18 Ağustos 2008 Pazartesi

1980 öncesi ve sonrası Türk bankacılığında finansal yenilikler

Bir finansal sistemde yenilik üretilebilmesi çeşitli unsurların varlığına bağlıdır. Bu unsurlar -en yalın ifadeyle piyasalardaki talep ve arz koşullarında ortaya çıkan değişimlerdir. Bilindiği gibi finansal yenilikleri belirleyen unsurların analizinde kullanılan makroekonomik düzey kavramı, yeniliklerin belirleyicilerini finansal sistemin bütünüyle -ve tabii onu çevreleyen ekonomik sistemle- birlikte ele almayı gerektirirken mikroekonomik düzey, söz konusu belirleyicileri tek bir finansal firmayı dikkate alarak değerlendirmektedir. Bir bakıma esasında her iki düzeyde de aynı unsurlar analize tabi tutulmakla birlikte vurgulanan ayrım, analizin tüm ekonominin ya da tek bir firmanın bakış açısı üzerine kurulmasıyla ilişkilidir. Literatürde genel kabul gördüğü üzere, gelişmiş finansal sistemlerde gözlenen yenilikler makroekonomik değişimlerin, yasal düzenlemelerdeki değişimlerin, artan rekabetçi baskıların ve teknolojik gelişmelerin baskısı altındaki firmalarca üretilmektedirler. Piyasalarda hiçbir değişiklik olmasa bile firmalar sadece kar ençoklama güdüsü ile eksiklikleri gidermeye, dolayısıyla yeni ürünler veya üretim teknikleri geliştirmeye çalışabilirler. Dışardan gelen etkilerden bağımsız olan bu tür yeniliklere arz kaynaklı aktif yenilikler adı verilirken, dış etkilere uyum esnasında ortaya çıkan yeniliklere de reaktif yenilikler denilebilir. Reaktif yenilikler ise dört türe ayrılarak sınıflandırılabilirler: Savunmacı, tepkici, korumacı ve tabii teknolojik yenilikler. Yazının tamamını okumak için buraya tıklayınız.

7 Ağustos 2008 Perşembe

Kitap - Türk Firmalarının Dış Yatırımları: Saikler ve Stratejiler

Aşağıda Türk Firmalarının Dış Yatırımları: Saikler ve Stratejiler adlı kitabın önsözü ile giriş ve sonuç bölümleri verilmiştir. Kitap Türkiye Bankalar Birliği'nden temin edilebilir.

Önsöz

Bu kitap Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yazdığım ve 12 Mayıs 2004 tarihinde savunduğum doktora tezimin gözden geçirilmiş hâlidir. Türkiye’deki yabancı sermayeli doğrudan yatırımlar konusunun kamuoyunun gündeminde en üst sıralarda bulunduğu bugünlerde, Türk firmalarının dış yatırımlarıyla ilgili bir araştırmanın ilgiyle karşılanmasını umuyorum. Bu araştırma sermaye hareketlerinin aslında iki yönlü olduğunu okuyucuya hatırlatacak ve bu iki yön arasındaki yakın ilişkiye dikkat çekecektir. Burada önemsediğim birkaç hususa daha değinmek istiyorum.

Öncelikle, çalışmada Türk dış yatırımlarının bir genel görünümü sunulmaya çalışılırken kullanılan resmi veriler 2002 yıl sonundaki durumu göstermektedir. Kitabın basımı öncesinde bu verilerin güncellenmesi zahmetli ve uzun bir süreci gerektireceğinden bu tür bir çabaya girişilmemiştir. Üstelik, istatistikler sürekli eskimekle birlikte sayılardaki büyüme analitik perspektifi değiştirmemektedir. Esasında bu süreç öylesine dinamiktir ki şu anda okuyucu bu satırlar üzerinde göz gezdirirken bile Türk dış yatırımlarına ilişkin gelişmeler yaşanmakta olabilir. O halde herhangi bir zaman noktasındaki bir fotoğraf, başka bir noktadakiyle kıyaslanabilmek bakımından bile önemlidir. Dolayısıyla, bu çalışmanın alanında – bilinen – ilk kapsamlı araştırma olduğu da dikkate alındığında, Türk dış yatırımlarının çalışmanın yapıldığı dönemdeki görünümünün sonraki yıllardaki araştırmalara, sürecin farklı aşamalarına ilişkin bir karşılaştırma imkânı sağlayabileceği göz ardı edilmemelidir.

Yine de Türk dış yatırımlarına ilişkin çok kısa bir güncellemenin faydalı olacağı düşünülmektedir. Resmi istatistiklere göre 2002 yılında yaklaşık 5 milyar 5 milyon dolar olan Türk dış yatırımları 2004 yılı sonunda 7 milyar 63 milyon dolara yükselmiştir. Bu tutarın coğrafi dağılımına bakıldığında, 2002 sonunda olduğu gibi Batı Avrupa yine ilk sıradadır ve toplam içindeki payı %54’e yakındır. Oysa 2002 sonunda bu oran %71’in üstündedir. Geçen iki yılda Batı Avrupa ülkelerine giden Türk sermayesi %6,6 (yaklaşık 236 milyon dolar) artmakla birlikte bu artış diğer bazı bölgelere yönelen sermayenin artışıyla kıyaslandığında son derece sınırlıdır. Esas dikkat çekici değişiklik Kafkas ülkelerine giden sermaye tutarında gözlenmektedir. 2002 sonunda Kafkas ülkelerindeki Türk sermaye stoğu 194 milyon doların biraz altındayken, bu tutar 2004 sonunda 7,5 kattan daha fazla (1 milyar 458 milyon dolar) artarak 1 milyar 652 milyon doları aşmıştır. Bu tutarın %98’i (yaklaşık 1 milyar 622 milyon dolar) Azerbaycan’da, kalanıysa (yaklaşık 31 milyon dolar) Gürcistan’dadır. Bu durum 2002 sonrasında Türk sermayesinin Gürcistan’ı kısmen terk ettiğini, fakat neredeyse 9,5 kat artışla Azerbaycan’a yöneldiğini göstermektedir. Bu durum ilk aşamada Türkiye ve Azerbaycan arasındaki dil ve kültür yakınlığını akla getirmekle birlikte, esas sebep yatırımların sektörel dağılımındaki değişimler incelendiğinde kavranmaktadır. Azerbaycan ve Gürcistan birlikte 2004 sonunda Türk dış yatırımları stoğunun %23’üne evsahipliği etmektedirler. Kayda değer ikinci sıçrama Orta Asya ülkelerine yönelen sermaye tutarında görülmektedir: 2002 yılı sonunda bu ülkelerdeki Türk sermayesi 252 milyon dolarken, 2004 yılı sonunda bu tutar %113 artışla 537 milyon doları geçmiştir. Bu artışın esas kaynağını Kazakistan oluşturmaktadır ve bu ülkedeki Türk sermayesi iki yıl zarfında 1,6 kat artarak 435 milyon doları aşmıştır. Son olarak belki Afrika’nın durumu not edilmelidir: İki yıl zarfında bu kıtadaki Türk sermaye stoğu 1,7 kattan fazla artışla yaklaşık 68 milyon dolara erişmiştir. Dünyanın diğer bölgeleri dikkate alındığında ise sözü edilen iki yıllık dönem için kayda değer bir değişim yoktur. Örneğin bu dönemde Balkanlara 20 milyon dolar, Doğu Avrupa ve Kuzey Amerika’ya yaklaşık 10’ar milyon dolar ve diğer bölgelere birkaç milyon dolar ilave Türk sermayesi girmiştir.

Türk dış yatırımlarının sektörel dağılımına bakıldığındaysa 2004 sonu itibarıyla görünüm şöyledir: Toplam Türk dış yatırım stoğunun % 33,81’i finansal hizmetler; % 26,68’i enerji; %20,23’ü imalat; % 11,63’ü ticaret; %4,27’si telekomünikasyon; %1,32’si turizm; % 1,21’i inşaat; %0,37’si madencilik; % 0,37’si diğer ve % 0,11’i ise ulaştırma sektöründedir. Bu paylar 2002 sonuyla karşılaştırıldığında ise şunlar söylenebilir: Enerji sektörü en çok yatırım artışının görüldüğü alandır. Bu alana yatırılan Türk sermayesi iki yıl zarfında 153 kat artışla 1 milyar 884 milyon doları aşmıştır ki bu tutar petrol zengini Azerbaycan’a giden Türk sermayesindeki sıçramayı da açıklamaktadır. Çok daha mütevazı olmakla birlikte telekom alanında da (142 milyon dolardan 301 milyon dolara) 2 katı aşan bir artış gözlenmektedir. Yatırım tutarında artış gözlenen diğer sektörlerse şunlardır: Ulaştırma (%25), inşaat (%21), ticaret (%16), turizm (%9,5), imalat (%1,9) ve diğer sektörler (%3,3). Öte yandan iki yıl zarfında madencilik sektöründeki Türk dış yatırım stoğunda 4,5 kat; finansal hizmetler sektöründe ise %1,5 oranında azalış vardır. Finansal sektördeki azalış geçtiğimiz dönemdeki bankacılık krizinin sonuçlarıyla ilişkilendirilebilir.

Burada not edilmek istenen ve çok önemli olduğu düşünülen bir başka konu Türk dış yatırımlarına nasıl bir perspektiften bakılması gerektiğidir. Bu tür yatırımların varlığı ülkeden sermaye kaçışı biçiminde algılanmamalı; bunun yerine Türk firmalarının içinde bulundukları yeni rekabet koşullarına uyum sağlama çabası olarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla bir bakıma Türk dış yatırımları, Türk firmalarının hem dış hem de iç pazarlarda rekabet gücünü artırma gayreti olarak görülmelidir. Kaldı ki Türk ekonomisinin dünya ekonomisiyle bütünleştiği son çeyrek asırda iç ve dış pazarlar arasındaki rekabet koşullarının da ‘aynılaştığını’ ileri sürmek zor olmasa gerektir. Bu şartlar altında – örneğin enerji maliyetleri gibi – Türk firmalarının yurt içinde karşı karşıya kaldıkları bazı sıkıntıların bertaraf edilmesi için çalışılması gerekmekle birlikte, dış yatırım olgusunun aslında bütün bu kısıtlamalardan öte stratejik bir seçim ve hatta zorunluluk olduğu hatırda tutulmalıdır. Bu yaklaşım benimsendiğinde, Türk dış yatırımlarının belli koşullar altında özendirilmesi gerektiği dahi iddia edilebilir.

Türkiye gibi sermayenin kıt olduğu, dolayısıyla kendisi yabancı yatırımcıları teşvik edebilmek için türlü önlemler almaya çalışan bir ülkenin; eşanlı olarak sermaye ihraç eden bir ülke konumunda olması gerektiği iddiası bazılarını şaşırtabilir. Bu konuda temelde iki farklı görüş bulunmaktadır. Birinci görüşü savunanlara göre ilk sorgulanması gereken husus, kendisi zaten sermaye sıkıntısı çeken bir ülkenin kıt sermaye kaynaklarının bir kısmını başka ülkelerde yatırım için kullanmasının ne ölçüde doğru olduğunun sorgulanması gereğidir. Örneğin Türk dış yatırımları Türkiye’deki istihdamı nasıl etkileyecektir? Özellikle emek yoğun sektörlerdeki istihdamın bir kısmının yatırım yapılan ülkelere kayması söz konusu olmayacak mıdır? Bunların da ötesinde sınırlı düzeydeki teknoloji ve yönetsel beceriler de yurt dışına transfer edilmeyecek midir? Bütün bunların araştırılması gereklidir. Öte yandan ikinci görüşü savunanlar ise başka ülkelerde yapılan doğrudan yatırımların uluslararası pazarlarda kalıcı bir rekabet gücü elde etmenin kaçınılmaz bir gereği olduğunu vurgulamaktadır. Herşeyden önce, doğrudan yatırımlar ve ihracat uluslararası pazarlarda sürdürülen faaliyetlerde genellikle birbirlerini tamamlar durumdadır ve firmalar her iki yöntemi de, rekabet güçlerini koruyabilmek bakımından birlikte kullanmalıdır. Gelişmekte olan ülkelerin sermaye yetersizliği ile karşı karşıya bulundukları bilinmekle birlikte; yerli firmaların doğrudan dış yatırımlarının özendirilmesi konusunun bu durumla çeliştiği düşünülmemelidir. Çünkü, dış yatırım aslında iç yatırımın ikâmesi değildir. Böyle bir ikâmenin varlığı ilk bakışta mevcut görünse de; gerçekte firmaların rekabet güçlerini, dolayısıyla da varlıklarını koruyabilmeleri için, dış yatırım kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelebilir. Üstelik dış ticaret ve dış yatırımlar arasında da birbirlerini ikâme edici bir ilişkiden ziyade tamamlayıcı bir ilişkinin bulunduğu söylenebilir. Çünkü esasen dış yatırımcı firmalar, farklı ülkelerde faaliyette bulunan kendilerine bağlı firmalar arasında ticaret (intra-firm trade) yapmaktadırlar. Günümüzde dünya ticaretinin üçte biri birbirleriyle mülkiyet / kontrol ilişkisi bulunan firmalar (ana firma – bağlı firma; bağlı firma – bağlı firma) arasında gerçekleşmekte, dolayısıyla, doğrudan dış yatırımlar uluslararası ticareti artırmaktadır. Bu şartlar altında ihracat konusunda çok hassas olan Türk kamuoyunun bu konuyu dikkatle tartışmasında fayda görülmektedir. Bu çalışma dilerim böyle bir tartışmaya başlangıç oluşturabilir.



Giriş

Farklı hükümetlerin yönetiminde önemli değişiklikler gözlense de 1980 yılına kadar Türkiye’de, genel olarak dışa kapalı bir ekonomik yapının tercih edildiği politikalar izlenmiştir. Bu süreç, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki liberal tercihlere rağmen yetersiz sermaye birikimin kaçınılmaz bir sonucu olarak devletçi politikaların uygulamaya konulmasıyla başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye, savaş sayesinde devrin sanayileşmiş ülkelerinin müdahalelerinden de korunarak, 1950’lere ekonomik gelişme bakımından bir hayli yol alarak girmiştir. 1940’ların ikinci yarısında Cumhuriyet Halk Partisi hükümetlerinin, 1950’lerde de Demokrat Parti hükümetlerinin giderek artan oranda hem siyasî hem de ekonomik dışa açılma gayretleriyle, Türkiye’nin dış ekonomik ilişkilerinde dikkat çekici mesafe alınmıştır. 1960 sonrasındaki ithal ikameci dönemde de daha önceki dönemlerdekine benzer korumacı politikalar sürdürülerek yerli sermaye birikiminin güçlendirilmesine çalışılmakla birlikte, Türk ekonomisinin gelişmiş dünyayla ilişkilerinde gittikçe belirginleşen bir yapı değişikliği açığa çıkmaya başlamıştır. 1970’li yıllardaki petrol krizleriyle, sanayileşmiş ülkelerin liderlik ettiği dünya ekonomisinin bir tıkanma noktasına gelmesi, üretimi büyük oranda girdi ithalatına dayanan Türkiye ekonomisini de kaçınılmaz olarak etkisi altına almıştır. Bu dönemde politik krizlerle de beslenen ekonomik tıkanmanın geleneksel politikalarla aşılamaması, 24 Ocak 1980 kararlarını gündeme getirmiştir. Sonuçta, 1980 Eylülünde yaşanan rejim değişikliği sonrasında ve yeniden demokrasiye dönülen 1983 yılını izleyen dönemde bu kararların aynen uygulanmaya devam edilmesi, Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisiyle eklemlenmesi sürecini hızlandırmıştır.

Türk firmaları, 1980 öncesinde izlenen ithal ikameci büyüme stratejisi döneminde elde ettikleri sermaye ve teknoloji birikimine, 1980 sonrasında izlenen ihracata dayalı büyüme stratejisi altında yeni bir boyut kazandırmışlardır. Liberalleşme sürecinin Türk ekonomisinin dünya ekonomisi ile bütünleşmesini hızlandırması, Türk firmalarının da dışa açılmayı kaçınılmaz bir zorunluluk olarak algılamalarını gerektirmiştir. Firmalar bu dönemde, ihracat odaklı stratejilerin yanı sıra ‘doğrudan dış yatırım’[1] seçeneğini de değerlendirmeye başlamışlardır. ‘Doğrudan dış yatırım’ kavramı bir ülkede yerleşik bir firmanın – idari kontrolü de elinde tutacak biçimde – yabancı bir ülkede yürüttüğü yatırım faaliyetini ifade etmektedir.[2] Örneğin, son yıllarda yaşanan ekonomik krizlerin yarattığı yeni koşullar, bazı sanayicilerin yatırımlarını, işgücü ve enerji kullanımında maliyet avantajlarıyla birlikte cazip yatırım teşvikleri de sunan Balkan ülkelerine kaydırmalarına sebep olmaktadır. Dış yatırıma yönelen Türk firmalarının bir kısmı – çoğu zaman beraberinde maceracı bir süreç getirse de – pazara girişin görece daha kolay olduğu riski yüksek gelişmekte olan ülkelere yatırım yaparlarken, diğer bazı firmalar ‘stratejik aktiflere’ erişmenin mümkün olduğu riski düşük sanayileşmiş ülkeleri tercih etmektedir. Bu tür farklılıklar, hem firmaların nitelik farklılıklarına hem de kendilerini dış yatırıma yönlendiren saiklerin ya da sebeplerin farklılığına dayanmaktadır. Bu şartlar altında, dış yatırım seçeneğinin Türk firmaları tarafından eskiye kıyasla çok daha önemsendiği görülmekte ve Türk firmalarının yurt dışında yürüttükleri yatırım faaliyetlerinde dikkat çekici ölçüde hızlı bir artışın yaşandığı – sınırlı da olsa – resmi istatistiklerde bile izlenebilmektedir. Örneğin, yabancı sermaye girişini özendirmek için çok sayıda tedbir alan Türkiye’ye, doğrudan yatırım için gelen yabancı sermaye tutarı 2002 sonu itibarıyla 15 milyar 729 milyon dolarken aynı dönemde Türkiye’den doğrudan dış yatırım amacıyla çıkan sermaye 5 milyar 4 milyon dolara erişmiştir (HM, 2003).[3] Öte yandan, gittikçe artan önemine rağmen Türk dış yatırımlarının genel durumuna ve Türk firmalarını dış yatırıma yönlendiren sebeplere ilişkin kapsamlı bir akademik araştırma bugüne kadar yapılmamıştır.[4] Bu durum, sanayileşmiş ülkelerin firmalarının yabancı ülkelerdeki doğrudan yatırımlarının dahi akademik literatürde ancak 1960'lardan bu yana ele alındığı ve gelişmekte olan ülkelerin firmalarınca yapılan dış yatırımların ise daha da yeni bir konu olduğu dikkate alındığında şaşırtıcı değildir. Tarihsel olarak, gelişmiş ülkeler kaynaklı dış yatırımlar 18. yüzyıldan bu yana süregeliyor olmasına karşın; gelişmekte olan ülkeler kaynaklı dış yatırımlar 1960’lı yılların sonlarında görülmeye başlamış ve ancak 1980'lerden sonra belirgin bir artış göstermiştir (Ghymn, 1980; Lall, 1982; Dunning, 1986; Caves, 1996; Dunning, van Hoesel ve Narula, 1997). Dolayısıyla, böyle bir çalışmanın yapılmasını zorlayan koşulların mevcudiyeti açığa çıkmaktadır. Burada hemen not edilmesi gereken bir başka husus ise; bu çalışmada dış yatırım davranışları incelenen Türk firmalarının, bankacılık ve finansal hizmetler sektörü dışındaki alanlarda faaliyet gösteren firmalar oluşudur. Bankacılık ve finansal hizmetler sektöründeki Türk dış yatırımlarına ilişkin durumun açığa çıkarılabilmesi için başka çalışmaların yapılması gereklidir.[5]

1.1 Çalışmanın amaçları

Bu çalışmanın üç temel amacı bulunmaktadır: Birincisi, Türk firmalarının dış yatırımlarını açıklamayı mümkün kılabilecek bir kuramsal çerçeve oluşturmaktır. Akademik literatürde, özellikle gelişmiş ülkeler kaynaklı doğrudan dış yatırımları açıklamayı amaçlayan çok sayıda kuramsal çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmalara dayanan ve gelişmekte olan ülkeler kaynaklı doğrudan dış yatırımları açıklama çabasına girişen kuramsal çalışmalar da mevcut olmakla birlikte; genellikle bu tür çalışmaların bir ülke örneği üzerinde yapılandırılmaları, tüm gelişmekte ülkeler için kolaylıkla genelleştirilebilecek bir kuramın oluşturulmasına imkân vermemektedir. Dolayısıyla Türkiye özelinde dış yatırımların incelenmesi söz konusu edildiğinde bir kuramsal çerçevenin oluşturulması kaçınılmaz bir zorunluluktur ve bugüne kadar bu tür bir çabaya girişilmemiştir. Çalışmanın amaçlarından ikincisi, Türk firmalarının dış yatırımlarının bir genel görünümünün ortaya konulmasıdır. Hazine Müsteşarlığı Banka Kambiyo Genel Müdürlüğü, yurt dışında yatırım yapmak için Türk firmalarınca Türkiye’den çıkarılan sermaye tutarlarına ilişkin istatistikleri toplamaktadır. Bu tür istatistiklerin toplanılmasının önünde, kambiyo mevzuatının son derece liberal düzenlemeler içermesinden kaynaklanan ciddî güçlükler bulunmaktadır. Söz konusu istatistiklerin, bu sebeple gerçek durumu tam olarak yansıtamadığı düşünülse de, Müsteşarlık tarafından, biri yıllar itibarıyla değişim trendini diğeri de genel sektörel dağılımın görünümünü sergileyecek şekilde iki ayrı tabloda tutulan bu ‘ham’ istatistiklerin, analiz edilebilir bir formata sokulmasında büyük yarar vardır. Bu istatistiklerin, konuyla ilişkili olarak başka kaynaklardan ayrıca derlenen bilgilerle birlikte ele alınması, ‘Türk dış yatırımlarının genel görünümü’nün ortaya konulmasını sağlayabilir. Çalışmanın üçüncü amacı ise, Türk firmalarını yurt dışında yatırım yapmaya yönlendiren sebeplerin ve bu sebeplerin farklı özelliklere sahip olan firmalar bakımından nasıl farklılaştıklarının belirlenmesidir. Yine aynı kapsamda, Türk firmalarının doğrudan dış yatırımlarını, yeni yatırım (greenfield investment) ya da mevcut firma ve tesislerin satın alınması (brownfield investment) gibi farklı yatırım yöntemlerinden hangilerini kullanarak yaptıkları; dış yatırım sonrasında yurt içindeki ana-firma ve yurt dışındaki bağlı-firma arasında ne tür ticari ilişkiler oluşturdukları ile bunlara benzer bazı başka hususların belirlenmesi de çalışmanın amaçları arasındadır. Örneğin, farklı niteliklere sahip firmaların ne tür dış yatırım stratejileri benimsedikleri açığa çıkarılması gereken önemli bir husustur.

