23 Temmuz 2008 Çarşamba

Düş(üş)

Uzun gecenin ardından gün ağarıyordu. Uykususz geçen tüm geler uzundu onun için. Kalkmak istemedi. Bu kez diğer tarafına döndü yatakta. Ellerini birbirine kavuşturup bacaklarının arasına sıkıştırdı. Daha rahat ve güvende hissetti kendini. Gözlerini kıpıştırdı Perdenin aralığından sızan parlak beyaz ışık gözlerini rahatsız etti. Alt kattan sesler geliyordu. Ablası çoktan kalkmış olmalıydı. Ablasını ne kadar çok özlediğini düşündü; “Ne çok özlemişim onu” diye mırıldandı. Kaç sene geçmişti aradan? Yedi mi? Herhalde en az yedi olmalıydı. O zamanlar bekârdı. Şimdi karısı da yolda olmalıydı. “Ben gelmeden gelme” demişti karısına. Onu da çok özlemişti. “Ya annem? Yaşlanmış olmalı... O da Melahat’la birlikte yolda şimdi. Gröüşmemize sadece saatler kaldı.” Yatağın içinden çıkmak istemiyordu ama daha fazla yatamayacaktı da. Azıcık geriye doğru çekti kendini. Yaslanmak için yastığını arkasına aldı ve ellerini başının gerisinde kenetledi. Dün sabah ayrıldığı o büyük Batı şehrini düşündü. Şimdi Doğudaydı; o Batı şehrinden yüzlerce kilometre uzakta. Uçak Londra’yı terkederken seviniyordu ama içindeki burukluğu da bir türlü yenemiyordu. Aktarma yapmak için Roma’ya indiklerinde, o burukluk çoktan büyümüş ve silinmesi kolay olmayacak derin bir özleme dönüşmüştü bile. İşte onbeş yıl süren gurbet ve ayrılık acısı sonlanıyordu azar azar; yerini bir başkasına bırakarak... Batı şehirlerini kimbilir ne zaman tekrar görebilecekti. Yolculuğun Roma’dan sonraki kısmında zihninde hep bu sorularla boğuştu. Rahatlayamıyor, ruhunu rahatlatamıyordu. Tebriz’de kendisini nelerin, nasıl bir geleceğin beklediğinden de pek emin değildi. Sevenlerine kavuşacak olmak yüreğini ısıtıyordu ama. Melahat, ablası, annesi, babası ve kardeşleri... Ya akrabaları? O hiç sevmediği, sevemediği amcası mesela? Büyük halası? O birbirini takip edecek sorgulamalar? O imâlı ve hatta küçümseyen bakışlar? “Bunca yıl gurbette kaldıktan sonra elinde ne var?” derlerdi muhakkak? Elinde kalan nesi vardı sahi? Aşk acısı mı? Melahat’i severdi. “Ona aşık mıyım?” diye geçirdi içinden. “Hayır” demeyi yakıştıramadı kendisine. Fakat içindeki birşey pırpır edip duruyor “hayır”ı koparmak için zorluyordu onu. Daha fazla direnemedi. Gözlerini kapattı.


***

“Adım Maria” dedi kız elini uzatırken.
“Benimki Rahman” diye cevapladı esmer genç. Genç kızın koyu kahverengi gözlerinin içi gülüyordu. Beyaz dişleri siyah pırasa saçlarıyla çevrelenmiş yüzünü her gülüşünde yeniden yeniden ışıtıyordu.
“Nerelisin?”
“İranlıyım. İran Azerbeycan’ından. Tebriz’i duydun mu hiç?”
“Şeyyy - duymadım. Coğrafyam pek iyi sayılmaz zaten.”
“Sen nerelisin peki? İspanyolsun sanırım.”
“Bir bakıma evet. Katalanım ben – Barselona’dan. Sen Barselona’yı biliyorsun değil mi?” Rahman gülümsedi:
“Nasıl bilmem!”

***

Daha fazla yatakta kalmak istemedi. Yatağın kenarına oturdu ve bir süre düşündü. Babası “Oğlum yorgun” dediğini söylemişti. Yalan değildi; yorgundu. Hem de çok yorgun. Belki de tükenişin kıyısında. Bir müddet babasının çiftliğine gidecekti. Orada atlarla meşgul olmak, doğayla avunmak istiyordu. Bir de çiçek yetiştirmek. İngiltere’den beraberinde getirdiği çiçek tohumlarını hatırladı. O çiçekler açtıkça, o Batı memleketini, o Batı memleketindeki acı ve tatlı günleri düşünecekti.

***

Ter boşanıyordu bedeninden. Teni kavruluyordu sanki. Kızı olabildiğine ihtirasla öpüyor; sırtında hissettiği tırnakların acısı arzusunu kabartıyordu. İnledi kız. Gece lambasından yüzlerine yansıyan kızıllığın alevsi görüntüsü ve kavrulan tenleri, sanki bir yurt odasında değillermiş de bir dağ evinde, yanan kütükleri barındıran bir şöminenin yanı başındalarmış hissi veriyordu. Yüzlerinden şehvetin doruklarını henüz ziyaret etmiş oldukları okunuyordu. Boynunun altından dolandırdığı koluyla sıkıca sarıldı kıza. Serbest kalan kolunu başının altına aldı. İçinde ince bir sızı vardı. Melahat’i düşündü. Şuçluluk... Suçluluk... Şuçluluk... Şuçluydu!

