8 Nisan 2013 Pazartesi

Küreselleşme ‘ekonomik kalkınmayı’ unutturdu mu?

Küreselleşme kelimesi her an herkesin dilinde. Arama motoru Google’ın yardımıyla internette küreselleşme kelimesi arandığında 960 bin sayfada bu kelimenin kullanıldığı görülüyor. Kelimenin İngiliz İngilizcesiyle yazılan şekli globalisation arandığında çıkan sonuç sayısı 12,5 milyon. Kelime Amerikan İngilizcesindeki yazılışıyla (globalization) arandığında sonuç 46,5 milyon sayfa. Peki ama dünya sıklıkla söylendiği gibi gittikçe küreselleşiyor mu? Bir başka ifadeyle, ülkeler arasındaki sınırlar – en azından – ekonomik ilişkiler anlamında hakikaten önemini yitiriyor mu? Didem Eryar Ünlü’nün haberinden bazı cümleler okuyalım: Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dan oluşan BRICS ülkelerinin son zirvede ortak bir kalkınma bankası kurmaya karar vermeleri uluslararası alanda büyük yankı buldu. Bu gelişmeyi kötü bir haber olarak niteleyen Fransız finans devi Coface, IMF ve Dünya Bankası’na alternatif oluşturacak bu girişimi, gelişen ekonomilerde korumacılığın yükselişi olarak değerlendirdi. Yükselen ekonomilerde korumacılık eğiliminin güçlendiğini savunan Coface uzmanlarına göre, bu ekonomiler bir yandan daha bağımsız bir büyüme gösterirken, bir yandan kendilerini dış etkenlerden koruma eğilimi taşıyorlar. Coface göstergesine göre Arjantin 180, Rusya 136 koruma önlemiyle ilk sıraları alırken, Türkiye en az koruma uygulayan ülkeler arasında bulunuyor. […] Bu arada gelişmiş ekonomiler korumacı önlemler açısından yükselen ekonomileri geride bırakıyorlar. Bu ülkelerde uygulanan önlem sayısı 90 ile 115 arasında değişiyor.” Bu haber tek başına bile küreselleşme kelimesini kimse dilinden düşürmediği hâlde durumun genellikle sanıldığı ya da söylendiği gibi olmadığını anlamak için yeterli görünüyor. Şimdi bu resmin içine ‘kalkınma’ kavramını daha doğrusu ‘kalkınma sorununu’ koymaya çalışalım. İktisat öğrencilerine ekonomik kalkınmanın, ekonomik büyümeyle aynı şey olmadığı öğretilir. Elbette ekonomik kalkınma ekonomik büyümeyi gerekmekle birlikte, büyüme kalkınmayı garantilemez. Ekonomik kalkınma bir ekonominin niteliksek dönüşümünü gerektirir. Bu tür bir dönüşüm büyüme olmaksızın gerçekleşemez ama büyüme de her durumda niteliksek dönüşüm getirmez. Dolayısıyla kalkınma müdahale gerektiren bir süreçtir; kendiliğinden gerçekleşmez. Bugüne kadar dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir ülkesinde kendiliğinden yaşanan ve başarıya ulaşan bir kalkınma süreci tarihin herhangi bir döneminde görülmemiştir. Bugün azgelişmiş ülkelere ‘piyasanın serbest bırakılması yoluyla’ kalkınmanın zaman içinde kendiliğinden geleceğini vazeden sanayileşmiş ülkeler de bu sözüme dâhildir. Bu tür ülkelerin ekonomik kalkınma süreçleri kendi devletlerinin öncülüğünde sektörel tercihlerle, teşviklerle ve önlemler aşama aşama hayata geçirilmiştir. Küreselleştiği iddia edilen bir dünyada ekonomik kalkınmanın azgelişmiş ülkeler için eskisinden çok daha zor olduğunu kabul etmek gerekiyor. Çünkü bugün bundan yetmiş yıl öncesinde dünya üzerinde bulunmayan türden ulusötesi örgütlenmeler vasıtasıyla, azgelişmiş ülkelerin kendi ekonomik politikalarını uygulayabilmeleri önünde ciddi kısıtlamalar var. Üstelik çokuluslu şirketler üzerinden farklı ülkelerin ekonomileri dünya ölçeğinde bir diğerine eklemlenmiş durumda. Böyle bir yapının içinde ‘kalkınmacı politikaların’ uygulanması eski dönemlere kıyasla elbette kolay değil. Fakat yine de ekonomik kalkınma önceliğinin hükümetlerin gündeminden düşmemesi gerekiyor. Üstelik yukarıdaki haber, etkileri dünya ölçeğinde açığa çıkan ekonomik krizin de bir sonucu olarak BRICS diye anılan güçlü azgelişmiş ülkelerin liderliğinde yeni bir dönemin başladığını gösteriyor. Bu anlamda Türkiye’de Kalkınma Bakanlığı adını taşıyan bir bakanlığın mevcudiyeti bile sevindirici. Daha önce de belirttiğim gibi kalkınma sürecinin kendiliğinden ve sadece piyasanın işleyiş mekanizmalarına terkedilemeyeceği çok açık. Piyasa mantığı çoğu zaman yön belirleme yetisinden uzak ve kısa vadeli bir perspektifi getiriyor. Yaşanılan kriz dahi, bu perspektifin sakıncalarına işaret eden ipuçlarıyla dolu. Oysa kalkınmacı politikalar uzun vadeli stratejik bir perspektifi gerektiriyor. Ülkelerin üretim faktörü donanımları değiştirilemez bir nitelik taşımıyor. Uzun vadeli stratejik bir perspektifin gereği de zaten ‘faktör donanımının değiştirilmesi’ ihtiyacında belirginleşiyor. Başka bir ifadeyle eğer emeğin ucuz olduğu bir ülkeyseniz emek yoğun sektörleri kendiniz için tek seçenek olarak görmeniz, geleceğinizi heba etmekten başka bir şey değil. Bu aşama, daha önce de bu köşede yazdığım gibi ‘akıllı olmayı’ zorunlu kılıyor. İşte Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika gibi ülkelerin yaptığı da bu zaten: Akıllı olmak. Kendi akıllarıyla hareket etmek. Kendilerine akıl verenlerin verdikleri akılların gerisinde yatan ‘hakiki’ niyetleri tahlil etmek. Fransız Coface’ın uzmanlarına göre BRICS ülkelerinin ortak bir kalkınma bankası kurmaya karar vermeleri kötü bir haber olabilir tabii ama o takdirde sorulması gereken ilk soru şu olmalı: Kimin için kötü?

Çinliler ‘yüzde 51’ şartına uymazken uyumamak

21 Mart 2013 Perşembe günkü Dünya gazetesinin manşetteki haberi: “Çinliler ‘yüzde 51’ şartına uymuyor. – Ankara Metrosu ihalesini kazanan Çinli firma CSR’nin ilk teslim tarihine az bir süre kalmasına rağmen yüzde 51 yerli katkı şartına şimdiye kadar uymadığı belirlendi. Çinlilerin yerli firmaları yok saydığını vurgulayan Anadolu Raylı Ulaşım Sistemleri Kümelenmesi Başkanı Prof. Dr. Ziya Burhanettin Güvenç, bu zamana kadar sadece bir küme üyesiyle yalnızca bir kez görüşüldüğünü dile getirdi. […] OSTİM Başkanı Orhan Aydın da ‘yüzde 51’in sonuna kadar takipçisi olacaklarını kaydetti.” Anlaşılan o ki Çinliler ‘yüzde 51’ şartına uymuyor ama OSTİM’deki sanayici de uyumuyor! Burhanettin Güvenç ve Orhan Aydın’ın Çinli firma CSR’ye verdikleri tepkinin diğer sanayici kuruluşları ve hatta işçi kuruluşları tarafından da sonuna kadar desteklenmesi gerekiyor. Peki niçin? Bu sorunun cevabını Cambridge Üniversitesi’nde çalışan Koreli iktisatçı Ha-Joon Chang’ın çevirmeni olduğum kitabı Sanayileşmenin Gizli Tarihi içinden birkaç paragrafı okuyarak vermeye çalışalım. *** “[Robinson Crusoe ve Moll Flanders gibi ünlü romanların da yazarı olan Daniel Defoe 1728’de yayınlanan İngiliz Ticaretinin Bir Planı adlı kitabında (bundan böyle kısaca ‘Bir Plan’ olarak anılacaktır.)] […] VII. Henry ve I. Elizabeth tarafından korumacılığın, sübvansiyonların, tekel haklarının dağıtımının, devlet destekli sınaî casusluğun ve devlet müdahalesinin diğer araçlarının; dönemin Avrupa’sında bilinen en yüksek teknolojiye sahip olan İngiliz yünlü kumaş endüstrisini geliştirmek için nasıl kullanıldığını anlatır. Tudor devrine kadar İngiltere, ithalatını finanse edebilmek için ham yün ihracatına dayanan, nisbeten geri kalmış bir ekonomiydi. Yünlü kumaş imalât sanayii Alçak Ülkeler’de (bugünkü Belçika ve Hollanda), özellikle de Flaman kentleri Bruges, Ghent ve Ypres’de yoğunlaşmıştı. İngiltere ham yünü ihraç ediyor ve makul bir kâr elde ediyordu. Fakat yünü elbiselere nasıl dönüştüreceklerini bilen diğer ülkeler çok daha büyük kârlar elde ediyorlardı. Bu başkalarının yapamadığı zor işleri yapabilenlerin daha çok kâr edebileceği bir rekabet yasasıydı ve VII. Henry’nin 15’inci yüzyılın sonunda değiştirmek istediği bir durumdu. “Defoe’ye göre, VII Henry yünlü kumaş imalâtına uygun yerlerin belirlenmesi için kraliyet memurlarını gönderdi. Kendisinden önceki kral III. Edward gibi Alçak Ülkeler’den beceri sahibi işçileri kaçırttı. VII. Henry ham maddenin yurt içinde ilâve işleme tâbi tutulmasını özendirmek için ham yün ihracatı üzerindeki vergiyi de yükseltti ve hatta geçici olarak ihracını yasakladı. 1489’da ilâve işlemeyi yurt içinde özendirmek için üretimi tamamlanmamış giyim eşyasının ihracını da yasakladı. Oğlu VIII. Henry aynı politikayı sürdürdü ve tamamlanmamış giyim eşyasının ihracını 1512’de, 1513’te ve 1536’da yasakladı. “Defoe’nin vurguladığı gibi VII. Henry’nin İngiliz imalâtçılarının Alçak Ülkeler’deki ileri rakiplerini nasıl hızla yakalayabilecekleri gibi kuruntuları yoktu. Kral, İngiliz sanayii işlenmesi gereken yünün miktarıyla baş edilebilecek ölçüde geliştiğinde, sadece ham yün üzerindeki vergileri artırdı. Henry daha sonra, İngiltere’nin ürettiği tüm yünü işleme kapasitesine sahip olmadığı açığa çıkınca koyduğu yasağı hızla geri çekti. Hakikâten, Bir Plan’a göre I. Elizabeth’in hükümdarlığının ortasına, 1578’e kadar; VII. Henry’nin 1489’da ‘ithal ikâmeci endüstrileşme’ politikasını başlatmasından yaklaşık 100 yıl sonra İngiltere, ham yün ihracını tamamıyla yasaklamaya yetecek büyüklükte üretim kapasitesine sahip oldu. Bununla birlikte, ihracat yasağının birkez konmasıyla Alçak Ülkeler’de hammaddeden yoksun kalan rakip imalâtçılar felâkete sürüklendiler. “VII. Henry tarafından uygulamaya sokulan ve kendisini izleyenler tarafından sürdürülen politikalar olmaksızın – bütünüyle imkânsız olmasa bile – İngiltere’nin bir hammadde ihracatçısından, Avrupa’nın o zamanki ölçülerinde, yüksek teknolojiye dayanan bir sınaî merkeze dönüşmesi çok zor olacaktı. Bu, sanayi devrimini besleyen çok büyük hammadde ve gıda ithalatını finanse eden ihracat kazançlarının büyük bölümünü sağladı. Bir Plan, kapitalizmin temel söylencesi olan, ‘İngiltere başarılı olmuştur çünkü diğer ülkelerden önce refaha giden doğru yolu – yani serbest piyasayı ve serbest ticareti – bulmuştur’ söylencesini paramparça etmiştir. “İktisat hocaları tarafından genellikle ‘rasyonel iktisadî adamın’ katıksız örneği olarak kullanılan Daniel Defoe’nin kurmaca kahramanı Robinson Crusoe, neoliberal serbest piyasacı iktisadın kahramanıdır. Bu iktisatçılar, Crusoe’nun yalnız yaşamasına rağmen her zaman ‘iktisadî’ kararlar vermek zorunda olduğunu ileri sürerler. Crusoe maddi tüketim ve boş zaman isteğini tatmin etmek için ne kadar çalışacağına karar vermek zorundadır. Rasyonel bir adam olarak amacına erişmek için kesinlikle asgari ölçüde çalışır. Varsayalım, Crusoe daha sonra yakın bir adada tek başına yaşayan başka bir adamla karşılaşsın. Bu iki adam birbirleriyle nasıl ticaret yapacaklardır? Serbest ticaret teorisi diyor ki bir piyasanın işe dâhil edilmesi, Crusoe’nun durumunun doğasını temelden değiştirmeyecektir. Hayat büyük ölçüde Crusoe’nun kendi ürünü ve komşusununki arasında bir değişim oranı belirlemeye ihtiyaç duymasına dair ilâve husus dışında eskisi gibi sürer. Rasyonel bir adam olarak Crusoe doğru kararlar vermeyi sürdürecektir. Serbest piyasacı iktisatçılara göre, bunun böyle olması tam olarak bizim serbest piyasaların işlemesinde Crusoe’ya benzememiz sebebiyledir. “Defoe’nin Plan’ının delillerle desteklediği iktisat bilimi türü Robinson Crusoe iktisadının tam tersidir. Bir Plan’da Defoe İngiliz yünlü kumaş imalâtını geliştiren şeyin serbest piyasa değil, devlet korumacılığı ve sübvansiyonlar olduğunu açıkça ortaya koyar. Ülkesinin etkin bir ham yün üreticisi olduğu ve böyle kalması gerektiğine dair piyasadan gelen sinyallere karşı çıkarak, VII. Henry bu tür hoşa gitmeyen gerçekleri kasten çarpıtmıştır. Böylelikle, İngiltere’yi nihayetinde önde gelen bir endüstriyel ülkeye dönüştüren süreci başlatmıştır. İktisadî kalkınma günlük yaşayan Robinson Crusoe gibi kişilerden daha ziyâde VII. Henry gibi geleceği inşa eden kişileri gerektirir.” *** Uzun lafın kısası: Yerli sanayii geliştirmek sözde ‘serbest piyasa’ yoluyla ‘kendiliğinden’ olacak iş değil. Bunun tarihteki yüzlerce örneğinden sonra, bizzat bugünün Çin’i tarafından izlenen politikalar tarafından bir kez daha önümüze konduğu tartışmasız bir gerçek. O halde Ankara Metrosu örneğindeki ‘yüzde 51’ şartının yerine getirilmesi sadece bu proje kapsamında değil, Türk sanayiinin geleceğinin şekillendirilmesi yönünde bir politika tercihinin belirginleştirilmesi bakımından büyük önem taşıyor. Dolayısıyla hem Türk sanayicilerin hem de hükümet ve bürokrasinin bu konuda ortak hareket etmesi gerekiyor; ki sadece Çinli CSR’ye değil tüm dünyaya ‘uyumadığımızı’ gösterebilelim.

