8 Nisan 2013 Pazartesi

Küreselleşme ‘ekonomik kalkınmayı’ unutturdu mu?

Küreselleşme kelimesi her an herkesin dilinde. Arama motoru Google’ın yardımıyla internette küreselleşme kelimesi arandığında 960 bin sayfada bu kelimenin kullanıldığı görülüyor. Kelimenin İngiliz İngilizcesiyle yazılan şekli globalisation arandığında çıkan sonuç sayısı 12,5 milyon. Kelime Amerikan İngilizcesindeki yazılışıyla (globalization) arandığında sonuç 46,5 milyon sayfa. Peki ama dünya sıklıkla söylendiği gibi gittikçe küreselleşiyor mu? Bir başka ifadeyle, ülkeler arasındaki sınırlar – en azından – ekonomik ilişkiler anlamında hakikaten önemini yitiriyor mu? Didem Eryar Ünlü’nün haberinden bazı cümleler okuyalım: Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dan oluşan BRICS ülkelerinin son zirvede ortak bir kalkınma bankası kurmaya karar vermeleri uluslararası alanda büyük yankı buldu. Bu gelişmeyi kötü bir haber olarak niteleyen Fransız finans devi Coface, IMF ve Dünya Bankası’na alternatif oluşturacak bu girişimi, gelişen ekonomilerde korumacılığın yükselişi olarak değerlendirdi. Yükselen ekonomilerde korumacılık eğiliminin güçlendiğini savunan Coface uzmanlarına göre, bu ekonomiler bir yandan daha bağımsız bir büyüme gösterirken, bir yandan kendilerini dış etkenlerden koruma eğilimi taşıyorlar. Coface göstergesine göre Arjantin 180, Rusya 136 koruma önlemiyle ilk sıraları alırken, Türkiye en az koruma uygulayan ülkeler arasında bulunuyor. […] Bu arada gelişmiş ekonomiler korumacı önlemler açısından yükselen ekonomileri geride bırakıyorlar. Bu ülkelerde uygulanan önlem sayısı 90 ile 115 arasında değişiyor.” Bu haber tek başına bile küreselleşme kelimesini kimse dilinden düşürmediği hâlde durumun genellikle sanıldığı ya da söylendiği gibi olmadığını anlamak için yeterli görünüyor. Şimdi bu resmin içine ‘kalkınma’ kavramını daha doğrusu ‘kalkınma sorununu’ koymaya çalışalım. İktisat öğrencilerine ekonomik kalkınmanın, ekonomik büyümeyle aynı şey olmadığı öğretilir. Elbette ekonomik kalkınma ekonomik büyümeyi gerekmekle birlikte, büyüme kalkınmayı garantilemez. Ekonomik kalkınma bir ekonominin niteliksek dönüşümünü gerektirir. Bu tür bir dönüşüm büyüme olmaksızın gerçekleşemez ama büyüme de her durumda niteliksek dönüşüm getirmez. Dolayısıyla kalkınma müdahale gerektiren bir süreçtir; kendiliğinden gerçekleşmez. Bugüne kadar dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir ülkesinde kendiliğinden yaşanan ve başarıya ulaşan bir kalkınma süreci tarihin herhangi bir döneminde görülmemiştir. Bugün azgelişmiş ülkelere ‘piyasanın serbest bırakılması yoluyla’ kalkınmanın zaman içinde kendiliğinden geleceğini vazeden sanayileşmiş ülkeler de bu sözüme dâhildir. Bu tür ülkelerin ekonomik kalkınma süreçleri kendi devletlerinin öncülüğünde sektörel tercihlerle, teşviklerle ve önlemler aşama aşama hayata geçirilmiştir. Küreselleştiği iddia edilen bir dünyada ekonomik kalkınmanın azgelişmiş ülkeler için eskisinden çok daha zor olduğunu kabul etmek gerekiyor. Çünkü bugün