1.2 Çalışmanın yöntemi

Bu çalışma, kendisinden önce bu alanda yapılmış herhangi bir başka çalışma bulunmaması sebebiyle, hem ‘keşfedici’, hem ‘tanımlayıcı’ hem de ‘açıklayıcı’ nitelikte bir araştırmadır.[6] Bir başka ifadeyle, bu çalışmada akademik araştırmacıların gündemine bugüne kadar girmemiş bulunan yeni bir olgu olan Türk dış yatırımları ele alınmakta ve bu olguya ilişkin bir durum tespiti yapıldıktan sonra bu durumun sebeplerine belirginlik kazandırılmaya çalışılmaktadır.
Çalışmanın konusunda bir ilk oluşu bazı güçlükleri de beraberinde getirmektedir. Herşeyden önce bu tür bir araştırmada yöntemin seçilmesinde kısıtları koyan bir ‘veri sorunuyla’ karşılaşılmaktadır. Yukarıda da değinildiği gibi, Türk firmalarının doğrudan dış yatırımlarına ilişkin istatistikler Hazine Müsteşarlığı Banka Kambiyo Genel Müdürlüğü’nce toplanmaktadır. Bununla birlikte, 32 Sayılı Karar sonrasında Türk Kambiyo Mevzuatının büyük ölçüde liberalleştirilmesi sonucunda – üçüncü bölümde görüleceği gibi – resmi istatistikler durumu bütünüyle yansıtamamaktadır. Bu temel kısıtlamanın yanı sıra, konunun öncelikle firma davranışlarının anlaşılabilmesi bakımından araştırılmak istenilmesi, araştırma yönteminin seçilmesinde esas yönlendirici olmuştur. Firma davranışlarının belirlenmesini mümkün kılabilecek nitelik ve miktarda istatistiksel verinin bulunmaması sebebiyle uygulamalı araştırmada ekonometrik yöntemlerin kullanılamayacağı anlaşılmış; görüşmeler, basın taraması ve bir araştırma anketi yardımıyla firma davranışlarının gerisinde yatan saiklerin açığa çıkarılması hedeflenmiştir.[7] Çalışmanın yöntemine ilişkin açıklamalara izleyen paragraflarda yer verilmekle birlikte, anketle elde edilen verilerin değerlendirilmesinde kullanılan istatistiksel tekniklere ilişkin ayrıntılar çalışmanın ikinci bölümünde sunulmaktadır.

1.2.1 Literatür taraması

Türk dış yatırımlarını analiz edebilmek bakımından, genel olarak dış yatırımlara ilişkin kuramsal temellerin anlaşılmasının gerekli oluşu sebebiyle, literatür taraması büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla, çalışmaya geniş çaplı bir literatür araştırmasıyla başlanılmıştır. Yayınlanmış çalışmalarda ortaya konulan kuramsal ve uygulamalı sonuçların Türk firmaları için yapılacak bir çalışmaya esas teşkil edebilecek olanları kullanılarak, çalışmanın kuramsal çerçevesi oluşturulmuştur. Bu yolla elde edilen bilgilerden, araştırma anketinin geliştirilmesi sürecinde de büyük ölçüde yararlanıldığı gibi, anketle elde edilen verilerin analizi de bu kuramsal çerçevenin yardımıyla mümkün olmuştur. Yukarıda da işaret edildiği gibi, literatür taraması esnasında Türk dış yatırımları konusunda yayınlanmış herhangi bir çalışmaya rastlanılmamıştır.

1.2.2 Görüşmeler, yazışmalar ve yayın taraması

Kuramsal çerçevenin oluşturulması ve araştırma anketinin geliştirilmesi sürecinde, literatür taraması yoluyla elde edilen bilgilerle birlikte çok sayıda firma temsilcisiyle ve bürokratlarla yapılan görüşmelerin sonuçlarından da yararlanılmıştır. Bu görüşmelerden üçü çok ayrıntılı ve uzun süreli görüşmelerdir. Sözü edilen üç görüşmeden biri, uluslararası faaliyetleri bulunan orta ölçekli bir şirkette üst düzey yöneticilik yapan eski bir bürokrattır. Sözü edilen kişi resmi görevi döneminde, Türk firmalarının yaygın olarak faaliyette oldukları bir ülkede çalışmanın konusuyla ilişkili olabilecek alanlarda uzun süre görev yapmıştır. Derinlemesine görüşülen diğer iki kişiden biri, yurt dışında da faaliyetleri olan büyük bir şirketler grubunun genel koordinasyonundan sorumludur. Üçüncü görüşmeci ise, yurt dışında yatırımları bulunan bir şirketler grubunun kurucusu ve sahibidir. Görüşülen kişilere kendilerine ilişkin kişisel herhangi bir bilginin ifşa edilmeyeceği sözünün verilmiş olması sebebiyle, kendilerinin ve bağlı oldukları kuruluşların adları saklı tutulmaktadır.