***

Ayakları yatmadan önce çıkardıkları terlikleri aradılar. Tekini kolayca buldu. Diğerini ayağıyla bulamayınca yatağın kenarına doğru eğildi altına bakmak için. Üzerindeki mavi pijamayı çekeleyerek doğruldu, öteki terliği de bulduktan sonra. Terlikleri yerde sürüyerek kapıya doğru yürüdü. Kapıyı araladığında taze çörek kokusu burnuna çarptı ilkin. Eve döndüğüne sevindi. “Vatan” diye mırıldandı. Banyoya yürüdü. Alt kattan gelen konuşmalar bir anda kesildi. Duraksamadan banyoya girdi. Merdivendeki ayak sesinin gittikçe yakınlaştığını işitti. Banyonun kapısı tıklandı. Kapının arkasındaki ses “Rahman soldaki sarı havlular temiz; senin için çıkarttım” dedi. “Sağol abla” diye cevapladı. Akan soğuk suya ellerini uzatmadan önce uzun uzun aynaya baktı. Sakalları çıkmıştı. Canı traş olmak istemedi. Aynadaki yüz yorgun görünüyordu. Babasının “Oğlum yorgun” sözü aklına düştü. “Oğlun yorgun baba. Oğlun çok yorgun hem de!” diye geçirdi içinden. O Batı ülkesinde yaşanmış anlardan fotoğraflar gözünün önüne geldi yeniden. Zaman ne kadar acımasızdı. Seneler sanki gün gibi geliyordu geçtikten sonra. On yedi yaşında daha sakalları yeni çıkan bir delikanlıyken ayrıldığı ülkesine, otuz iki yaşında yorgun bir adam olarak dönmüştü. Karmakarışık düşünceler zihninden süzülürken, yüzüne çarptığı bir avuç soğuk su dışarıdaki kışı hatırlattı. Dün gece geç saatlerde geldiği Tebriz’in sokaklarında kar vardı. Oysa Londra yağmurluydu.

***

“Gidecek misin?”
“Evet.”
“Buraya yerleşsen? Birlikte yerleşsek?”
“Kalamam. Evli olduğumu biliyorsun Maria.”
“Boşanamaz mısın?”
Odaya suskunluk çöktü.
“Karımı... Seviyorum... Çıkıp biraz yürüyelim mi? Bu karanlık oda daha da bunaltıyor içimi.”
“Peki çıkalım.”
“Yine yağmur başlamış. Üstüne yağmurluğunu da al.”
“Aldım.”

***

“Beni de sevdiğini söyledin hep.”
“Sana yalan söylemedim hiç.”
“Peki nasıl oluyor bu? Yani hem onu hem beni?”
“Sana aşığım Maria! Melahat’i en baştan beri biliyordun – söyledim sana. Onun bir kabahâti yok. Herşeyden habersiz beni bekliyor.”
“Ya ben? Benim ne kabahâtim var? Bana haksızlık etmiyor musun?”
Soruyu cevaplayamadı. Sustu. Yağmur hızlanmıştı. Parkın çakıl kaplı yolunda yağmura aldırmaksızın ikisi de ağlıyorlardı yürürken. Yağmura karışan göz yaşları yanaklarından sessizce süzülüyordu. Park neredeyse bomboştu. İleride köpeğinin ihtiyacını gidermek için yağmura tahammül etmeye çalışan bir yaşlı kadından ve kendilerinden başka kimse yoktu ortalıkta. Rahman suskundu. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyordu. İçinden kaçıp gitmek geldi. Yakınlardaki istasyona koşup önüne gelen ilk trene atlamalı, tren nereye giderse oraya gitmeli diye düşündü. Maria hıçkırmaya başlamıştı. Omuzlarını tuttu kızın ve kendine doğru çekti, sarıldı. Nisan yağmurları bu yıl daha bir coşkun yağıyordu adaya. Kız hareketsizdi ama hıçkırıyordu.
“Rahman ne olur terketme beni. Bak daha okulun da bitmedi. En azından okulu bitirinceye kadar kal n’olur. N’olur! Rahman suskundu. Maria Rahman’ın suskunluğu’ndan cesaret aldı. Bak okulun çok önemli Rahman. Beni düşünmüyorsan bile okulun bitsin. Azıcık kendini ver tezine.” Rahman Maria’ya sarılmış öylece duruyordu. Rahman susuyor ama Maria’nın her sorusunu, her sözünü içinden cevaplıyordu. “Azıcık kendini versen tezini altı ayda bitirirsin Rahman.” “Mühendislik diploması umrumda bile değil artık.” Yağmurun gürültüsü Maria’nın hıçkırıklarını bastırıyordu.

© Emin Akçaoğlu

Hiç yorum yok: