de türlü katkılar sağlayabileceği ileri sürülebilir ama bu konuda “büyük gürültü” kopartılıyorsa, ülkeye giren yabancı sermayenin üretkenliğine ya da ülkenin toplam sermaye stokuna ne kattığına bakmak gerekir. Benzer şekilde, teknoloji transferine veya genel olarak yabancı sermayenin girdiği ülkenin iş yapmada bilinen bilgi birikimine katkısına da bakılmalı.

Üzerinde hassasiyetle durulması gereken esas soru şu: Yeni üretken yatırımlar yapmak isteyen veya görece ileri teknolojiye dayanan ve daha büyük katma değer üretme potansiyeline yatırımlar nasıl coğrafyaları tercih ediyor? Bu sorunun cevabı aynı zamanda, “Türkiye ne yaparsa ve nasıl yaparsa ‘nitelikli ve yeni’ yabancı sermayeli yatırımları çekebilir” sorusunun da cevabı.

Bu sorunun cevabı Türkiye’nin özellikle “altyapısını” yakından ilgilendiriyor. Sadece fiziksel altyapısını değil, beşeri ve kurumsal altyapısını da. Başka bir ifadeyle, Türkiye yurt dışından “nitelikli yeni yatırım” çekebilmek için hem fiziksel altyapını iyileştirmek hem de nitelikli işgücü yetiştirip, iş yapma alışkanlıklarını iyileştirmek zorunda. Kentleşme sorunu konumuzun başlı başına içinde. Örneğin, İzmir’in ve Ege Bölgesi’nin daha çok yatırım ve yabancı sermaye çekebilmesi bölgedeki liman kapasitesinden, İzmir’i diğer büyük kentlere bağlayan demiryolu ve karayolu bağlantılarının durumuna veya kentin bir yaşam alanı olarak çekiciliğine bağlı. Bunların yanı sıra kentte yaşayan işgücünün niteliği ve aldığı eğitimin kalitesi kilit durumda tabii. Bu son nokta çok önemli, çünkü nitelikli işler nitelikli ve yaratıcı insanları gerektiriyor!

Bu yazı Yeni Asır Gazetesi'nin 26 Ağustos 2011 tarihli "Ekonomi 2011" başlıklı özel sayısının 13. sayfasında yayınlanmıştır.