bundan yetmiş yıl öncesinde dünya üzerinde bulunmayan türden ulusötesi örgütlenmeler vasıtasıyla, azgelişmiş ülkelerin kendi ekonomik politikalarını uygulayabilmeleri önünde ciddi kısıtlamalar var. Üstelik çokuluslu şirketler üzerinden farklı ülkelerin ekonomileri dünya ölçeğinde bir diğerine eklemlenmiş durumda. Böyle bir yapının içinde ‘kalkınmacı politikaların’ uygulanması eski dönemlere kıyasla elbette kolay değil. Fakat yine de ekonomik kalkınma önceliğinin hükümetlerin gündeminden düşmemesi gerekiyor. Üstelik yukarıdaki haber, etkileri dünya ölçeğinde açığa çıkan ekonomik krizin de bir sonucu olarak BRICS diye anılan güçlü azgelişmiş ülkelerin liderliğinde yeni bir dönemin başladığını gösteriyor. Bu anlamda Türkiye’de Kalkınma Bakanlığı adını taşıyan bir bakanlığın mevcudiyeti bile sevindirici. Daha önce de belirttiğim gibi kalkınma sürecinin kendiliğinden ve sadece piyasanın işleyiş mekanizmalarına terkedilemeyeceği çok açık. Piyasa mantığı çoğu zaman yön belirleme yetisinden uzak ve kısa vadeli bir perspektifi getiriyor. Yaşanılan kriz dahi, bu perspektifin sakıncalarına işaret eden ipuçlarıyla dolu. Oysa kalkınmacı politikalar uzun vadeli stratejik bir perspektifi gerektiriyor. Ülkelerin üretim faktörü donanımları değiştirilemez bir nitelik taşımıyor. Uzun vadeli stratejik bir perspektifin gereği de zaten ‘faktör donanımının değiştirilmesi’ ihtiyacında belirginleşiyor. Başka bir ifadeyle eğer emeğin ucuz olduğu bir ülkeyseniz emek yoğun sektörleri kendiniz için tek seçenek olarak görmeniz, geleceğinizi heba etmekten başka bir şey değil. Bu aşama, daha önce de bu köşede yazdığım gibi ‘akıllı olmayı’ zorunlu kılıyor. İşte Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika gibi ülkelerin yaptığı da bu zaten: Akıllı olmak. Kendi akıllarıyla hareket etmek. Kendilerine akıl verenlerin verdikleri akılların gerisinde yatan ‘hakiki’ niyetleri tahlil etmek. Fransız Coface’ın uzmanlarına göre BRICS ülkelerinin ortak bir kalkınma bankası kurmaya karar vermeleri kötü bir haber olabilir tabii ama o takdirde sorulması gereken ilk soru şu olmalı: Kimin için kötü?

Çinliler ‘yüzde 51’ şartına uymazken uyumamak

21 Mart 2013 Perşembe günkü Dünya gazetesinin manşetteki haberi: “Çinliler ‘yüzde 51’ şartına uymuyor. – Ankara Metrosu ihalesini kazanan Çinli firma CSR’nin ilk teslim tarihine az bir süre kalmasına rağmen yüzde 51 yerli katkı şartına şimdiye kadar uymadığı belirlendi. Çinlilerin yerli firmaları yok saydığını vurgulayan Anadolu Raylı Ulaşım Sistemleri Kümelenmesi Başkanı Prof. Dr. Ziya Burhanettin Güvenç, bu zamana kadar sadece bir küme üyesiyle yalnızca bir kez görüşüldüğünü dile getirdi. […] OSTİM Başkanı Orhan Aydın da ‘yüzde 51’in sonuna kadar takipçisi olacaklarını kaydetti.” Anlaşılan o ki Çinliler ‘yüzde 51’ şartına uymuyor ama OSTİM’deki sanayici de uyumuyor! Burhanettin Güvenç ve Orhan Aydın’ın Çinli firma CSR’ye verdikleri tepkinin diğer sanayici kuruluşları ve hatta işçi kuruluşları tarafından da sonuna kadar desteklenmesi gerekiyor. Peki niçin? Bu sorunun cevabını Cambridge Üniversitesi’nde çalışan Koreli iktisatçı Ha-Joon Chang’ın çevirmeni olduğum kitabı Sanayileşmenin Gizli Tarihi içinden birkaç paragrafı okuyarak vermeye çalışalım. *** “[Robinson Crusoe ve Moll Flanders gibi ünlü romanların da yazarı olan Daniel Defoe 1728’de yayınlanan İngiliz Ticaretinin Bir Planı adlı kitabında (bundan böyle kısaca ‘Bir Plan’ olarak anılacaktır.)] […] VII. Henry ve I. Elizabeth tarafından korumacılığın, sübvansiyonların, tekel haklarının dağıtımının, devlet destekli sınaî casusluğun ve devlet müdahalesinin diğer araçlarının; dönemin Avrupa’sında bilinen en yüksek teknolojiye sahip olan İngiliz yünlü kumaş endüstrisini geliştirmek için nasıl kullanıldığını anlatır. Tudor devrine kadar İngiltere, ithalatını finanse edebilmek için ham yün ihracatına dayanan, nisbeten geri kalmış bir ekonomiydi. Yünlü kumaş imalât sanayii Alçak Ülkeler’de (bugünkü Belçika ve Hollanda), özellikle de Flaman kentleri Bruges, Ghent ve Ypres’de yoğunlaşmıştı. İngiltere ham yünü ihraç ediyor ve makul bir kâr elde ediyordu. Fakat yünü elbiselere nasıl dönüştüreceklerini bilen diğer ülkeler çok daha büyük kârlar elde ediyorlardı. Bu başkalarının yapamadığı zor işleri yapabilenlerin daha çok kâr edebileceği bir rekabet yasasıydı ve VII. Henry’nin 15’inci yüzyılın sonunda değiştirmek istediği bir durumdu. “Defoe’ye göre, VII Henry yünlü kumaş imalâtına uygun yerlerin belirlenmesi için kraliyet memurlarını gönderdi. Kendisinden önceki kral III. Edward gibi Alçak Ülkeler’den beceri sahibi işçileri kaçırttı. VII. Henry ham maddenin yurt içinde ilâve işleme tâbi tutulmasını özendirmek için ham yün ihracatı üzerindeki vergiyi de yükseltti ve hatta geçici olarak ihracını yasakladı. 1489’da ilâve işlemeyi yurt içinde özendirmek için üretimi tamamlanmamış giyim eşyasının ihracını da yasakladı. Oğlu VIII. Henry aynı politikayı sürdürdü ve tamamlanmamış giyim eşyasının ihracını 1512’de, 1513’te ve 1536’da yasakladı. “Defoe’nin vurguladığı gibi VII. Henry’nin İngiliz imalâtçılarının Alçak Ülkeler’deki ileri rakiplerini nasıl hızla yakalayabilecekleri gibi kuruntuları yoktu. Kral, İngiliz sanayii işlenmesi gereken yünün miktarıyla baş edilebilecek ölçüde geliştiğinde, sadece ham yün üzerindeki vergileri artırdı. Henry daha sonra, İngiltere’nin ürettiği tüm yünü işleme kapasitesine sahip olmadığı açığa çıkınca koyduğu yasağı hızla geri çekti. Hakikâten, Bir Plan’a göre I. Elizabeth’in hükümdarlığının ortasına, 1578’e kadar; VII. Henry’nin 1489’da ‘ithal ikâmeci endüstrileşme’ politikasını başlatmasından yaklaşık 100 yıl sonra İngiltere, ham yün ihracını tamamıyla yasaklamaya yetecek büyüklükte üretim kapasitesine sahip oldu. Bununla birlikte, ihracat yasağının birkez konmasıyla Alçak Ülkeler’de hammaddeden yoksun kalan rakip imalâtçılar felâkete sürüklendiler. “VII. Henry tarafından uygulamaya sokulan ve kendisini izleyenler tarafından sürdürülen politikalar olmaksızın – bütünüyle imkânsız olmasa bile – İngiltere’nin bir hammadde ihracatçısından, Avrupa’nın o zamanki ölçülerinde, yüksek teknolojiye dayanan bir sınaî merkeze dönüşmesi çok zor olacaktı. Bu, sanayi devrimini besleyen çok büyük hammadde ve gıda ithalatını finanse eden ihracat kazançlarının büyük bölümünü sağladı. Bir Plan, kapitalizmin temel söylencesi olan, ‘İngiltere başarılı olmuştur çünkü diğer ülkelerden önce refaha giden doğru yolu – yani serbest piyasayı ve serbest ticareti – bulmuştur’ söylencesini paramparça etmiştir. “İktisat hocaları tarafından genellikle ‘rasyonel iktisadî adamın’ katıksız örneği olarak kullanılan Daniel Defoe’nin kurmaca kahramanı Robinson Crusoe, neoliberal serbest piyasacı iktisadın kahramanıdır. Bu iktisatçılar, Crusoe’nun yalnız yaşamasına rağmen her zaman ‘iktisadî’ kararlar vermek zorunda olduğunu ileri sürerler. Crusoe maddi tüketim ve boş zaman isteğini tatmin etmek için ne kadar çalışacağına karar vermek zorundadır. Rasyonel bir adam olarak amacına erişmek için kesinlikle asgari ölçüde çalışır. Varsayalım, Crusoe daha sonra yakın bir adada tek başına yaşayan başka bir adamla karşılaşsın. Bu iki adam birbirleriyle nasıl ticaret yapacaklardır? Serbest ticaret teorisi diyor ki bir piyasanın işe dâhil edilmesi, Crusoe’nun durumunun doğasını temelden değiştirmeyecektir. Hayat büyük ölçüde Crusoe’nun kendi ürünü ve komşusununki arasında bir değişim oranı belirlemeye ihtiyaç duymasına dair ilâve husus dışında eskisi gibi sürer. Rasyonel bir adam olarak Crusoe doğru kararlar vermeyi sürdürecektir. Serbest piyasacı iktisatçılara göre, bunun böyle olması tam olarak bizim serbest piyasaların işlemesinde Crusoe’ya benzememiz sebebiyledir. “Defoe’nin Plan’ının delillerle desteklediği iktisat bilimi türü Robinson Crusoe iktisadının tam tersidir. Bir Plan’da Defoe İngiliz yünlü kumaş imalâtını geliştiren şeyin serbest piyasa değil, devlet korumacılığı ve sübvansiyonlar olduğunu açıkça ortaya koyar. Ülkesinin etkin bir ham yün üreticisi olduğu ve böyle kalması gerektiğine dair piyasadan gelen sinyallere karşı çıkarak, VII. Henry bu tür hoşa gitmeyen gerçekleri kasten çarpıtmıştır. Böylelikle, İngiltere’yi nihayetinde önde gelen bir endüstriyel ülkeye dönüştüren süreci başlatmıştır. İktisadî kalkınma günlük yaşayan Robinson Crusoe gibi kişilerden daha ziyâde VII. Henry gibi geleceği inşa eden kişileri gerektirir.” *** Uzun lafın kısası: Yerli sanayii geliştirmek sözde ‘serbest piyasa’ yoluyla ‘kendiliğinden’ olacak iş değil. Bunun tarihteki yüzlerce örneğinden sonra, bizzat bugünün Çin’i tarafından izlenen politikalar tarafından bir kez daha önümüze konduğu tartışmasız bir gerçek. O halde Ankara Metrosu örneğindeki ‘yüzde 51’ şartının yerine getirilmesi sadece bu proje kapsamında değil, Türk sanayiinin geleceğinin şekillendirilmesi yönünde bir politika tercihinin belirginleştirilmesi bakımından büyük önem taşıyor. Dolayısıyla hem Türk sanayicilerin hem de hükümet ve bürokrasinin bu konuda ortak hareket etmesi gerekiyor; ki sadece Çinli CSR’ye değil tüm dünyaya ‘uyumadığımızı’ gösterebilelim.