8 Mart 2013 Cuma

Güven değer yaratır mı?

Bankacılık konusunda ders verirken öğrencilerime ya da dinleyicilerime ilk sorduğum soru şudur: “Bankacılık ne işidir?” Cevaplar neredeyse her zaman “Bankacılığın para işi olduğu” yönündedir. Bu cevabı yanlış saymasam da doğru cevap saymam. Bu defa dinleyiciler sorarlar: “O halde bankacılık ne işidir?” diye. Bunun üzerine kendilerine “Bankacılık bilgi işidir. Kredibilite bilgisi işidir. Kredibilitenin tahlili işidir. Çünkü bankacılık güven işidir” derim. Arkasından da kendilerine ‘güven’ kavramının ne kadar önemli olduğunu; Latince’de ‘cred’ kelimesinin ‘güven’ anlamına geldiğini, bugün pek çok başka dilde olduğu gibi Türkçe’de de kullanılan ‘kredi’ ve ‘kredibilite’ kelimelerinin ‘cred’ kelimesine dayandığını anlatırım. Kısacası ‘güven’ çok önemli bir kavramdır. Sadece bankacılıkta değil ticaretin her alanında çok büyük önem taşır. Üstelik bununla da sınırlı değildir güvenin önemi. Güven insanlar arası akla gelebilecek her türlü ilişkide emsalsiz bir öneme sahiptir. En kısa ve yalın tabirle güven ‘sözünü tutmaktır’. Bugün ekonomik sistemin işleyişinde ‘para’ diye bildiğimiz araç da ‘senet’ diye bildiğimiz araç da ve bunların benzerleri de işin özüne inildiğinde ‘söz vermekten’ başka bir şey değildir aslında. Dolayısıyla yazının başlığına dönersek eğer: Evet, güven değer yaratır! Güvensizlik ise potansiyel değer yaratma imkanlarını bitirir. Fransis Fukuyama geçtiğimiz dönemde “tarihin sonuna gelindiğini” ileri süren Japon asıllı bir Amerikalı akademisyendir. Bu düşüncesine katılmamakla birlikte Fukuyama’nın güven kavramı üzerindeki ilginç düşüncelerinin benim bu alandaki düşüncelerimin şekillenmesinde etkisi olduğunu inkâr edemem. Fukuyama toplumları ‘güven toplumları’ ve ‘güven toplumu olmayanlar’ gibi iki kaba grupta tasnif ediyor. Ona göre daha ziyade Kuzeyli toplumlar, örneğin Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ile Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi anadili İngilizce olan diğer Anglosakson ülkeleri ve Almanya, Hollanda ile İskandinav ülkeleri gibi ülkeler ‘güven toplumları’ grubuna dâhillerken; Fransa, İtalya, İspanya gibi Akdeniz havzası ülkeleriyle Uzak Doğu ülkeleri ‘güven toplumu olmayanlar’ grubuna dâhiller. Fukuyama bu savını ispatlamak için bu ülkelerdeki sermaye birikim süreçlerini örnek gösteriyor ve güven toplumlarında çok ortaklı sermaye şirketlerinin çok eski tarihlerde kurulabildiğini, bu ülkelerde sermaye piyasalarının çok eski tarihlerden bu yana büyük gelişme gösterdiğini; buna karşılık karşı gruptaki ülkelerde büyük şirketlerin ya devlet eliyle kurulduğunu ya da büyük aile şirketleri biçiminde örgütlendiklerini ileri sürüyor. Örnek doğru mu? Her ne kadar ilk bakışta bütünüyle doğru görünse de bu tartışmalı bir konu tabii. Türkiye’nin durumu da Fukuyama tarafından özellikle ele alınmış olmasa da bu yaklaşıma paralel görünüyor. Ülkenin en büyük şirketleri ya zamanında devlet eliyle kurulmuş KİT (kamu iktisadi teşebbüsü veya teşekkülü) olarak hayatına başlamış kuruluşlar ya da aile şirketleri. Konunun örneklenmesine ilişkin olan bu yanı başka tartışmaları gerektirse de sanırım belirgin olan şu ki Türk toplumunu oluşturan bireyler birbirlerine yeterince güvenmiyorlar ya da güven vermiyorlar. Bu durumu kavramak için sadece ticari konular çevresinde dolanıp durmaya da gerek yok üstelik. Gündelik hayatımızın sağlayabileceği o kadar çok örnek var ki siz bu satırları okurken aklınıza onlarcasının geldiğini tahmin etmem zor değil. Trafikte araba kullanırken niçin bu kadar sinirleniyoruz sizce? Bizim kadar korna çalan kaç toplum var acaba – en azından sanayileşmiş Batı ülkelerinde? Bankalarda ve benzeri diğer kurum ve kuruluşlarda ‘kuyruk-matik’ de diyebileceğimiz ‘sıra numarası alma’ makinelerinin kullanımına kadar yaşananları