Görüşmecilerin belirlenmesinde ‘olasılıklı olmayan örneklem yöntemleri’nden biri olan ‘amaçlı örneklem yöntemi’ benimsenmiştir. Bu yöntem, olasılık kuramına dayanmayan bir örnekleme tekniğidir ve eğer görüşülecek kişilerin belirli bir konuda uzmanlık sahibi olmaları bir zorunluluksa bu tür bir yaklaşımın esas alınması kaçınılmazdır (Frankfort-Nachmias ve Nachmias, 1993; Erdoğan, 2003). Ayrıca, özellikle bu üç uzun görüşmede ‘yarı-yapılanmış görüşme yaklaşımı’ benimsenmiştir. Yarı-yapılanmış görüşme yaklaşımı, görüşülen kişilerin araştırma konusu üzerinde önceden haberdar olmalarını ve konu üzerinde bilgi birikimine sahip olmalarını gerektirir. Görüşme her ne kadar araştırmacı tarafından genel hatları itibarıyla yapılandırılsa ve görüşülen kişi araştırmanın genel çerçevesi hakkında bilgilendirilse de; görüşülen kişiye kendi bakış açısını, tanımlamalarını ve analizini serbestçe yürütebilmesi bakımından geniş bir serbesti tanınmaktadır (Frankfort-Nachmias ve Nachmias, 1993; Mayring, 2000; Yıldırım ve Şimşek, 2000). Görüşmelerin merkezine Türk firmalarının dış yatırımları konusu yerleştirildiği için, görüşülen kişilere esasen firmalarının ve kendilerinin tecrübeleri sorulmuştur. Bu çerçevede, görüşmecilerin firmalarının (veya genel olarak kendi bakış açıları altında dış yatırımcı firmaların) niçin ve nasıl dış yatırım yaptıkları ve dış yatırım kararına varılması sürecinde ne tür bir stratejik yaklaşım benimsendiği sorgulanmıştır. Görüşmeler yoluyla temin edilen bilgilerden, araştırma anketinin geliştirilmesinde yararlanıldığı gibi araştırmanın bulgularının değerlendirilmesinde de geniş ölçüde yararlanılmıştır. Öte yandan, çalışmada görüşmeler yardımıyla toplanan bilgilere doğrudan atıfta bulunulmamaktadır.
Görüşmelerin yanı sıra Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın yurt dışındaki altmış iki temsilciliğine elektronik posta ile başvurulmuş kendilerinden bulundukları ülkelerdeki Türk yatırımlarına ilişkin bilgi istenilmiştir.[8] Gönderilen elektronik posta mesajlarının yedisi, adresin geçersiz olduğu uyarısıyla geri dönmüş; Berlin, Beyrut, Kiev, Kopenhag, Lahey, Lefkoşa, Madrid, Moskova, Prag, Pretorya, Sidney, Tahran ve Tel Aviv Ticaret ve/veya Ekonomi Müşavirliklerinden cevap alınmıştır. Benzer şekilde, yurt dışında faaliyette bulunan ve elektronik posta adresi tespit edilebilen Türk işadamları derneklerine, Türk iş konseylerine ve ticaret ve/veya sanayi odalarına, elektronik posta yardımıyla yazılarak kendilerinden bulundukları bölgelerdeki Türk yatırımlarına dair bilgi istenilmiştir.[9] Rusya’daki ‘Rus – Türk İşadamları Birliği’ (RTİB) dışında bu kuruluşlardan cevap alınamamıştır. Yapılan tüm yazışmalar kapsamında cevap alınan temsilcilik ve kuruluşlardan elde edilen bilgiler çalışmanın geneline yansıtılmaya çalışılmış olmakla birlikte, kapsamı sınırlamanın bir zorunluluk olması sebebiyle, tamamının burada raporlanması mümkün olamamıştır.
Ayrıca, Türkçe ve İngilizce yazılı basının, bazı gazeteler ve dergiler gibi çeşitli süreli yayınların ve internet üzerindeki elektronik yayınların taranmasıyla, Türk dış yatırımlarına ilişkin erişilmesi mümkün olabilecek her türlü bilgiye erişilmesine çalışılmıştır. Bunun yanı sıra Dış Ekonomik İlişkiler Konseyi (DEİK) tarafından hazırlanan tüm ülke raporları taranmıştır. Böylelikle kapsamlı bir veri tabanı oluşturulmuş ve derlenen bilgiler Türk dış yatırımlarının genel görünümünün verildiği üçüncü bölümün yazımında kullanılmıştır.

1.2.3 Veri toplama yöntemi – araştırma anketi

Yukarıda özetlenen usullerle toplanan bilgiler kullanılarak toplam 70 sorulu (nominal ölçekli 30, ordinal ölçekli 40 soru) bir araştırma anketi geliştirilmiştir. Araştırma anketinin firmalara dağıtımı için başta Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) olmak üzere 41 mesleki birliğin yardımı istenilmiştir. Doldurularak araştırmacıya geri gönderilen anket sayısı 109 olmuştur. Araştırma anketinin uygulanması ve değerlendirilmesine ilişkin ayrıntılara, çalışmanın dördüncü bölümündeki “4.2.1 Veri toplama yöntemi – araştırma anketi ve örneklem” başlıklı kısımda yer verilmektedir.

1.3 Çalışmanın yapısı

Bu çalışma beş bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, araştırmacıyı konuya yönelten sebepler, çalışmanın amaçları ve yöntemi özetlenmekte; çalışmanın genel çerçevesi ortaya konulmaktadır. İkinci bölümde doğrudan dış yatırımlar konusunda akademik literatürde yer alan ve araştırmaya kaynaklık eden kuramsal temeller gözden geçirilmekte ve bunlar kullanılarak çalışmanın kuramsal çerçevesi belirlenmektedir. Üçüncü bölümde, Türk firmalarının doğrudan dış yatırımlarının bölgeler ve sektörler bakımından hangi boyutta olduğu gösterilmektedir. Bu bölümde Hazine Müsteşarlığı Banka Kambiyo Genel Müdürlüğü’nce toplanan istatistiklerden ve yayın taraması vasıtasıyla elde edilen bilgilerden hareketle, Türk dış yatırımlarının büyüklüğü ve kapsamı ortaya konulmakta; bir başka ifade ile araştırmaya esas teşkil eden gerçekliğin bir fotoğrafının çekilmesine teşebbüs edilmektedir. Bu bölüm aynı zamanda bir sonraki bölümde ortaya konulacak olan uygulamalı araştırma sorularının belirlenmesine de katkı sağlamaktadır. Dördüncü bölüm, araştırma anketi uygulamasının sonuçlarının sunulduğu ve değerlendirildiği bölümdür. Bu bölümde, Türk firmalarını yurt dışında yatırım yapmaya yönlendiren sebeplerle firmaların dış yatırımlarını hangi şekillerde yaptıkları ve hangi stratejilere dayandırdıkları ortaya konulmaktadır. Beşinci bölümdeyse çalışma genel olarak özetlenmekte ve elde edilen sonuçlar, politika önerileri de getirilerek sıralanmaktadır.

Dipnotlar:
[1] Terminoloji konusu: Bu çalışmada ‘dış yatırım’ ve ‘doğrudan dış yatırım’ kavramları İngilizce’deki ‘foreign direct investment’, ‘direct foreign investment’ ya da ‘direct investment’ kavramlarının karşılığı olarak ve birbirlerinin yerine geçebilecek biçimde, aynı anlamda kullanılmışlardır. Benzer şekilde, ‘Türk firmalarının yurt dışındaki yatırımları’, ‘Türk firmalarının doğrudan dış yatırımları’, ‘Türk firmalarının dış yatırımları’ ve ‘Türk dış yatırımları’ ifadeleri de birbirlerinin yerine geçebilecek biçimde, aynı anlamda kullanılmışlardır.
[2] Bu tür bir faaliyetin sonucunda ‘uluslararasılaşan’ firma (‘çokuluslu firma’), sermaye ihraç eden ülkedeki ‘ana-firma’ ile yatırımı kabul eden ülkedeki (evsahibi ülkedeki) ‘bağlı-firma’lardan meydana gelir. Ana-firma yabancı ülkelerde yerleşik firmaları – çoğunlukla sermaye ortaklığı vasıtasıyla – kontrol eder. Dolayısıyla, bir ülkeye kendi dışından yapılan bir yatırım eğer beraberinde yatırımcıya kontrol imkânı da sağlıyorsa doğrudan yatırım, aksi halde ise portföy yatırımı söz konusu edilmektedir.
[3] Türkiye’de 1980’li yıllarda serbestleştirilen kambiyo mevzuatı, Türk firmalarının yurt dışına sermaye çıkarmalarına herhangi bir kısıt getirmemektedir: 1989 yılında yürürlüğe sokulan 32 Sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkındaki Karar ile uluslararası sermaye hareketleri tamamen serbestleştirilmiştir.
[4] Bununla birlikte, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ülkelerindeki Türk dış yatırımlarının bazı yönlerine ilişkin az sayıda çalışma bulunduğu not edilmelidir. Örneğin Demirbag, Gunes ve Mirza (1998) ve Demirbag ve Gunes (2000) Orta Asya ülkelerinde ve Rusya’da faaliyette bulunan Türk firmalarının politik risk konusuna nasıl yaklaştıklarını incelemişler; Akis (1999) BDT ülkelerinde faaliyette bulunan Türk firmalarının başarı faktörlerini özellikle kültürel ilişkilere dayanan bir bakış açısıyla araştırmıştır. Bu çalışmaların hiçbiri Türk dış yatırımlarını bütüncül bir yaklaşımla, firmaları dış yatırıma yönlendiren saikler ve firma stratejileri bağlamında ele almamışlardır. Öte yandan Erbay (1996) çalışmasında Türk firmalarının Türkî cumhuriyetlere giriş sebeplerine ve yöntemlerine değinmekle birlikte; bu konuya özellikle eğilmemiş ve bu kapsamda ortaya koyduğu sınırlı görüşleri de uygulamalı bir araştırma yoluyla sınamamıştır.
[5] Resmi istatistikler Türk dış yatırımlarının % 48’inden fazlasının bankacılık ve finansal hizmetler sektöründe yapıldığını göstermektedir. Bu çalışmanın çeşitli kısımlarında da ifade edildiği gibi resmi istatistiklerin genel olarak Türk dış yatırımlarının gerçek durumunu ne ölçüde yansıttığına ilişkin tereddütlerin varlığı, bu oranı dikkatle değerlendirmeyi gerektirmektedir.
[6] Neuman (1991) sosyal bilimlerde yapılan araştırmaları üç grupta toplamaktadır: Keşfedici araştırmalar (exploratory research), tanımlayıcı araştırmalar (descriptive research) ve açıklayıcı araştırmalar (explanatory research). Keşfedici araştırmanın amacı cevapları ancak daha sonra yapılacak araştırmalarda bulunabilecek soruları formüle etmektir. Bu tür bir dizi araştırmanın ilk aşamasını oluştururlar. Dolaysıyla araştırmacı, girişeceği daha geniş kapsamlı ve sistematik ikinci bir araştırmanın yapılabilmesi bakımından bilmesi gerekenleri öğrenebilmek için keşfedici nitelikte bir ilk araştırmaya yönelir. Tanımlayıcı araştırmada araştırmacı, bir olgu hakkında geliştirilmiş iyi bir fikre sahip olmakla birlikte bu olguyu tanımlamak ister. Tanımlayıcı araştırma bir durumun, bir sosyal olgunun ya da bir ilişkinin kendine özgü ayrıntılarına yer verilen ‘görüntüsünü’ ortaya koyar. Bu çerçevede tanımlayıcı araştırmanın önde gelen amaçları şunlar olabilir: (1) araştırılan konunun doğru bir profilini ortaya koymak, (2) bir süreci, mekanizmayı veya ilişkiyi tanımlamak, (3) konunun sayısal ya da sözel bir görünümünü ortaya koymak, (4) yeni açıklamaları mümkün kılacak temel bilgiyi sağlamak, (5) türleri tasnif etmeyi sağlamak, (5) aşamalar ya da basamaklar dizgesini açığa çıkarmak. Açıklayıcı araştırmada ise ‘niçin’ sorularına cevap aranır; dolayısıyla, araştırılan olgunun ya da durumun niçin ortaya çıktığı belirlenir. Bu bakımdan açıklayıcı araştırma, keşfedici ve tanımlayıcı araştırmaların üstüne inşa edilir. Bir başka ifadeyle yeni bir konunun üzerine odaklanmasının ya da o konunun tanımlanmasının ötesinde, söz konusu durumun niçin öyle olduğu açıklamaya ve sebepler açığa çıkarılmaya çalışılır. Açıklayıcı araştırmanın temel amaçlar şunlar olabilir: (1) bir ilke ya da kuramın doğruluğunu belirlemek, (2) birbirlerine seçenek oluşturan farklı açıklamalar arasından daha iyi olanı seçmek, (3) bir temel süreç hakkında sahip olunan bilgiyi geliştirmek, (4) genel bir çerçeve altındaki farklı konular arasında bağıntı kurmak, (5) söz konusu olgu ya da durumu daha iyi açıklamayı mümkün kılan bir kuram oluşturmak ya da mevcut bir kuramı geliştirmek, (6) mevcut bir ilke ya da kuramı başka olgu ya da durumların açıklanmasında kullanılabilir hale getirmek, (7) bir açıklamanın doğrulanmasını ya da yanlışlanmasını sağlamak yönünde delil elde etmek.
[7] Genel olarak araştırma yönteminin şekillendirilmesinde ve araştırma anketinin geliştirilip değerlendirilmesinde izleyen çalışmalardan yararlanılmıştır: Baker (1993); Büyüköztürk (2002); Churchill (1999); Erdoğan (1998; 2003); Frankfort-Nachmias ve Nachmias (1993); Hair, Anderson, Tatham ve Black (1995); İslamoğlu (2002); Kaptan (1998); Kartal (1998); Kinnear ve Taylor (1996); Mayring (2000); Neuman (1991); Özdamar (1999a; 1999b); Tavşancıl (2002); Yıldırım ve Şimşek (2000).
[8] Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın yurt dışındaki temsilciliklerinin elektronik posta adresleri, İhracatı Geliştirme Merkezi’nin (İGEME) internet sitesinden [http://www.igeme.gov.tr/tur/link/musavir.htm] temin edilmiştir.
[9] Söz konusu kuruluşlara ilişkin bilgiler ve elektronik posta adresleri Türk Dış Ticaret Vakfı tarafından yayınlanan ‘Dünya Türk İşadamları IV. Kurultayı [25-27 Nisan 2002, Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı, İstanbul] Kataloğu’ndan alınmıştır.




Genel Değerlendirme ve Sonuçlar

5.1. Genel değerlendirme ve sonuçlar

Resmi istatistiklere göre 2002 yılı sonu itibarıyla Türkiye’den doğrudan dış yatırım amacıyla çıkan toplam sermaye tutarı yaklaşık 5 milyar 5 milyon dolardır. Bu tutarın gerçekte, resmi istatistiklere yansıyandan çok daha yüksek olduğuna dair güçlü deliller bulunmaktadır. Aynı dönemde Türkiye’ye giren yabancı sermayenin tutarı ise 16 milyar 222 milyon dolardır. Birbirini izleyen hükümetler Türkiye’ye yabancı sermaye girişini özendirmek yönünde çeşitli girişimlerde bulunurken; resmi istatistiklere yansıyan düzey geçerli bile olsa, ülkeden çok yüksek tutarda doğrudan yatırım amaçlı sermaye çıkması dikkat çekicidir. Bu durum, bugüne kadar herhangi bir akademik araştırmaya konu olmamış; dolayısıyla, Türk firmalarının hangi sebeplerle yurt dışında doğrudan yatırıma yöneldikleri ve bu çerçevedeki yatırım stratejileri araştırılmamıştır.
Konunun açıklığa kavuşturulabilmesi bakımından öncelikle; genel olarak doğrudan dış yatırımlar, özel olarak da gelişmekte olan ülkelerin firmaları tarafından yapılan dış yatırım faaliyetleri hakkındaki literatürden yararlanılarak, Türk dış yatırımlarını açıklamak için kullanılabilecek bir kuramsal çerçeve oluşturulmuştur. Bu kapsamda esasen, Dunning tarafından daha önceki kuramların bütünleştirilmeleriyle ortaya konulan eklektik paradigmanın bazı unsurları yeniden yorumlanmış ve küresel değer zinciri analizinin sağladığı bakış açısı bu yapıya eklemlenmiştir. Daha sonra, resmi istatistikler kullanılarak elde edilen sonuçlara; ulaşılabilen her türlü kaynaktan derlenen bilgilerin de ilâve edilmesiyle, Türk dış yatırımlarının genel görünümü ortaya konulmuştur. Türk dış yatırımlarının gerisinde yatan sebeplerin ve Türk firmalarının dış yatırım stratejilerinin belirlenebilmesi bakımından bir uygulamalı araştırmanın yapılması gerekli görülmüştür. Türk dış yatırımlarına ilişkin istatistiksel verilerin yetersizliği ve bunun yanı sıra firma stratejilerinin de belirlenmesinin amaçlanması araştırma yöntemini şekillendirmiş ve bu çerçevede bir anket yardımıyla doğrudan dış yatırımcı firmalara yurt dışındaki faaliyetleriyle ilgili sorular sorularak veri toplanılmasına karar verilmiştir. Bu doğrultuda öncelikle bir dizi yüz yüze görüşme yapıldıktan sonra hazırlanan ve toplam 70 soru içeren araştırma anketi, başta TOBB olmak üzere 41 mesleki dernek, birlik, vakıf ya da iş konseyi aracılığıyla çok sayıda firmaya gönderilmiştir. Cevaplanıp geri dönen 109 anketten elde edilen veriler faktör analizi ve tek yönlü varyans analizi teknikleri kullanılarak değerlendirilmiştir. Bu kapsamda erişilen sonuçlara dayanılarak Türk firmalarının dış yatırımları konusunda işaret edilmesi gereken temel hususlar şunlardır:

Çeşitli alt dönemlerde farklılıklar olsa da, Türkiye’de 1980 yılına kadar genel olarak dışa kapalı bir ekonomi politikası izlenilmiştir. Bu süreç içinde çok kısa bir dönem liberal ekonomi politikaları denenmiş, bir dönem devletçi uygulamalar sürdürülmüş, ardından ithal ikameci politikalar benimsenmiştir. Tüm bu dönemler boyunca ortak olan görüntü, yerli özel sermaye birikiminin güçlendirilmeye çalışılmasıdır. Bu çerçevede; korumacılık, sübvansiyonlu kamusal krediler, vergi muafiyetleri gibi türlü teşviklerle özel sektör devlet himayesinde geliştirilmiştir. 1970’li yılların ortalarına gelindiğinde dünya ekonomisinde yaşanan krizlerin de etkisiyle belirginlik kazanan darboğazlar, 1980’lerin başında hükümeti geleneksel ekonomi politikalarından bir dönüşe zorlamıştır. Dolayısıyla, 24 Ocak 1980’de hükümet tarafından alınan bir dizi ekonomik kararla; Türk ekonomisi dışa açılmış, ithal ikameci politikalar terk edilerek ihracata dönük büyüme tercihi öne çıkmış ve aynı doğrultuda, ekonomik yönü bulunan yasal düzenlemeler tedricen serbestleştirilmeye başlanılmıştır. Söz konusu dönemdeki en önemli iki gelişme, 1989’da 32 Sayılı Karar ile kambiyo rejiminin serbestleştirilmesi ve 1996 yılı başında Avrupa Gümrük Birliği’ne dahil olunmasıdır. Böylelikle Türkiye ekonomisi hem parasal hareketler hem de mal hareketleri bakımından dış dünyaya tamamen entegre olmuştur.

Tüm bu gelişmelerin Türk firmalarını büyük ölçüde etkilemeleri kaçınılmazdır. Türk firmaları 1980 öncesinde izlenen ithal ikameci büyüme stratejisi döneminde elde ettikleri sermaye ve teknoloji birikimlerini, 1980 sonrasında izlenen ihracata dayalı büyüme stratejisi altında güçlendirmişler ve rekabet güçlerini uluslararası düzeyde sınama çabasına girişmişlerdir.
Bu çerçevede, 1980 öncesinde az sayıda büyük ölçekli firma, genellikle yurt dışından yaptıkları ithalata aracılık için dış ticaret firmaları kurmuşlar; gerektiğinde bu firmaların yurt dışı ofislerini açmışlardır. Bu dönemde üretim büyük oranda iç pazar hedeflenerek sürdürülmüş, yurt dışıyla bağlantılar sadece yurt dışından teknoloji ve diğer girdilerin temini bakımından dikkate alınmıştır. Öte yandan 1980’lerin ikinci yarısından itibaren dış dünya doğrudan pazar olarak görülmeye ve dolayısıyla, dış yatırım da hem ihracatı kolaylaştıracak hem de yeni kâr fırsatlarının keşfine imkân sağlayabilecek bir seçenek olarak görülmeye başlamıştır. İhracatın devlet tarafından teşvîki, öte yandan büyük çoğunluğunun henüz kendi markalarına, pazarlama ve dağıtım kanallarına sahip olmayışları; Türk firmalarını, özellikle tekstil, konfeksiyon, elektronik, otomotiv yan sanayii gibi sektörler başta olmak üzere sınaî sektörlerde, küresel değer zinciri sistemine eklemlenmeye zorlamıştır. Bir başka ifadeyle, bu dönemde Türk firmaları, dış pazarlarlarda nihaî tüketiciye uzanan ve çokuluslu firmalar tarafından organize edilen küresel değer üretim zincirleri içinde yer almaya başlamışlardır. Örneğin, konfeksiyon ve elektronik firmaları genellikle dış pazarlara kendi markaları altında çıkmak yerine uluslararası ölçekte tanınan firmalara fason üretim yapar hâle gelmişlerdir. Ya da otomotiv yan sanayiinde çalışan üretici firmalar, çokuluslu otomobil üreticilerine parça tedarik eder konuma gelmişlerdir. Bu durum pek çok gelişmekte olan ülkedeki gibi ekonomik yapının görece geriliğinden kaynaklanmaktadır. Bir başka ifadeyle, teknoloji gerektiren alanlarda, kullanılan teknolojinin genellikle lisansa dayanan yabancı teknoloji oluşu ya da marka konusunun öneminin henüz yeterince kavranılamaması veya uluslararası pazarlara doğrudan erişimin gerektirdiği pazarlama bilgisine ve dağıtım kanallarına sahip olunmaması gibi sebeplerle; dış pazarlara açılmanın en kolay yolu, uluslararası üretim zincirlerine, ancak katma değerden daha düşük paylar alınabilen aşamalarda eklemlenilmesiyle mümkün olabilmektedir. Öte yandan, erişilen bu düzeyin bile sonraki aşamalara erişim sürecinde çok önemli bir basamak olduğunu vurgulamak gerekir.
Türk ekonomisi tüm bu gelişme devrelerinde yol alırken içerideki konjonktür değişikliği, inşaat-taahhüt sektördeki Türk firmalarını da yurt dışına açılmaya zorlamıştır. Yukarıda açıklanan politika tercihlerinin bir sonucu olarak 1980’li yıllarda kamu harcamalarının kısılmaya başlanılmasıyla birlikte, o döneme kadar sadece yurt içinde faaliyette bulunan Türk taahhüt firmaları, artan petrol fiyatlarıyla zenginleşen ve kaynaklarının bir bölümünü büyük tutarlı alt yapı yatırımlarına yönlendiren Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yönelmişler ve çok yüksek tutarlı işler almışlardır. Bu firmalar Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde 1980’lerin sonlarında alacakların tahsilatı gibi konularda sorunlar yaşamaya başlamışlarken, bu defa dış konjonktürde yaşanan yeni bir gelişmeyle hem taahhüt firmalarının hem de diğer sektörlerdeki firmaların önüne yeni fırsatlar çıkarmıştır. Sözü edilen konjonktür değişikliği, 1980’lerin ikinci yarısında sosyalist Doğu Bloku ülkelerinin izlemeye başladığı ‘yumuşama ve dışa açılma’ politikalarıyla ilgilidir. Bu dönemde pek çok Türk taahhüt firması bu defa Rusya başta olmak üzere Doğu Bloku ülkelerini yeni hedef pazarlar olarak görmeye başlamışlardır. Bu ülkelerin 1989’dan başlayarak sosyalist merkezi planlamayı terk ederek piyasa ekonomisine yönelmeleri ise, pek çok Türk firması için dış açılma sürecinde tam anlamıyla bir dönüm noktası olmuştur. Bu ülkelerde taahhüt firmaları tarafından başlatılan öncü faaliyetler, bir süre sonra çok sayıda irili ufaklı firmanın bu pazarlara yönelmelerini bir hayli kolaylaştırmıştır.

Türkiye ekonomisi, dışa açılma sürecinin ilk yıllarındaki askeri rejim tarafından hazırlanan siyasî koşulların da sağladığı rahatlıkla, 1980’li yıllarda görece istikrarlı bir dönem geçirmiştir. Bununla beraber 1990’lı yılların başına doğru koşullar değişmeye başlamış ve sonraki yıllarda aralıklarla ekonomik krizler yaşanmıştır. Bu dönemde kamu maliyesinde kronikleşen bunalım; kontrolsüz biçimde hızla dışa açılan Türk ekonomisini istikrarsızlaştırmıştır. Bu dönemde enflasyon, faizler ve döviz kurları gibi temel göstergelerin son derece istikrarsız trendler sergiledikleri görülmektedir. Aynı dönemde, yurt dışındaki konjonktür değişikliği sonucunda çok sayıda ülkenin dışa açılması, serbestleştirme eğilimlerinin güç kazanması, korumacı politikaların terk edilmesi; firmaların üzerindeki rekabet baskısını artırmıştır. Bu şartlar altında, firmalar kendi rekabetçi konumlarını eskiye kıyasla çok daha fazla yurt dışındaki rakiplerini de dikkate alarak değerlendirmek zorunda kalmışlar; örneğin temel girdilerden enerji ve işgücü gibi bazılarının maliyetlerindeki değişmeleri bile bu çerçevede izlemeye başlamışlardır. Öte yandan, Türk ekonomisinin dünya ekonomisi ile bütünleşmesi, Türk firmalarını bir yandan dışa açılmaya zorlarken bir yandan da bunu mümkün kılabilecek araçları da sağlamıştır. Örneğin, kambiyo rejiminin serbestleştirilmesi sermaye hareketlerini kolaylaştırmıştır. Genellikle ihracat – ithalat yaparak başlanan bu süreç içinde; bir süre sonra, Türkiye ekonomisinden kaynaklanan sıkıntıların yarattığı baskıyla birlikte; yurt dışındaki, özellikle de eski Doğu Bloku ülkelerindeki sistem değişikliğinin beraberinde getirdiği fırsatlarla birleşince, firmalar ihracat odaklı stratejilerin yanı sıra doğrudan dış yatırım seçeneğinin de farkına varmışlardır.
Bu şartlar altında dış yatırıma yönelen Türk firmalarının bir kısmı, yüksek riskli ve çoğu zaman beraberinde maceracı bir süreç getirse de pazara girişin görece daha kolay olduğu gelişmekte olan ülkelere yatırım yaparlarken, diğer bazı firmalar riski düşük ve ‘stratejik aktiflere’ erişmenin mümkün olduğu sanayileşmiş ülkeleri tercih etmektedirler. Bir başka ifadeyle Türk firmaları, firma büyüklüğüne ve faaliyette bulunulan sektörün özelliklerine bağlı olarak farklı ülkelere farklı saiklerle yatırım yapmaktadırlar. Gelişmiş ülkeler genellikle büyük ölçekli Türk firmalarının ‘stratejik aktif arayan’ yatırımlarını çekerken; Doğu Avrupa ve BDT ülkelerine yönelen Türk firmaları çoğunlukla ‘fırsatçı’ davranmakta ve ‘pazar arayışı’, ‘etkinlik arayışı’ ya da ‘kaynak arayışı’ gibi saiklerle hareket etmektedirler. Bu tür farklıklar, hem firmaların nitelik farklılıklarına hem de kendilerini dış yatırıma yönlendiren saiklerin ya da sebeplerin farklılığına dayanmaktadır. Her durumda, firmaların küresel değer zinciri içindeki konumları düşünüldüğünde, katma değerden daha yüksek oranlarda pay alınabilen aşamalara geçilmesi imkânı çok çekici görünmektedir. Birçok firmanın çabası da bu yöndedir. Dolayısıyla Türk firmaları, zaman içinde oluşturdukları rekabetçi avantajları, iç ve dış ekonomik koşulların zorlaması ve teşvikiyle doğrudan dış yatırımlar yoluyla değerlendirme gayreti içindedirler. Bu bakımdan, her ne kadar Türkiye ekonomisinde yaşanan bazı sıkıntılar Türk dış yatırımlarını uyarıcı etkide bulunsalar da, Türkiye’den doğrudan yatırım amacıyla çıkan sermayenin sadece ‘ülkeden kaçan sermaye’ olduğu da düşünülmemelidir. Dış yatırım esasen, Türk firmalarının uluslararası pazarlardaki rekabet gücünü muhafaza edebilmek için kullandıkları bir araç olarak görülmelidir.

5.2. Çalışmanın sınırlılıkları ve sonraki araştırmalar için öneriler

Bu çalışmada finansal sektör dışında kalan sektörlerdeki Türk firmalarının dış yatırımları üzerinde yoğunlaşılmış, dolayısıyla bankalar ve diğer finansal sektör firmalarının dış yatırımları çalışmanın kapsamı dışında bırakılmıştır. Öte yandan, resmi istatistikler Türk dış yatırımlarının yarıya yakınının bankacılık ve finansal hizmetler sektöründe yapıldığını göstermektedir. Resmi istatistiklerin önceki kısımlarda belirtilen eksiklikleri hatırda tutulduğunda dahi, bu alandaki dış yatırımların başlı başına bir araştırma konusu olduğu ortadadır. Bu bakımdan, sonraki çalışmalarda finansal sektörde faaliyette bulunan firmaların (bankalar ve sigorta, leasing, factoring vb. şirketleri) dış yatırımlarının gerisindeki saikler ve bu firmalarca benimsenen yatırım stratejileri araştırılmalıdır. Ayrıca, dış yatırımı bulunan Türk firmalarının ‘firma içi ticaretleri’ de bir araştırma konusu olabilecek önemdedir. Bir başka öneri, Dunning’in yatırım gelişme devreleri kuramı çerçevesinde Türkiye’nin durumunun değerlendirilmesi gereğidir. Son olarak, çokuluslu büyük Türk firmaları hakkında vaka çalışmaları (case studies) yapılmasının gerekli olduğu not edilmelidir.