hatırlar mısınız? Daha sıradan örnekleri dillendirmeme sanırım gerek kalmadı artık. Anlaşılan o ki biz maalesef bir güven toplumu değiliz ve bunun en büyük sakıncası da ‘organize’ olamamak biçiminde belirginleşiyor. İnsan toplumu değer yaratırken organize olmak zorunda. Dolayısıyla karşınızdakine güvenebilmeniz daha büyük değer yaratabilmeniz bakımından önem taşıyor. Biliyorum; bütün toplumlarda hakimler, avukatlar ve mahkemeler var. Eğer tüm insanlar sözlerini tutsalardı bu meslek gruplarına bu ölçüde ihtiyaç duyulmazdı. Zannediyorum bizde mahkemelere duyulan ihtiyaç – diyelim – sanayileşmiş Batılı ülkelerdekinden daha fazla. Bu süreçlerde harcanan zaman, yaratılamayan değer daha fazla. Bu kapsamda anayasa konusu da belki akla gelmesi gereken hususlardan. Malum; bizde anayasa tartışması hiç bitmemiştir. Oysa hep söylenir ya İngiltere’nin yazılı bir anayasası yoktur bile. Yaklaşık altı yıl yaşadığım İngiltere’de anayasa konusunun tartışıldığını hiç duymadım. Bizim sadece bu tartışmalar esnasında kaybettiğimiz zaman ve enerjinin boyutları üzerinde düşünmeyi size bırakıyorum. Ya da ‘Gözü dönüp eşini öldüren adam’ tiplemesinin bizim ülkemizde olduğu kadar; üstelik bu çağda, artık ‘tipik’ sayılabilecek bir düzeye eriştiği kaç medeni ülke var acaba? Bu adamlardaki güvensizlik kime peki? Eşlerine mi yoksa kendilerine mi? Bu da ayrı bir yazı konusu olabilir sanırım. Sadede gelelim: Güven değer yaratır! Hem de çok. Ve güven ‘ahlaka’ dayanır!

Nasıl zengin oluruz?

Ne istiyoruz? Zenginleşmek istiyoruz. Yeni teknolojilerin yardımıyla artan refahtan daha fazla pay almak istiyoruz. Dünyanın farklı kategorilere ayrılan ülke grupları arasında zengin ülkeler grubunda yer almak istiyoruz. Bundan daha doğal bir şey olmasına da imkân yok. Elin ‘gavuru’ bu kadar zengin, bu kadar güçlü bu kadar hâkimken kendi bulunduğumuz yeri beğenmiyor; çoğunlukla eski günlerimizi iç geçirerek yâd ediyoruz. Demek ki zenginleşmek kadar güçlenmek de istiyoruz. Biliyoruz ki zenginlik ve güç bir arada geliyor. Biliyoruz ki zenginler daha güçlüler. İki kıta arasındaki geçiş noktasında bulunan ve binlerce yıldır onlarca kavmin göçüne sahne olmuş, kendi döneminde buralardan haberdar herkesin ilgisi çekmiş ve çekmekte olan bu bereketli topraklar böylesine iştah kabartırken ve sürekli birilerinin kavga çıkarmak için fırsat kolladığı bir ortamda ne yaparız da zengin oluruz? Bütün bunları düşündükçe aklıma gelen ilk şey akıllı olmak gerektiği. Akıllı olmalıyız ve aklımızı doğru yerde kullanmalıyız. Bu devirde her devirde olduğu gibi bilginin para ettiği aşikâr. Bilginin ‘değer’ olduğunu, değeri insanın yarattığını biliyoruz. Değer yaratanın insan oluşu gibi ‘sorun’ yaratanın da insan olduğunu biliyoruz. Çoğu zaman yaşlanan Avrupa’nın yanı başındaki ülkemizde genç nüfusumuzla övünüyoruz. Sanki gençlik iyi beslenmedikçe, iyi eğitilmedikçe, değer üretmeye hazır hâle getirilmedikçe kendiliğinden kendi geleceğini inşa edebilirmiş gibi. Akıllı olmalıyız: Türk ulusunun binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan onlarca halkın kültürel mirasına sahip olduğu gerçeğinden hareketle, barışın huzur ve zenginlik için ne kadar hayati olduğunu hiç unutmamalıyız. Akıllı olmalıyız: İyi yetişmiş insanların değer üreteceğini, zenginlik yaratacağını hep hatırda tutmalı; elimizdeki en büyük kaynak olan insan kaynağını yüksek niteliklerle donatarak gerçek bir kaynak hâline getirmenin seçeneksiz olduğunu iyi anlamalıyız. Akıllı olmalıyız: Tarihi iyi okumalı, anlamalı, okutmalı, anlatmalıyız. Hangi ülkelerin nasıl zengin olduklarını onların bize söylediklerine şüpheyle yaklaşarak yeniden araştırmalıyız. Akıllı olmalıyız: Bugünün dünyasında – her zaman da olduğu gibi zaten – daha büyük değer yaratan yetenekli insanların dünyanın belli bölgelerinde, belli kentlerinde toplandıklarını görmeliyiz. Bazılarının “yaratıcı sınıf” sıfatıyla tanımladıkları bu insanların niçin oralarda toplandıklarını; yaşamak için niçin o kentleri ya da ülkeleri tercih ettiklerini anlamalıyız. Sonra da kendimize şu soruyu sormalıyız: Aralarında Türkiye’nin bulunduğu bazı ülkeler o ülkelere ya da kentlere en iyi yetişmiş insanlarını neden kaptırıyorlar? Beyin göçü denilen olgu niçin bizim aleyhimize işliyor? Yetenekli insanları ya da bir başka tabirle ‘yaratıcı sınıfı’ çekmek için biz neler yapabiliriz? Akıllı olmalıyız: “En hakiki mürşitin ilim ve fen olduğunu” hep akılda tutmalı ve ‘acaba Atatürk neden böyle söylemiş’ diye düşünmeliyiz. Akıllı olmalıyız: Aptalca sorulara zekice cevaplar üretmeye çalışmak yerine zekice sorular sormalı; aptalca sorularla ve aptalca cevaplarla zaman kaybetmemeliyiz. Akıllı olmalıyız: Elimizde ne var ne yok bilmeliyiz. Topraklarımızın altında ve üstünde değer ve refah yaratabilecek ne varsa bilmeliyiz ve bunları kullanmak konusunda çok hassas olmalıyız. Akıllı olmalıyız: Zenginlik ve refah üretirken en kıt bulunan şeyin (‘üretim faktörü’ demeli belki) ‘iyi yönetim’ olduğunu hep akılda tutmalıyız. İyi yöneticiler aramalıyız. İyi yöneticiler yetiştirmeliyiz. İyi yöneticilerle çalışmalıyız. Doğru kararların sağlayabileceği yararlar ile yanlış kararların verebileceği zararları gözden geçirmeli; yanlış kararların getireceği en büyük kaybın telafisi imkânsız olan zaman kaybı olacağını asla unutmamalıyız. Kısacası, kötü yönetimin maliyetinin çok ağır olacağını hep hatırlamalıyız. Akıllı olmalıyız: Eleştirel düşünmeliyiz. Sorgulamalıyız. Dünyanın zengin ülkelerini örnek almalı; onların nasıl zenginleştiklerini sorgulamalı; hatalarından ders almalı, tecrübelerinden yararlanmalıyız. Zengin olmak için, daha iyi yaşamak için, huzur için, barış için sadece akıllı olmalıyız!

Yeniden ‘Ulusal İhracat Kredi Kurumları’

Küresel ekonomik kriz hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin gayri safi milli hasılalarında belirgin düşüşlere yol açmış; buna bağlı olarak uluslararası ticaret hacmi belirgin biçimde daralmıştır. Bu durumun en önemli sebebi kriz koşulları sebebiyle küresel talepteki daralmadır. Bu noktada talebin alım gücü ile beslenmesi ve ticaretin finansmanı konusu gündeme girmektedir. Finansal krizi tetikleyen banka ve diğer finansal kuruluşlarının iflaslarının yarattığı güven bunalımı uluslararası ticaretin finansmanında kullanılan kaynakları kısıtlamıştır. Kriz dönemlerinde uluslararası ticaretin finansmanı zorlaşmaktadır. Bunun en önemli sebebi, krizin kredi riskindeki artış algısını güçlendirmesi ve ticaretin tarafları arasındaki güven ilişkisinin tesisini ya da sürdürülmesini zorlaştırmasıdır. Bu çerçevede kriz dönemlerinde ticari işlemlerin finansmanı daha kısıtlı olmakta ve ayrıca finansman maliyeti – artan risk sebebiyle – ciddi ölçüde yükselmektedir. Finansman maliyetlerindeki yükseliş; ekonomik faaliyetlerin tüm taraflarında temerrüt riskinin (borç yükümlüklerinin zamanında ve tam olarak yerine getirilememesi) arttığı yönündeki algı değişikliğine, borçlanma süreçlerinde kullanılan teminat unsurlarının fiyatlarındaki ciddî düşüşlere ve bu hususlarla bağlantılı olarak bankaların ve diğer finansal kuruluşların finansman maliyetlerinin yükselmesine dayanmaktadır. Ayrıca, başta ABD ve AB’nin önde gelen ülkelerinden başlayarak pek çok ülkede zor duruma düşen bankaların kamu kaynakları kullanılarak kurtarılması, uluslararası ticaretin finansmanında kullanılan kaynakların daralmasının ve ticaret finansmanının pahalılaşarak zorlaşmasının bir başka etkenidir. Bilindiği gibi likidite daralması (finansman kaynaklarının azalması) faiz oranlarını yükseltmekte ve finansman maliyetini artırmaktadır. Faiz hadlerindeki genel yükşeliş uluslararası ticaretten kaynaklanan alacakların finansmanının da pahalılanmasıyla sonuçlanmaktadır. Risk algısındaki negatif değişme bankaların firmalara kredi kullandırırken seçiciliğini artırmıştır. Kaldı ki küresel kriz bankalar arasındaki kredilendirme işlemlerinde dahi bir güven bunalımı yaratmıştır. Güçlenen güvensizlik ve faiz hadlerindeki genel yükseliş uluslararası ticarette satıcı firmaların vadeli (kredili) satışlarda daha çekingen davranmalarına ve daha yüksek oranlarda vade farkı istemelerine sebep olmaktadır. Dolayısıyla, güven bunalımı sadece finansal kurumların (bankaların) birbirlerini kredilendirirken ya da firmaları kredilendirirken çekingen davranmalarıyla sonuçlanmamakta; bunlara ek olarak, vadeli ticarette reel sektör firmaları da birbirlerini kredilendirmekte çekingenleşmekte ve satışlarını peşin ödeme veya akreditif gibi yöntemlere dayandırmaya temayül etmektedirler. Bu davranış tarzı temerrüt tecrübelerinin sıklaştığı dönemlerde doğal olarak özellikle yaygınlaşmaktadır. Sonuçta uluslararası ticaretin zorlaşması sonraki aşamada, kendileri doğrudan ihracat ya da ithalat yapmayan firmaların faaliyetlerini dahi daraltıcı etkiler yaratmakta ve finansal krizler kendi kendini besleyen döngüsel süreçleri başlatmaktadır. Kısacası, dünya ticaretindeki daralma şarşırtıcı değildir ve bu durumun en önemli sebeplerinden biri uluslararası ticaretin finansmanındaki daralmadır. Öte yandan, uluslararası tedarik zincirlerinin geçmişe kıyasla çok büyük ağırlık kazanması uluslararası ticaretin kesintisiz işleyebilmesi bakımında ticaretin finansmanın önemini de artırmıştır. Üretim sistemlerinin geldiği aşamada, her ölçekteki firma ihracatçı ya da ithalatçı konumunda başka ülkelerdeki firmalarla ilişki içindedir. Örneğin Türkiye’nin ithalatının çok önemli bir kısmının aramal ya da yatırım malı ithalatından kaynaklanmaktadır ve ülkenin ihracatı ancak bu malların ithalatı ile sürdürülebilmektedir. Eğer ihracatçılar ve ithalatçılar güvensizlik veya alım gücü yetersizliği gibi sebeplerle birbirleriyle ticaret yapmıyor ya da yapamıyorlarsa uluslararası ticaretin artması beklenemez. Benzer şekilde bankalar, risk algılarındaki güçlenme sebebiyle kredi vermekte isteksiz davranıyorlarsa, borç verilebilecek fonların bollaştırılması dahi toplam kredi tutarını arttıramayacak ve ticaret hacmini genişletemeyecektir. Bununla birlikte, ticaretin finansmanında esas sorunun sadece finansman bulmaktan öte ‘katlanılabilir’ maliyet düzeylerinde finansman bulmak olduğu vurgulanmalıdır. Dolayısıyla, sadece ticaretin finansmanı için ihtiyaç duyulan fonların miktarına odaklanan bir yaklaşımın da başarı şansı düşüktür. Yukarıda özetlenen şartlar altında küresel kriz, devlet müdahalesinin ve bütçe kaynaklarının kullanımı yoluyla piyasalarda ‘alım gücü yaratılmasının’ özellikle daralma dönemlerinde ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gündeme getirmiştir. Ekonomik krizin etkileri altında ulusal ekonomilere devlet müdahalesinin arttığı görülmektedir ve krizin sonlanmasından sonra da çeşitli ülkelerde ulusal düzeyde daha müdahaleci ekonomi politikalarının izlenmesi beklenmektedir. Küresel krizle birlikte ekonomik milliyetçilik görece yükselmiştir ve bu durumun kriz sonrasında da etkilerini sürdürmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Sanayileşmiş ülkelerdeki özel sermayeli finansal kuruluşların yaşadıkları olumsuz tecrübeler (örneğin iflaslar ya da kamusal kaynaklarla iflasların engellenmesi), uluslararası ticaretin finansmanında kamusal sermayeli finansal kuruluşların özellikle de resmi ihracat kredi kurumlarının önemini arttırmaktadır. Bu kurumların geleneksel rolü yukarıda özetlenen sıkıntıların aşılmasına katkı sağlamak bakımından ticareti ve doğrudan dış yatırımları desteklemek ve kolaylaştırmaktır. Başka bir ifadeyle, ticaret ve finansmanda güven sorununun aşılması, ticareti daraltan ve buna bağlı olarak ekonomiyi küçülten etkilerin sınırlandırılabilmesi bakımında resmi ihracat kredi kurumları ‘yeniden’ büyük önem kazanmışlardır. Bu doğrultuda, piyasalardaki güvensizliği gidermek bakımından kamusal otoritelerin direktifleriyle resmi ihracat kredi kurumları aracılığıyla ihracat kredi sigortası ve doğrudan dış yatırım sigortası başta olma üzere, çeşitli kredi, garanti ve sigorta programlarının kullanımının yaygınlaştırılması gerekli görülmektedir. İhracat kredi kurumları dünyada ilk kez Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen ekonomik çöküş döneminde Avrupa ülkelerinde ortaya çıkmışlardır. Dünyadaki ilk ihracat kredi kurumu İngiltere’de 1919’da kurulan ECGD’dir (Export Credit Guarantee Department). Bu kurumların amacı başlangıçtan beri kendi ülkelerinde yerleşik firmaların ihracatlarını ya da doğrudan dış yatırımlarını desteklemektir. Böylelikle kendi ülkelerinin dış ticaret ve cari işlemler dengelerine katkı sağlamış olmaktadırlar. Bu kuruluşlar esas itibarıyla, kendi faaliyet alanlarındaki piyasa aksaklıklarını gidermeyi hedeflemektedirler. Burada ‘piyasa aksaklığı’ kavramıyla, üstlenilmesi gereken riskin çok yüksek olması veya iş hacminin çok küçük olması sebebiyle özel sektör firmalarının girmekten kaçındıkları sigortalama veya kredilendirme işlemlerininin normal piyasa koşulları altında – kolaylıkla – yapılamamasına işaret edilmektedir. Dolayısıyla, resmi ihracat kredi kurumları ilk ortaya çıktıkları dönemden bu yana kendi faaliyet alanlarındaki özel sektör firmalarına rakip rolünü değil de tersine bu firmaların açıkta bıraktıkları faaliyet aralıklarını tamamlayan kuruluşlar rolünü benimsemişlerdir. Bu kurumların temel amacı piyasa koşullarında faaliyet gösteren özel sektör kontrolündeki finansal kuruluşların giremediği ölçüde riskli işlemlerini yapılabilmesini sağlayarak, kendi ülkelerinin ihracatını ve doğrudan dış yatırımlarını desteklemek yoluyla ülkelerinin dış ticaret ve genel olarak ödemeler dengesine katkı sağlamaktır. İhracat kredi kurumları kendi ülkelerinin ihracatını ve dış yatırımlarını kendi ülkelerinin firmaların lehine kredi, garanti ve sigorta imkânları sunarak desteklerler. Farklı yapılarda örgütlenen ihracat kredi kurumlarından bazıları sadece sigorta ve garanti gibi gayrinakdî finansman araçlarına yoğunlaşmakta bazıları ise Eximbanklar biçiminde örgütlenerek nakdî ve gayrinakdî enstrümanları birlikte kullanırlar. Bu işlemlerde kullanılacak finansal kaynaklar da hem kendi ülkelerinin devlet bütçesinden hem de piyasa koşullarında yerli ya da yabancı kaynaklardan borçlanmak suretiyle temin edilirler. Fakat bu kurumların sağladıkları hizmetlerin özünde doğrudan doğruya finansman kaynağı olmanın ötesinde bir ‘enformasyon kaynağı’ olmaları bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle bu kurumlar ihracatçılar, yatırımcılara ve dış ticaret ya da yatırım faaliyetlerine finansman sağlayan bankalara yurt dışındaki alıcılara ya da borçlulara ilişkin enformasyon ve teknik destek de sağlarlar. Kısacası ihracat kredi kurumları üstlendikleri fonksiyonun esası dikkate alındığında dış ticaret ve dış yatırımlarla bağlantılı olarak maruz kalınan kısa, orta ve uzun vadeli risklerin en iyi biçimde yönetimine katkı sağlarlar; en azından kendilerinden beklenen temel işlev budur. Yukarıda da ifade ettiğim gibi küresel kriz, devlet müdahalesinin ve bütçe kaynaklarının kullanımı yoluyla piyasalarda ‘alım gücü yaratılmasının’ ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gündeme getirmiştir. Ayrıca bu dönemde ‘kredi riskinin yönetimi’ ‘eski güzel günlerde’ olduğundan çok daha güç hâle gelmiştir. Dolayısıyla bu şartlar altında, uluslararası ticaretin finansmanında kamusal sermayeli resmi ihracat kredi kurumlarının önemli rolü yeniden belirginleşmektedir.