tag:blogger.com,1999:blog-50973042072396100692024-03-12T17:38:06.927-07:00Prof. Dr. Emin AkçaoğluProf. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.comBlogger59125tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-35882187524684307802024-02-11T11:59:00.000-08:002024-02-12T01:14:59.426-08:00Gerçek ve algılanan gerçeklik üzerine<p>Gerçek ya da eski dildeki karşılığıyla hakikat nedir? Türk
Dil Kurumu’nun Türkçe sözlüğünde gerçek kelimesinin anlamları on maddede sıralanıyor.
Bunlardan sadece bazıları bu denemenin konusuyla doğrudan ilgili. Örneğin,
gerçek “[y]alan olmayan, doğru olan şey[dir]; [b]ir durum, bir nesne veya bir
nitelik olarak var olan, varlığı inkâr edilemeyen, olgu durumunda olan[dır];
[d]oğadaki gibi olan, doğayı olduğu gibi yansıtan[dır]; [d]üşünülen,
tasarımlanan, imgelenen şeylere karşıt olarak var olan[dır]”. Oxford sözlüğü
ise kavramı şöyle tanımlıyor: “[Gerçek] el ile tutulup göz ile görülecek
biçimde tam anlamıyla var olan, varlığı hiçbir biçimde yadsınamayan, bir durum,
bir olgu, bir nesne ya da bir nitelik olarak var olan; kendisi gibi olan,
aslına uygun bulunan, yapay olmayan[dır].”</p><p class="MsoNormal"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Benim gerçek tanımım ise çok yalın: Gerçek ‘olandır’!
Dolayısıyla gerçek, ona dair ‘algılardan’ bağımsızdır; objektiftir. Kim nasıl
görürse görsün, kim ne derse desin, kim nasıl tanımlarsa tanımlasın; gerçek ‘olandır’;
‘o’ ne ise odur. Ona dair söylenenlerden bağımsızdır. Nesneldir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Burada ‘algı’ kavramını özellikle vurguladım! Çünkü bütün bu
söylediklerim akla ‘algı’ kavramını da getirmelidir. Benim anladığım hâliyle
gerçek ‘ona dair’ kimin ne düşündüğünden, ne söylediğinden bağımsız; ne ise ‘o’
olduğuna göre; ‘ona dair’ söylenenlerin veya onun nasıl görüldüğünün ‘öznel’
bir yanı olabilir. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Bu şu anlama gelir: Eğer üzerinde konuşulan gerçek, bazıları
tarafından ‘dürüstçe’ diğerlerinin tanımladığından farklı tanımlanıyorsa bunun
sebebi olsa olsa tanımlayanların algılarının ‘öznel’ oluşundan kaynaklanır.
Aslında bu da son derece doğaldır. Çünkü insan kendi doğası gereği kimi durumda
(ya da çoğu durumda) algılarının esiridir. İnsan herşeyi kendi filtrelerinin
izin verdiği biçimde görme ya da değerlendirme eğilimindedir. O filtreler
kişinin nerede, hangi aileye doğduğundan başlayarak; öğrenimine, inançlarına,
tecrübesine bağlıdır. Her insan kendi hayatının ürünüdür. Dolayısıyla ‘gerçek’
tek ve aynı olsa da; her insan için ayrı ayrı ‘gerçeklikler’ olabilir. Bu
sebeple şunu iddia etmek güç olmayacaktır: Çoğu zaman herkesin gerçeği
gerçekten az ya da çok sapabilir. Bu durum “Biri doğdu” ya da “Biri öldü”
denebilecek kadar somut durumlarda asgari ölçüde olsa da bazı başka konularda
daha yüksek düzeylerde kendisini gösterebilir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">İnsan doğasının bu yönünün, insan tarafından keşfi hiç de
yeni değildir. İnsanın bu zaafiyeti çağlar boyunca birileri tarafından
kullanılmıştır. Gerçekleşeni değiştirmek mümkün olamayacağına göre, gerçeklik
algısını değiştirerek insanları yönlendirmek her zaman mümkün olmuştur. Bunun
türlü yöntemleri vardır. Bu yöntemlerin genel adını koyarken kimi ‘halkla
ilişkiler’ kimiyse ‘propaganda’ kavramlarını kullanmayı tercih etmiştir. Başka
isimler de bulunabilir. Mesela ‘reklam’ da denilebilir. Bu söylediklerime karşı
çıkanlar olabilir. Fakat sağduyu sahibi okuyucu ‘düşündüğünde’ kendi
değerlendirmesini çok daha sağlıklı yapacaktır.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Öyleyse, insanın ya da insanların gerçeklik algılarıyla
uğraşmanın gereği nedir? Neden bazıları bazı başkalarının gerçeklik algılarını
değiştirmek isterler? Bu sorunun cevabı çok basittir: Bunu kendi menfaatleri
gereği yaparlar. Neden? Çünkü hayatın pek çok alanında kişiler arasında ya da
kişilerden oluşan topluluklar arasında sonu gelmez bir ‘müzakere’ süreci yürür.
Bu müzakerelerin esas amacı karşı tarafı ‘ikna’ etmektir. İkna beraberinde ‘rızayı’
getirir. İkna ve rızayla sonuçlanan her müzakere süreci bir anlaşma doğurur. Her anlaşma bir tür 'bölüşme' ilişkisidir bir bakıma: Kimi kimi ikna ettiği, neyin nasıl paylaşılacağına dairdir.</p><p class="MsoNormal">Elbette iknanın türlü yöntemleri olabilir. Bunlardan biri zor kullanmaktır.
Fakat zorla ikna en pahalı olanıdır ve üstelik zor her durumda kullanılamaz.
Maliyeti en düşük ikna yöntemi ise gerçekten sapan bir gerçeklik algısının
yaratılmasıdır. Diğer tarafın - olabildiğince - 'gönlünün yapılmasıdır'. İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle doludur. Bu konuyu başka
denemelerde bambaşka yönleriyle yeniden düşüneceğim.</p><p class="MsoNormal"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Bu denemenin özeti şudur: Gerçek ve algılanan gerçeklik daima aynı
şeyler değildir; algılanan gerçeklik değiştirilebilir ama gerçek değiştirilemez.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Emin Akçaoğlu, Mavişehir, 11 Şubat 2024<o:p></o:p></p>Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-19220655346590351292024-02-07T12:48:00.000-08:002024-02-08T10:25:26.610-08:00Biriktirmek ve miras üzerine<p>İnsan ‘biriktirir’. Neyi biriktirir insan? Kişiden kişiye
değişir neyin biriktirileceği. Kimi pul biriktirir mesela. Kimi biblo
biriktirir. Kimi fincan biriktirir. Bu kişiler koleksiyonerlerdir ve farklı
objeleri biriktirirler. Koleksiyonerlik farklı sebeplere dayanabilir. Kimi
sadece zevk için, kimi ticari kaygılarla, kimi itibar için biriktirir; kimisi
koruyup sonraki kuşaklara bırakmak ister biriktirdiklerini.</p><p class="MsoNormal"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Bazıları para, servet, sermaye biriktirir. Biriken para
geleceğe dönük güvence olma sınırını aşmışsa eğer; artık sermaye birikimi
evresine ulaşılmış demektir. Aslında bir bakıma tüm insanlık tarihi, sermaye
birikiminin tarihidir. Çağlar boyunca önce sermaye biriktirilmiş; ardından
biriken tahrip edilmiştir. Savaşların tarihi bunu anlatır. Savaş sadece binlerin,
milyonların ölümüyle sonuçlanmaz. Bütün bunların yanı sıra yüzyıllar hatta
binyıllar boyunca biriktirilenlerin yerle bir edilmesiyle de sonuçlanır. Başka
bir ifadeyle bazen insan önce biriktirir sonra yok edip yeniden biriktirir. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Dolayısıyla biriktirmek; örneğin sermaye biriktirmek, sadece
bireysel bir eylem değildir. Toplum ya da toplumsal organizasyonlar da
biriktirir. Devlet de! Örneğin devlet de sermaye biriktirir. Zaten tüm organizasyonlar
örgütlü insan toplulukları olduklarına göre, esas olan aslında insandır;
insanın davranışıdır. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Dedim ya devlet de sermaye biriktirir: Altyapı sermaye
birikiminin iyi bir örneğidir. Yollar, köprüler, kamu binaları zaman içinde
birikir. Bu tür yapılara bakıldığında, sermayenin zaman içinde nasıl biriktiği somutlaşır.
Savaşlarda hasımlar birbirinin altyapısını tahrip etmeye çalışır. Savaşta
birikenlerin yok edilmesi çoğunlukla bu amaca dayanır. Eğer sermaye
başkasınınsa ve sahip olanların elinden şu ya da bu şekilde alınamıyorsa; yok
edilmesi de bir seçenektir. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Özel sermaye birikimi de aynıdır. Birikir, birikir… Zaman
gelir ya el değiştirir ya da yok edilir. Örneğin, şirketler kurulur; sonra daha
büyükleri kurulur… Fabrikalar, binalar, filolar kurulur. Sonra gün gelir; bunlar ya el değiştirir ya da yok olur. Bunun için her zaman savaşlara gerek
kalmaz. Ekonomik devinimler bu sonucu yaratır bazen. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal">Bazen doğal afetler yıkar, yok eder herşeyi! Deprem gibi... Tarih haritadan silinen kentlerle doludur.</p>
<p class="MsoNormal">Fakat insan sadece sermaye biriktirmez. Daha doğrusu sadece
maddi varlıklar biriktirmez. Başka şeyler de biriktirir. Evet, bazıları sermaye
biriktirmeyi çok önemser ve nasıl biriktireceğini de gayet iyi bilir. Bazısı ise
maddi birikimi pek de önemsemez; ya da bazı başka şeyleri biriktirmek kadar
önemsemez. Onlar sevgi biriktiren, dostluk biriktiren, bilgi biriktiren, iyilik
biriktiren, duygu biriktiren, düşünce biriktiren, itibar biriktiren veya tecrübe biriktirenlerdir.
<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Öyle ya da böyle zaten; az ya da çok
hepsini birlikte biriktirmek eğilimi yaygındır ya da insan doğasına daha uygundur.
Kimi birini diğerinden daha çok önemsese bile hemen herkes az ya da çok
saydıklarımdan bazılarını birlikte biriktirir veya biriktirmeye gayret eder. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Söyledim ya, aslında bütün insanlık tarihi biriktirmek
üzerine kuruludur. Bugün üzerinde yaşadığımız dünyada hayatımızı anlamlı kılan,
kolaylaştıran, güzelleştiren, yaşamı daha iyi anlamamızı sağlayan ne varsa;
bizden önce yaşayanların bugüne kadar biriktirdikleridir. Hatta bazen tersini
söylemek bile mümkün; kimi durumda hayatı zorlaştıran ne varsa onlar da bir
birikim sürecinin ürünüdür. Böyle bakınca, şunu söylemek de mümkündür: Yaşamda
elimizde ya da zihnimizde ne varsa çoğunlukla bunların çok büyük bölümü bize
daha önceki kuşakların biriktirip miras bıraktıklarıdır. Çevremize baktığımızda
insan eli değmiş ne görüyorsak hepsi böyledir. Kısacası aslında neyimiz varsa
hepsi mirastır; önceki kuşakların bize bıraktıklarıdır!<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Yemek tariflerini düşünelim mesela. Hele hele Türkiye gibi
onlarca uygarlığın kavşağında binlerce yıldır insanların gelip geçtiği,
yerleşip terk ettiği bir coğrafyada yemek kültürünün ne kadar zengin olduğunu
düşündüğümüzde gelip geçen tüm o insanların sadece bu alandaki mirasının ne
kadar büyük olduğu ortada. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Bütün diller de miras değiller mi? Önceki kuşaklardan bugüne
ulaşan bütün bilgiler, düşünceler, sanat eserleri, inançlar… Hepsi miras değil
mi? Bizim olduklarını sandığımız düşüncelerimiz bile aslında önceki kuşakların
mirasıdır çoğunlukla.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Söyledim: İnsan yaşadıkça biriktirir. Biriktirebilmek çaba
gerektirir. Ne biriktirilirse biriktirilsin çaba şarttır. Dolayısıyla biriken
bir bakıma aslında emektir! Çaba ya da emek de tek başına yeterli değildir
tabii! Bir o kadar gerekli olan başka bir şey daha vardır: Zaman!
Biriktirebilmek zaman gerektirir. Ancak zaman içinde biriktirmek için emek
harcanmışsa oluşur birikim.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Daha önce de değindim: Biriktirilenler her zaman ‘iyi’
şeyler olmak zorunda değildir. Çöp de biriktirir insan örneğin. Zehir
biriktirir. Dünyayı biriktirdikleriyle zehirler. Örneğin hava kirliliği de
önceki kuşakların biriktirip bize bıraktırdıklarındandır. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Acı da birikir; öfke de kin de! Savaşlar bir tarafın
galibiyetiyle sonuçlanırken bir diğerinin acılarının, kininin, nefretinin,
önyargılarının birikmesine sebep olabilir. Bunlar da miras olarak kalır gelecek
kuşaklara. Kimisi bunlar üzerinden toplumsal bellekte anılar, duygular,
düşünceler biriktirir. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Bunlardan başka biriktirilenler de vardır tabii: Örneğin
kurallar birikir. Değer yargıları birikir kuşaktan kuşağa aktarılarak. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Kimi bu toplumsal belleği önemser ve hayatı(nı) buna göre tanzim
eder. Kimiyse bütün bu birikimi göz ardı eder ve tekrar biriktirmeye yeltenir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Kısacası, insan yaşadıkça biriktirir ve biriktirdiklerini
sonraki kuşaklara miras bırakır. Elimizde, zihnimizde, çevremizde ne varsa;
iyisiyle kötüsüyle her şey önceki kuşakların bize mirasıdır. Bizim bugün
biriktirdiklerimiz de bizden önceki kuşakların biriktirdiklerinin üzerine
eklenmektedir, sonraki kuşaklara devredilmek üzere.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">O halde şu soru sorulmaya değer: “İnsan yaşadıkça
ne(ler) biriktirmeli?” <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal">Emin Akçaoğlu, Mavişehir, 7 Şubat 2024</p>Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-31437276572324191482018-01-29T03:41:00.000-08:002018-02-08T03:42:57.973-08:00Döngüsel ekonomi ve çevre: İki kere kâr! / Emin AkçaoğluBu yazı fotoğraflı olsun istedim ve yazının içine aşağıdaki üç fotoğrafı da ekledim. Çünkü bazen bir fotoğraf karesi sayfalarca yazının anlatamadığını anlatabiliyor.<br />
<br />
İlk iki fotoğraf Almanya’nın güneyindeki küçük bir kentten, Würzburg’dan.<br />
<br />
Würzburg’un nüfusu 130 bin. Sıradan küçük bir Alman kenti ve tabii tertemiz, pırıl pırıl. İçinden Main nehri geçiyor. Main’ın kıyıları da tertemiz. Kentin eski taş köprüsü (Alte Mainbrücke) sadece yayaların ve bisikletlilerin kullanımına açık. Bu köprü özellikle de hava iyi olduğunda bir buluşma yeri. İnsanlar gelip köprü üzerinde sohbet ediyor, günün yorgunluğunu atıyor, kent kültürünün bir parçası olarak şarap içiyor. Manzarayı seyrediyor, gelip geçen nehir gemilerine bakıyor, şarkı söyleyip gitar çalıyor. Bu tür mekânları irili ufaklı yüzlerce Avrupa kentinde görmek mümkün.<br />
<br />
Üçüncü fotoğraf ise İzmir Mavişehir’den.<br />
<br />
Mavişehir’de deniz kıyısı da bir buluşma yeri. Burada da kimileri müzik yapıyor. Kimisi birasını, rakısını, çayını yudumluyor. Spor yapanlar, yürüyüşe çıkanlar, ailesiyle piknik yapanlar, bisiklete binenler… Körfezin güzelliği muhteşem… Doğa harikası… Biraz ötede kuş cenneti… Burada olabilmek çok büyük ayrıcalık… Ama… Ya denizin kıyısı? Ya denizin dibi?<br />
<br />
Üçüncü fotoğraf, kıyıdan bakıldığında deniz altında neler görebileceğinize dair çarpıcı bir fikir veriyor. Neler görmüyorsunuz ki kıyıda ya da deniz dibinde. Bir yanda muhteşem bir güzellik; yosunlar, balıklar, başka deniz canlıları. Ama öte yandan; şişeler, teneke kutular, naylon poşetler… Kıyının hâlini hiç anlatmaya bile gerek yok!<br />
<br />
Düşününce şaşırtıcı olan sadece kirlilik, bilinçsizlik, düşüncesizlik, sonraki kuşaklara ihanet de değil. Bir şey daha var: Umursamazca fırlatılıp atılan şişelerin, kutuların, hatta naylon torbaların aslında parasal değeri de var. Yani kirlilik ve israf yan yana…<br />
<br />
Bu görüntü ne Mavişehir’e ne de İzmir’e özgü. Maalesef ülkemizin hemen hemen her yanı aynı durumda ve gidişat daha da kötüye işaret ediyor. Bu durumun gerisinde bir “kültür” sorunu var.<br />
<br />
Dolayısıyla konumuz netleşmeye başlıyor: Çevre kirliliği ve “döngüsel ekonomi”. Çevre kirliliği üçüncü fotoğrafta biraz olsun görünüyor.<br />
<br />
Döngüsel ekonomi kavramı ise son zamanlarda sıkça duyulmaya başlansa da bu konudan toplumun yeterince haberdar olduğu söylenemez.<br />
<br />
Döngüsel ekonomi modeli, doğrusal ekonomi modelinin tersi. Doğrusal ekonomide her şey sıfırdan üretiliyor; kullanılıyor ve kalanı çöp oluyor. Oysa döngüsel ekonomi modelinde geri dönüşüm esas ve bir uçta başlayıp diğer uçta biten bir üretim-tüketim kurgusu yerine kendi kendini besleyen; olabildiğince az “çöp” yaratan bir sistem var. Hatta uzun vadede hedef “çöp üretmeyen tüketim”.<br />
<br />
Kısacası, döngüsel ekonomide amaç tüketimden arta kalan maddeleri geri dönüşüme sokarak ekonomiye yeniden kazandırılmalarını sağlamak. Geri dönüşüm kavramı yıllardır, Türkiye dâhil pek çok ülkenin gündeminde. İzmir’de de geri dönüşüm işinde çalışan firmalar bile var. Sokaklarda kâğıt, cam ve plastik şişe toplayanlar bile kendilerini “geri dönüşüm işçisi” diye tanıtmayı tercih ediyor.<br />
<br />
Oysa “döngüsel ekonomi” kavramı artık sıradanlaşmış “geri dönüşüm” kavramından daha öte bir aşamaya işaret ediyor. Bu kavramın gerisinde “bir yaşam felsefesi” var “bir kültür” var.<br />
<br />
Zaten döngüsel ekonomiyi, toplumun bu alandaki bilinç düzeyini yükseltip, yaygın kültürünün bir parçası hâline getirmedikçe benimsemeniz ve başarılı kılmanız imkânsız.<br />
<br />
Almanya döngüsel ekonominin dünyadaki öncülerinden. Ülkedeki çevre bilinci zaten onlarca yıldır çok yüksek. Son yirmi yıldır da tüm ekonomik sistem döngüsel ekonominin gereklerine göre tasarlanmış durumda.<br />
<br />
Almanya doğal kaynakları zengin bir ülke değil. Özellikle makine, petrokimya ve ilişkili sektörlerde devasa bir hammadde ithalatçısı. Döngüsel ekonomi uygulamasındaki başarısıyla hammadde ihracatını zaman içinde aşağıya çekmeyi başarmış. İleride daha da büyük mesafe almayı hedefliyor.<br />
<br />
Bir yanda dışa daha az bağımlı ve kullandığını sürekli yeniden üretime sokabilen bir Alman sanayii; diğer yanda tertemiz Alman kentleri, kırları, nehir kenarları var.<br />
<br />
Alman turizm sektörü de bizimkinden çok daha fazlasını kazanıyor. Görünen o ki bizde toplumun geneli çevre temizmiş, kirliymiş dert etmiyor belli ki. Fakat turizm endüstrisi için bu konu hayati.<br />
<br />
Bakın çevre kirliği, sürdürülebilirlik, doğanın muhafazası, sahi olunan çevrenin gelecek nesillere aktarılması gibi çok önemli konulara değinmedim bile.<br />
<br />
Başta da söylediğim gibi uzun uzun anlatmaya ne gerek var? Fotoğraflar yetiyor. Görüntüler anlatıyor ve hem de benden daha iyi.<br />
<br />
<a href="http://www.gercekizmir.com/yazar/Dongusel-ekonomi-ve-cevre-Iki-kere-kar/204">Bu yazı ilk kez Gerçekİzmir internet haber portalında 29 Ocak 2018 Pazartesi günü yayınlanmıştır.</a><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjJDcYieiQsD4-MsLh4tRvpjDNOupv9LfXmMDgh_YqJUwcs7Eq7MNOv7UVoDh39z4_WTSeH5fS__Kw_NgMVL4B7JT3-SEvshtHY6UNKm3xBSkArwtWIkMTk8EZYUIEd7CgSFaEUTa1Lw1no/s1600/eminakcaoglu-mavisehir-de-kiyi-26-ocak-2018.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1600" data-original-width="1600" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjJDcYieiQsD4-MsLh4tRvpjDNOupv9LfXmMDgh_YqJUwcs7Eq7MNOv7UVoDh39z4_WTSeH5fS__Kw_NgMVL4B7JT3-SEvshtHY6UNKm3xBSkArwtWIkMTk8EZYUIEd7CgSFaEUTa1Lw1no/s320/eminakcaoglu-mavisehir-de-kiyi-26-ocak-2018.jpg" width="320" /></a></div>
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgPJQxTAsnE1MZsWpdIXtIVaw-IGxXWK-4RLFNHWdac6Dyir4wUIxabZgea0KALuPnWYbfWaVsbLK3UQSN-Ypd5-x-eKkI0GYug15I9qSerWU8RnndfuGafI38e29u8yQxU7HZ8hagmWcAs/s1600/eminakcaoglu-wurzburg-eski-kopru-27-temmuz-2017.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="900" data-original-width="1600" height="180" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgPJQxTAsnE1MZsWpdIXtIVaw-IGxXWK-4RLFNHWdac6Dyir4wUIxabZgea0KALuPnWYbfWaVsbLK3UQSN-Ypd5-x-eKkI0GYug15I9qSerWU8RnndfuGafI38e29u8yQxU7HZ8hagmWcAs/s320/eminakcaoglu-wurzburg-eski-kopru-27-temmuz-2017.jpg" width="320" /></a></div>
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjLMkelw7dqySF0a3kurvENi66UvJtiCm_0cNvqEP8GNYJpJe_hlAdTSE9jdprTpPF1PAKWRCDKzUt1PZyuKjtG7dTSm71QxuTSN1N_LrHkP-Gb0yO7jhl5zDYMO2GAC74ziFk_BdSlxWqw/s1600/eminakcaoglu-wurzburg-main-27-temmuz-2017.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="900" data-original-width="1600" height="180" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjLMkelw7dqySF0a3kurvENi66UvJtiCm_0cNvqEP8GNYJpJe_hlAdTSE9jdprTpPF1PAKWRCDKzUt1PZyuKjtG7dTSm71QxuTSN1N_LrHkP-Gb0yO7jhl5zDYMO2GAC74ziFk_BdSlxWqw/s320/eminakcaoglu-wurzburg-main-27-temmuz-2017.jpg" width="320" /></a></div>
Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-71029511526701901402016-04-24T11:16:00.000-07:002016-04-24T11:16:00.772-07:00'İyi yönetim’ – ‘kötü yönetim’ - 1<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Ostim
Gazetesi’nin Haziran 2014 sayısında firmayı bir kutuya benzeterek kutunun
içinde bulunan kaynaklara dikkat çekmiştim. Bu yazıda ise firma denilen kutunun
içindeki kaynakları kullanarak ‘değer’ yaratılması ya da ‘kâr’ elde edilmesi
sürecindeki en önemli unsura dikkat çekeceğim. Bu unsurun kendisi de kutunun
içindeki kaynaklardan biri olmakla birlikte diğer kaynaklar üzerinde nüfuz
sahibidir. Yazının başlığı da kopya verdiği için sanırım tereddütsüz ‘yönetim’
unsurundan söz ettiğimi anladınız.</span><br />
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;"> </span></div>
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">‘Yönetim becerisi’
firmanın içindeki en önemli kaynaktır. Neden peki? İki aşçı düşünelim; aynı
türde ve aynı miktarda malzemeyi kullanarak helva yapacak olsunlar. Biri
aşçılıkta diğerinden daha iyi, daha tecrübeli, daha yetenekli, daha becerikli
olsun. Helvalar pişsin. Normal şartlar altında beklentimiz iyi aşçının
helvasının diğerinden daha leziz olacağı yönündedir; değil mi? Fakat dedim ya:
Malzeme aynı malzeme; miktar aynı miktar. Hatta bazı durumlarda iyi aşçı daha
azıyla bile daha iyi iş çıkarır. Fark nereden kaynaklanır?</span></div>
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;"> </span></div>
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Beş temel soruyla
başlayalım: Yönetim nedir? Personel yönetimi nedir? İş yönetimi nedir? Yönetici
ne iş yapar? Yöneticinin firma (ya da organizasyon) içindeki en önemli işlevi
nedir? Bu sorular ilk bakışta cevaplanması çok kolaymış gibi görünmekle
birlikte üzerlerinde dikkatle düşünüldüğünde ilk izlenimin doğru olmadığını
anlamak an meselesidir. Hemen burada bir ayrıma daha dikkat çekelim:
Organizasyonun (ve çalışanların) yönetimi ile ‘iş yönetimi’ de aynı şey
değildir.</span></div>
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;"> </span></div>
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Her ne kadar
işletme yönetimi (ya da kamu yönetimi) okulları olsa da haddimi aşıp özellikle “iş
yönetiminin okulu olmadığını” ileri süreceğim. Bu iddiamın doğruluğu pek çok
iyi yöneticinin bu tür okullardan mezun olmayışından bellidir. Dolayısıyla
onları iyi yönetici yapan mezun oldukları okulun ötesinde bir şeyler olsa
gerektir. </span></div>
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;"> </span></div>
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Yeniden
“yöneticinin firma içindeki en önemli işlevine” dönelim. Bu işlev ‘karar verme’
işlevidir. Yönetici karar veren kişidir. O halde “iyi yönetici doğru karar
veren yönetici” iken “kötü yönetici yanlış karar veren yöneticidir.” Elbette
her yöneticinin ‘her zaman’ doğru ya da yanlış karar vermesi beklenemeyeceğine
göre bu önermede “genellikle isabetli karar verme becerisini” esas almak
gerekir. ‘İsabet’ kavramı kendi içinde üstü örtülü biçimde ‘gelecek’ ve ‘belirsizlik’
kavramlarını da barındırıyor. Çünkü gelecek belirsizdir ve yönetici belirsizlik
altında geleceği etkileyecek öyle kararlar vermelidir ki o kararlar sonrasında
gerçekleşen yeni durumda, verilen kararın doğruluğu açığa çıksın. Doğruluktan
kastımız ne? Karar doğru ise durumun gereklerine uygun; bu gereklere cevap
verebilir niteliktedir. Örneğin, bir iş kararı diğer koşullar aynı kalmak
kaydıyla firmanın kâr elde edebilmesini mümkün kılıyor ise doğru demektir. (Burada
her hâlükârda kârlılığın firma için “iyi” olduğunu ileri sürdüğüm anlaşılmasın
sakın. Öyle durumlar olabilir ki bugünkü kârlılık gelecekteki kârlılığın baş
düşmanı olabilir!)</span></div>
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;"> </span></div>
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Aşçı ve helva
örneğine geri dönecek olursak; tavaya ne kadar tereyağı koyacağınız bir
karardır. Yağı ne kadar kızartacağınız bir karardır. Yağın üzerine ne kadar un
koyacağınız; unu ne süreyle ve ne ölçüde harlı bir ateşte kavuracağınız bir
karardır. Kavrulmuş unun üzerine ne miktarda şerbet dökeceğiniz de bir
karardır. Bu kararların ‘isabeti’ helvanın yapımı tamamlandığında ortaya çıkar.
Helvanın kıvamı ve lezzeti tutmuşsa verdiğiniz kararların isabetli olduğu
söylenecektir. Aksi hâlde adınız aşçı da olsa; aşçılık mesleğini muhafaza
edebilseniz bile kararlarınız isabeti hep sorgulanacaktır. Mutfak sizin
mutfağınız yani firma sizin firmanız olsa bile!</span></div>
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;"> </span></div>
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Üstelik birine
yemek yapmayı öğretmek çok da zor olmasa bile birine ‘iş yönetmeyi’ öğretmek;
başka bir tabirle “iş hayatında isabetli karar verme becerisini kazandırmak” sanılabileceği
kadar kolay değildir. (Burada ‘personel yönetimiyle’ ‘iş yönetimi’ ayrımına
tekrar dikkat çekmek istiyorum.) Bu sebeple olsa gerek ki her organizasyonda
çok sayıda yönetici olmakla birlikte iyi yönetici sayısı ne kadar az! Yönetimin
yeterince iyi olmaması firma kutusunun içindeki kaynakların iyi kullanılamaması
sonucunu getirir. Rekabet gücü perspektifiyle bakıldığında ‘iyi yönetim – kötü
yönetim’ ayrımı rekabet gücü yüksek olan ve olmayan firmalar arasındaki ayrımın
belirginleştiği yerdir. </span></div>
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;"> </span></div>
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">İyi yönetici
olmak ya da olmamak arasındaki hayatî farklılığı kavrayabilmek için kişinin
kendisinin çabası şarttır. Birileri size bu konuda yığınla söz söyleyebilir.
İşletme fakültelerinin kuruluş gerekçesi ve kitapçı raflarını işgal edende
binlerce kitabın varlık sebebi de budur zaten. Fakat yönetmek iddiasındaki
kişinin kendisi bu husus üzerinde derinlemesine “<i style="mso-bidi-font-style: normal;">düşün</i>medikten sonra ne işletme fakülteleri ne de yönetim kitapları
işe yarar. </span></div>
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;"> </span></div>
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Bu yazının burada
bitmediği başlığından bile belli! Sonraki yazıda sorunu biraz daha
derinlemesine ele alacağız.</span></div>
Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-29900039617071815992016-04-24T11:15:00.000-07:002016-04-24T11:16:35.732-07:00'İyi yönetim’ – ‘kötü yönetim’ - 2<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Ostim
Gazetesi’nin Ağustos 2014 sayısında kaldığımız yerden devam edelim. Dedik ki ‘yönetim
becerisi’ firmanın içindeki en önemli kaynaktır. Çünkü firma içindeki diğer
kaynakların etkin biçimde kullanılması yönetimin kalitesine bağlıdır. Rekabet
gücü perspektifiyle bakıldığında ‘iyi yönetim – kötü yönetim’ ayrımı rekabet
gücü yüksek olan ve olmayan firmalar arasındaki ayrımın belirginleştiği yerdir.
Bundan sonra bazı temel soruları cevaplama çabasına giriştik ve bir temel
farklılığa dikkat çektik: Organizasyonun ve çalışanların yönetimi ile ‘iş
yönetimi’ de aynı şey değildir. </span><br />
<br />
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Yöneticilik
sorumluluğunu üstlenmeye istekli olan birinin yönetim becerilerini geliştirme
çabasına çok erken dönemlerde girişmesi; daha yönetim kademelerine gelmeden çok
önce bile iyi bir yöneticiden neler bekleneceğini en başta kendi yöneticilerini
izleyerek ve değerlendirerek derinlemesine düşünmesi gerekir. Aksi hâlde büyük
ihtimalle iyi bir yönetici olabilmesi çok mümkün olmayacaktır. Pek çok
organizasyonda o kadar çok kötü yönetici bulunmaktadır ki bu doğrultudaki bir
çaba için kullanılabilecek malzeme çoktur. Eğer yönetici adayı şanslı ise ve
dolayısıyla kendi üstleri iyi yöneticilerse, bu defa iyi örneklerden
yararlanmak kolaylaşacaktır. Bu yazıda ‘organizasyonun ve çalışanların
yönetimi’ konusuna odaklanalım.</span></div>
<br />
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Yönetim
kademelerinde bulundukları için kendilerini yönetici zannetmekle birlikte
gerçekte yönetim işinin ciddiyetini kavrayamamış olanlar kendi altlarında
çalışan insanlara ‘insanca’ davranmazlar. Çalışanları hakkında verdikleri
kararlarda ‘insan olmanın gereklerini’ dikkate almazlar. Bu durumda
çalışanlardan verimli olmalarını ve organizasyona gerçek anlamda katkı
sağlamalarını beklemeleri nafiledir. Bu durumun ülkemizde hem kamu sektöründe
hem de özel sektörde çok örneği bulunmaktadır.</span></div>
<br />
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Bu tür
yöneticiler insanların kötü niyetli, tembel ya da beceriksiz olduklarını
düşünürler. Şüphesiz çalışanlar arasında bu tür insanların bulunması tamamıyla
doğaldır; çünkü toplumun genelinde bulunan her türde insanın farklı
organizasyonların içine şu ya da bu şekilde ‘sızlamalarından’ daha doğal bir
şey olamaz. Öyleyse iyi yöneticiden her şeyden evvel işe adam alırken kötü
niyetli, tembel ya da beceriksiz olanları organizasyona almamaları beklenir. </span></div>
<br />
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Diyelim ki
yönetici kötü niyetli ve kaytarıcı çalışanları işe kendisi almadığı hâlde
onlarla çalışmak zorunda olsun. Bu tür hâllerin çözümünde bile türlü
varsayımlardan hareket edilerek çözüme varılabilir. Örneğin organizasyonlarda
her türlü kişiliğe uygun pozisyonlar bir şekilde bulunabilir; ya da kişilerin
kendileriyle ‘gerektiği gibi’ konuşularak, çalışıyor oldukları kuruluşa
katkılarının yine kendilerince ve alenen sorgulamaları beklenilebilir. Bu tür denemelerin
fayda sağlamaması durumunda ve eğer mümkünse çalışanın işine son verilmesi
elbette kaçınılmaz olacaktır. </span></div>
<br />
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Bu ‘son
seçenek’in herkesçe bilinmesinde fayda olmakla birlikte; çalışanların çoğunun
kötü niyetli, tembel ya da beceriksiz oldukları varsayımıyla, insanlar hakkında
pek de insanî olmayan kararlar veren bir yönetici, çalışanların kendilerini organizasyonlarına
bağlı hissetmeyeceklerini, geleceklerini orada görmeyeceklerini, organizasyonun
uzun dönemli çıkarlarıyla kendi bireysel çıkarlarını bir görüp buna uygun
davranmayacaklarını bilmelidir. </span></div>
<br />
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Sonuçta çoğu
insan maddi kaygılarla çalışsa da yine insanların çoğunluğu ihtiyaçları
doğrultusunda ‘asgari’ sayacakları bir parayı elde ettikten sonra ‘işyerinde
huzur’a odaklanırlar. Huzur konusu çok önemlidir! İnsanlar huzursuzluğu
sevmezler. Huzur kavramının içinde iş güvenliği elbette önemli yer tutar. Fakat
daha önemlisi çalışanların üstleriyle ve emsalleriyle aralarındaki uyumdur.
Özellikle yöneticilerle uyum çok önemlidir. Uyum ifadesi de kendi içinde çok
farklı anlamları barındırmaktadır. Bunların en belirginleri adalettir, güvendir,
saygı görmektir, değer verilmektir, destek almaktır. İyi yönetici
çalışanlarının da yine kendisi gibi bir insan olduklarını bilir; bilmek
zorundadır. Kendisini onların yerine koyar; koymak zorundadır. Bazıları buna
‘empati’ der. BU gerçeği fark edemeyen yönetici, iyi yönetici olamaz. </span></div>
<br />
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Bütün bunlar
aslında sadece sağduyu ile anlaşılabilecek konulardır. Dolayısıyla bir bakıma
bu hususlar sanki herkesçe bilinen şeylermiş gibi düşünülebilir. Herhangi bir
yöneticiye sorulduğunda bu söylediklerimizi kendisinin de bildiğini
söyleyecektir. Oysa durumun hiç de öyle olmadığı iyi yönetici sayısının
azlığından bellidir. Başkalarına güven vermeyen birine güvenilmesi; saygı
göstermeyen birine saygı gösterilmesi; değer vermeyen birine değer verilmesi
mümkün değildir. Hele hele adil olmayan birinin, kendisinin astları da olsalar başkalarından
saygı, değer ve destek görmesi ve güvenilmeyi beklemesi hiç mümkün değildir.</span></div>
<br />
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Çalışanlarını iyi
yönetemeyen birinden ‘işi iyi yönetmesi’ de hiç beklenemez. Çünkü işi yapacak
olanlar zaten çalışanlardır! Motivasyonu düşük çalışanlar yeterince çalışmazlar.</span></div>
<br />
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Malum; yazı henüz
bitmedi…</span></div>
Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-88094309199957978262016-04-24T11:14:00.000-07:002016-04-24T11:14:39.505-07:00'İyi yönetim’ – ‘kötü yönetim’ - 3<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Ostim
Gazetesi’nin Eylül 2014 sayısında kaldığımız yerden devam edelim. Önceki yazıda
çalışanların yönetimi ile iş yönetimi aynı şey değildir deyip çalışanların
yönetimi konusuna odaklandık. Bu yazıda ise iş yönetimi konusuna odaklanıp konuyu
kapatalım. Fakat daha önce önceki konuyla ilişkili olarak mutlaka not etmemiz
gereken son birkaç husus daha var. </span><br />
<br />
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Bunlardan
birincisi; adil, güvenilen, saygı uyandıran, değer verilen bir yöneticinin
çalışanlarını yönetmekten ziyade onlara liderlik ettiğinin vurgulanması
gereğidir. Başka bir ifadeyle iyi yönetici hangi düzeyde çalışıyor olursa olsun
liderlik becerileri güçlü olan biridir ve rol modeli olarak görülür. </span></div>
<br />
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">İkinci önemli
husus da bu konuyla ilintilidir ve yöneticilerin çalışanlarının hayatlarını
önemli ölçüde etkilediğidir. Bu etki sadece iş ortamıyla sınırlı da değildir.
İyi yönetici kendisiyle çalışanları geliştirir, önlerini açar, yetiştirir,
geleceğe hazırlar. Kötü yönetici ise çalışanlarını köreltir, önlerini kapatır,
gelişmelerini engeller. İyi yönetici kendisine güvenir, cesurdur,
kompleksizdir, kendisiyle barışıktır. Dolayısıyla, iyi yöneticiyle iletişim
kolaydır. Kötü yönetici korkaktır, kendisine güvenmez, komplekslidir; iletişimi
sıkıntılıdır. Daha önce de söylediğim gibi insan yönetimini beceremeyen
birinden işi iyi yönetmesi beklenemez. Şimdi iş yönetimi faslına odaklanalım.</span></div>
<br />
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">İş yönetimi
konusu ele alındığında, ilkin işletmenin ya da kuruluşun ölçeğini ve yöneticinin
organizasyonun hiyerarşisi içindeki konumunu bilmek gerekir. Ölçek büyüdükçe
yöneticinin pozisyonuna dair ayrım belirginleşir. Küçük ölçekli bir işletme
yapısında tepe yöneticisi bile teknik ayrıntılara vakıf olmak zorundadır. Oysa
büyük ölçekli bir işletmede, tepe yöneticisinin teknik becerilerinden daha çok
kavramsal algısının çapı ve insan ilişkilerindeki başarısı önem kazanır.
Kavramsal algının çapı ‘görebilmek’ ile ilgilidir. İş yönetimi söz konusu
olduğunda yönetici ‘karar verici’ sorumluluğuna vurguyla ‘ötesini görebilen
kişidir’. Buradaki ‘öte’ kavramının içinde elbette ‘gelecek’ vardır. Verilen
karar belirsizlik içinde oluşturulur. İş kararları akla gelebilecek her şeyin
bilindiği bir ortamda verilemez. Belirsizlik iş hayatının doğasındadır ve
belirsizlik içinde risklerle karşılaşılması olasıdır. Bu bir bakıma, radarın
icadından önce mayın döşenmiş bir denizde yolunu bulma çabasına benzetilebilir.
İş hayatında radarın yerini kısmen tutabilecek enstrümanlar olsa da radar kadar
güçlü olanı yoktur. Gelecek belirsizdir. (Ve işin aslı ‘iyi ki belirsizdir’
çünkü aksi durumda iş hayatı diye bir şey olmazdı.) Dolayısıyla ‘riskin açığa
çıkması’ benzetme ile ‘mayına çarpılmasına’ ya da genel olarak ‘başarısız olma’
hâline karşılık gelir. Verilen karar yanlış ise başarısızlık kaçınılmazdır. İş
hayatında kararın konusu işi ilgilendiren herhangi bir şey olabilir. Bu bir
yatırım tercihi, finansman tercihi, pazara girmek ya da girmemek yönünde bir
tercih veya kimlerin işe alınacağına dair bir tercih olabilir. O hâlde karar
vericinin belirsizlik içinde ötesini görebilme becerisi, kararının ‘isabetini’
belirleyecektir. Bu bağlamda düşünüldüğünde iş yönetiminde iyi bir yönetici
herkesin göremediğini görerek belirsizlik içinde doğru kararları verebilen
kişidir.</span></div>
<br />
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Belirtilen
şartlar altında hiyerarşik konumuna da bağlı olarak yöneticinin teknik,
kavramsal ve beşeri becerileri bir bütünlük içinde önem kazanır. Aşağı
kademelerde daha çok teknik beceriler ama belirgin ölçülerde diğerleri de
gereklidir. Yukarılara çıkıldıkça kavramsal ve beşeri becerilerin bileşim
içindeki ağırlığı artar. </span></div>
<br />
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Dolayısıyla, iyi
bir üst düzey yönetici adayı meslek hayatına başladığında önce bir teknisyen
olarak kendisini hazırlamalı; fakat beşeri becerilerinin gelişimiyle birlikte
geniş ve derin bir perspektifle geneli de görebilmek üzere kendisini
yetiştirmelidir. Bu süreç dikkatle gözlemlemeyi (başkalarının tecrübelerinden
yararlanmayı), geniş ölçüde okumayı (başkalarının tecrübelerinden yararlanmayı),
birebir yaşamayı (doğrudan kişisel tecrübe edinmeyi) ve hepsiyle birlikte derin
düşünmeyi gerektirir. Okunarak, gözlemlenerek ve yaşanarak öğrenilenler
üzerinde gerçekten düşünülmedikçe öğrenilme süreci tamamlanmış olmaz. Bu durum
karar verme süreçlerinde açığa çıkacaktır. </span></div>
<br />
<div style="margin: 0in 0in 0pt;">
<span lang="TR" style="mso-ansi-language: TR;">Defalarca
vurguladığım gibi başında bulunduğu işi ya da kuruluşu iyi yönetebilen bir
yönetici büyük çoğunlukla isabetli karar alan yöneticidir. Bir işletme bir
gemiye benzetilirse eğer, iyi yönetici gemisini öngörülen limana (örneğin karlı
büyüme hedefine) ulaştırmak için doğru rotayı çizen (rekabet stratejisini
belirleyen) ve gemisini bu rotada tutabilen (stratejiyi hayata geçirebilen)
kaptan gibidir. Rota üzerinde fırtınayla (örneğin ekonomik durgunluk) ya da
korsanlarla (örneğin haksız rekabet) karşılaşma ihtimali her zaman vardır. İyi
kaptan harita okumasını da, geminin tayfasını hizada tutmasını da, havadaki
kokuyu almasını da, gerektiğinde gemiyi kurtarmak için yükün bir kısmını denize
dökmesini de veya korsanlarla mücadele ya da müzakere etmesini de bilir. </span></div>
Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-48343730920870515232014-10-21T12:54:00.000-07:002014-10-21T12:54:48.845-07:00Firma bir kutudur! Peki içinde ne var?Bence firma bir kutudur. Bu kutunun içinde çeşitli varlıklar ya da kaynaklar vardır. Bu kutuda değer yaratılır. Değer yaratma sürecinde kutunun dışından alınan ‘şeyler’, kutunun içinden geçerken ‘dönüşür’ ve dışarı çıkan ‘şeyler’in toplam değerinin içeri girenlerin toplamından daha büyük olması beklenir. Bu beklenti kutunun varlık sebebidir zaten. Yaratılan değer, değer yaratılırken kullanılan başlangıç değerinden daha büyükse kutu da büyür. Eğer durum tersi ise; yani, yaratılan değer kullanılan şeylerin toplam değerinden daha küçük ise bir süre sonra kutu boşalır; boş kutu olur. Kutunun boşalma sürecinde kutuya ya da kutunun sahibine kimsenin güveni kalmazsa, kutu piyasa dışında kalır ki buna ‘iflas’ denir. Dolayısıyla ‘iflas’ her şeyden öte bir güven meselesidir. ‘Güven’ konusu aslında başlı başına ele alınması gereken bir meseledir.
<br />
<br /><br />
Şimdi gelelim kutunun içinde ne olduğuna. Dedik ki ‘kutunun içinde çeşitli varlıklar ya da kaynaklar vardır’. Nedir bu ‘varlıklar’ ya da ‘kaynaklar’? Kutunun içinde ne varsa hepsini gruplandırdığımızda karşımıza üç grup çıkar. Bunlar birincisi gözle görülebilen, elle tutulabilen kaynaklar grubudur. Mesela binalar bu gruptadır. Makinalar, büro malzemeleri, arabalar falan filan hepsi bu grupta yer alırlar. İkinci grupta görünmeyen kaynaklar vardır. Bunlar markalar, patentler, faydalı modeller gibi kaynaklara karşılık gelir. Bu tür kaynaklar genellikle yasal koruma altındadır. Fikrî ve sınaî mülkiyet haklarıyla cisimleşirler. Üçüncü grup biraz daha karmaşık bir gruptur. Bunlar da gözle görülemezler, elle tutulamazlar. Üstelik yasalarca da korunamazlar. Bu gruba ‘kabiliyetler grubu’ denmelidir. Örneğin firma denen kutunun o güne kadar oluşturduğu iş bağlantıları, iş yapma usulleri, kutunun içindeki becerili insanların becerileri, bu insanların birbirleriyle ilişkileri, birbirlerine ne kadar güvendikleri, kutunun dışındakilerin kutuya ve kutuya hükmeden insanlara ne derece güvendikleri gibi bir yığın unsuru içinde barındırır bu grup.
<br />
<br /><br />
Firma denilen kutu elbette bir yerde durur. Kutunun bulunduğu yerin bir raf olduğunu düşünelim. O rafa ‘piyasa’ denir ve muhtemelen rafta birden fazla kutu bulunur. Rafın önünden müşteriler geçer. Bu geçiş esnasında her kutu görücüye çıkmış gibidir. Her kutu rafta öne geçmek ister. Bu çabaya ‘rekabet’ denir. Bazı kutular daha çok ilgi çeker. Bunlar ‘rekabetçi’ kutulardır. Öne geçebilen, ilgi çekebilen kutulara bu özelliklerini neyi verdiğini anlayabilmek için yapılması gereken bir kez daha kutunun içine bakmaktır. ‘Peki içinde ne var ki?’ diye sormaktır.
<br />
<br /><br />
Kutunun içindeki üç grup kaynağın tamamı rekabet gücü için gereklidir. Hangi grubun ne ölçüde gerekli olduğunu kutunun üzerinde durduğu rafın türü, yani ‘sektör’ belirler. Eğer kutu ağır sanayi rafında duruyorsa, birinci gruptaki gözle görülen elle tutulan kaynaklar hayatîdir. Yok eğer, kutu ilaç ve kimyasallar rafında ise ikinci grup önem kazanır. Fakat her durumda, rafın türünden bağımsız olarak üçüncü grup unsurlar emsalsiz bir yerdedir. Çünkü kutunun içinde her ne varsa, tüm bunları kullanışlı hâle getiren ve hatta çoğu durumda bunları inşa eden üçüncü gruptaki kaynaklardır. Dolayısıyla kutulara rekabet gücünü veren temel unsurun bir bakıma ‘kabiliyetler’ olduğunu söylemek fazla iddialı bulunmamalıdır. Kutunun kabiliyetleri bir bakıma kutunun içindeki ‘insanlar’ın kabiliyetleridir. O insanların ne bildikleri, nasıl örgütlendikleri, kendi aralarındaki ilişkiler, nasıl öğrendikleri hayatîdir. Eğer o insanlar kutudan çıkıp giderlerse geriye kalan kutuya ‘boş kutu’ bile denilebilir; içinde her ne kadar başka şeyler kalmış olsa bile. Ankara Sanayi Odası Başkanı Sayın Nurettin Özdebir’in 15 Mayıs 2014’teki TOSYÖV toplantısında yaptığı konuşmada söylediği gibi “Çalışanlar bir firmadan ayrıldıklarında geride sadece kullanılmış binalar, kullanılmış makinalar, kullanılmış büro malzemeleri kalır. Çalışan bir işletmeye değerini verenler işte o insanlardır”.
Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-23745995940397650902013-04-08T12:56:00.002-07:002013-04-08T12:56:18.121-07:00Küreselleşme ‘ekonomik kalkınmayı’ unutturdu mu?Küreselleşme kelimesi her an herkesin dilinde. Arama motoru Google’ın yardımıyla internette küreselleşme kelimesi arandığında 960 bin sayfada bu kelimenin kullanıldığı görülüyor. Kelimenin İngiliz İngilizcesiyle yazılan şekli globalisation arandığında çıkan sonuç sayısı 12,5 milyon. Kelime Amerikan İngilizcesindeki yazılışıyla (globalization) arandığında sonuç 46,5 milyon sayfa.
Peki ama dünya sıklıkla söylendiği gibi gittikçe küreselleşiyor mu? Bir başka ifadeyle, ülkeler arasındaki sınırlar – en azından – ekonomik ilişkiler anlamında hakikaten önemini yitiriyor mu? Didem Eryar Ünlü’nün haberinden bazı cümleler okuyalım: Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dan oluşan BRICS ülkelerinin son zirvede ortak bir kalkınma bankası kurmaya karar vermeleri uluslararası alanda büyük yankı buldu. Bu gelişmeyi kötü bir haber olarak niteleyen Fransız finans devi Coface, IMF ve Dünya Bankası’na alternatif oluşturacak bu girişimi, gelişen ekonomilerde korumacılığın yükselişi olarak değerlendirdi. Yükselen ekonomilerde korumacılık eğiliminin güçlendiğini savunan Coface uzmanlarına göre, bu ekonomiler bir yandan daha bağımsız bir büyüme gösterirken, bir yandan kendilerini dış etkenlerden koruma eğilimi taşıyorlar. Coface göstergesine göre Arjantin 180, Rusya 136 koruma önlemiyle ilk sıraları alırken, Türkiye en az koruma uygulayan ülkeler arasında bulunuyor. […] Bu arada gelişmiş ekonomiler korumacı önlemler açısından yükselen ekonomileri geride bırakıyorlar. Bu ülkelerde uygulanan önlem sayısı 90 ile 115 arasında değişiyor.” Bu haber tek başına bile küreselleşme kelimesini kimse dilinden düşürmediği hâlde durumun genellikle sanıldığı ya da söylendiği gibi olmadığını anlamak için yeterli görünüyor.
Şimdi bu resmin içine ‘kalkınma’ kavramını daha doğrusu ‘kalkınma sorununu’ koymaya çalışalım. İktisat öğrencilerine ekonomik kalkınmanın, ekonomik büyümeyle aynı şey olmadığı öğretilir. Elbette ekonomik kalkınma ekonomik büyümeyi gerekmekle birlikte, büyüme kalkınmayı garantilemez. Ekonomik kalkınma bir ekonominin niteliksek dönüşümünü gerektirir. Bu tür bir dönüşüm büyüme olmaksızın gerçekleşemez ama büyüme de her durumda niteliksek dönüşüm getirmez. Dolayısıyla kalkınma müdahale gerektiren bir süreçtir; kendiliğinden gerçekleşmez. Bugüne kadar dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir ülkesinde kendiliğinden yaşanan ve başarıya ulaşan bir kalkınma süreci tarihin herhangi bir döneminde görülmemiştir. Bugün azgelişmiş ülkelere ‘piyasanın serbest bırakılması yoluyla’ kalkınmanın zaman içinde kendiliğinden geleceğini vazeden sanayileşmiş ülkeler de bu sözüme dâhildir. Bu tür ülkelerin ekonomik kalkınma süreçleri kendi devletlerinin öncülüğünde sektörel tercihlerle, teşviklerle ve önlemler aşama aşama hayata geçirilmiştir.
Küreselleştiği iddia edilen bir dünyada ekonomik kalkınmanın azgelişmiş ülkeler için eskisinden çok daha zor olduğunu kabul etmek gerekiyor. Çünkü bugün bundan yetmiş yıl öncesinde dünya üzerinde bulunmayan türden ulusötesi örgütlenmeler vasıtasıyla, azgelişmiş ülkelerin kendi ekonomik politikalarını uygulayabilmeleri önünde ciddi kısıtlamalar var. Üstelik çokuluslu şirketler üzerinden farklı ülkelerin ekonomileri dünya ölçeğinde bir diğerine eklemlenmiş durumda. Böyle bir yapının içinde ‘kalkınmacı politikaların’ uygulanması eski dönemlere kıyasla elbette kolay değil. Fakat yine de ekonomik kalkınma önceliğinin hükümetlerin gündeminden düşmemesi gerekiyor. Üstelik yukarıdaki haber, etkileri dünya ölçeğinde açığa çıkan ekonomik krizin de bir sonucu olarak BRICS diye anılan güçlü azgelişmiş ülkelerin liderliğinde yeni bir dönemin başladığını gösteriyor. Bu anlamda Türkiye’de Kalkınma Bakanlığı adını taşıyan bir bakanlığın mevcudiyeti bile sevindirici.
Daha önce de belirttiğim gibi kalkınma sürecinin kendiliğinden ve sadece piyasanın işleyiş mekanizmalarına terkedilemeyeceği çok açık. Piyasa mantığı çoğu zaman yön belirleme yetisinden uzak ve kısa vadeli bir perspektifi getiriyor. Yaşanılan kriz dahi, bu perspektifin sakıncalarına işaret eden ipuçlarıyla dolu. Oysa kalkınmacı politikalar uzun vadeli stratejik bir perspektifi gerektiriyor. Ülkelerin üretim faktörü donanımları değiştirilemez bir nitelik taşımıyor. Uzun vadeli stratejik bir perspektifin gereği de zaten ‘faktör donanımının değiştirilmesi’ ihtiyacında belirginleşiyor. Başka bir ifadeyle eğer emeğin ucuz olduğu bir ülkeyseniz emek yoğun sektörleri kendiniz için tek seçenek olarak görmeniz, geleceğinizi heba etmekten başka bir şey değil. Bu aşama, daha önce de bu köşede yazdığım gibi ‘akıllı olmayı’ zorunlu kılıyor.
İşte Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika gibi ülkelerin yaptığı da bu zaten: Akıllı olmak. Kendi akıllarıyla hareket etmek. Kendilerine akıl verenlerin verdikleri akılların gerisinde yatan ‘hakiki’ niyetleri tahlil etmek. Fransız Coface’ın uzmanlarına göre BRICS ülkelerinin ortak bir kalkınma bankası kurmaya karar vermeleri kötü bir haber olabilir tabii ama o takdirde sorulması gereken ilk soru şu olmalı: Kimin için kötü?
Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-11708323454473004092013-04-08T12:55:00.002-07:002013-04-08T12:55:13.472-07:00Çinliler ‘yüzde 51’ şartına uymazken uyumamak21 Mart 2013 Perşembe günkü Dünya gazetesinin manşetteki haberi: “Çinliler ‘yüzde 51’ şartına uymuyor. – Ankara Metrosu ihalesini kazanan Çinli firma CSR’nin ilk teslim tarihine az bir süre kalmasına rağmen yüzde 51 yerli katkı şartına şimdiye kadar uymadığı belirlendi. Çinlilerin yerli firmaları yok saydığını vurgulayan Anadolu Raylı Ulaşım Sistemleri Kümelenmesi Başkanı Prof. Dr. Ziya Burhanettin Güvenç, bu zamana kadar sadece bir küme üyesiyle yalnızca bir kez görüşüldüğünü dile getirdi. […] OSTİM Başkanı Orhan Aydın da ‘yüzde 51’in sonuna kadar takipçisi olacaklarını kaydetti.”
Anlaşılan o ki Çinliler ‘yüzde 51’ şartına uymuyor ama OSTİM’deki sanayici de uyumuyor! Burhanettin Güvenç ve Orhan Aydın’ın Çinli firma CSR’ye verdikleri tepkinin diğer sanayici kuruluşları ve hatta işçi kuruluşları tarafından da sonuna kadar desteklenmesi gerekiyor. Peki niçin? Bu sorunun cevabını Cambridge Üniversitesi’nde çalışan Koreli iktisatçı Ha-Joon Chang’ın çevirmeni olduğum kitabı Sanayileşmenin Gizli Tarihi içinden birkaç paragrafı okuyarak vermeye çalışalım.
***
“[Robinson Crusoe ve Moll Flanders gibi ünlü romanların da yazarı olan Daniel Defoe 1728’de yayınlanan İngiliz Ticaretinin Bir Planı adlı kitabında (bundan böyle kısaca ‘Bir Plan’ olarak anılacaktır.)] […] VII. Henry ve I. Elizabeth tarafından korumacılığın, sübvansiyonların, tekel haklarının dağıtımının, devlet destekli sınaî casusluğun ve devlet müdahalesinin diğer araçlarının; dönemin Avrupa’sında bilinen en yüksek teknolojiye sahip olan İngiliz yünlü kumaş endüstrisini geliştirmek için nasıl kullanıldığını anlatır. Tudor devrine kadar İngiltere, ithalatını finanse edebilmek için ham yün ihracatına dayanan, nisbeten geri kalmış bir ekonomiydi. Yünlü kumaş imalât sanayii Alçak Ülkeler’de (bugünkü Belçika ve Hollanda), özellikle de Flaman kentleri Bruges, Ghent ve Ypres’de yoğunlaşmıştı. İngiltere ham yünü ihraç ediyor ve makul bir kâr elde ediyordu. Fakat yünü elbiselere nasıl dönüştüreceklerini bilen diğer ülkeler çok daha büyük kârlar elde ediyorlardı. Bu başkalarının yapamadığı zor işleri yapabilenlerin daha çok kâr edebileceği bir rekabet yasasıydı ve VII. Henry’nin 15’inci yüzyılın sonunda değiştirmek istediği bir durumdu.
“Defoe’ye göre, VII Henry yünlü kumaş imalâtına uygun yerlerin belirlenmesi için kraliyet memurlarını gönderdi. Kendisinden önceki kral III. Edward gibi Alçak Ülkeler’den beceri sahibi işçileri kaçırttı. VII. Henry ham maddenin yurt içinde ilâve işleme tâbi tutulmasını özendirmek için ham yün ihracatı üzerindeki vergiyi de yükseltti ve hatta geçici olarak ihracını yasakladı. 1489’da ilâve işlemeyi yurt içinde özendirmek için üretimi tamamlanmamış giyim eşyasının ihracını da yasakladı. Oğlu VIII. Henry aynı politikayı sürdürdü ve tamamlanmamış giyim eşyasının ihracını 1512’de, 1513’te ve 1536’da yasakladı.
“Defoe’nin vurguladığı gibi VII. Henry’nin İngiliz imalâtçılarının Alçak Ülkeler’deki ileri rakiplerini nasıl hızla yakalayabilecekleri gibi kuruntuları yoktu. Kral, İngiliz sanayii işlenmesi gereken yünün miktarıyla baş edilebilecek ölçüde geliştiğinde, sadece ham yün üzerindeki vergileri artırdı. Henry daha sonra, İngiltere’nin ürettiği tüm yünü işleme kapasitesine sahip olmadığı açığa çıkınca koyduğu yasağı hızla geri çekti. Hakikâten, Bir Plan’a göre I. Elizabeth’in hükümdarlığının ortasına, 1578’e kadar; VII. Henry’nin 1489’da ‘ithal ikâmeci endüstrileşme’ politikasını başlatmasından yaklaşık 100 yıl sonra İngiltere, ham yün ihracını tamamıyla yasaklamaya yetecek büyüklükte üretim kapasitesine sahip oldu. Bununla birlikte, ihracat yasağının birkez konmasıyla Alçak Ülkeler’de hammaddeden yoksun kalan rakip imalâtçılar felâkete sürüklendiler.
“VII. Henry tarafından uygulamaya sokulan ve kendisini izleyenler tarafından sürdürülen politikalar olmaksızın – bütünüyle imkânsız olmasa bile – İngiltere’nin bir hammadde ihracatçısından, Avrupa’nın o zamanki ölçülerinde, yüksek teknolojiye dayanan bir sınaî merkeze dönüşmesi çok zor olacaktı. Bu, sanayi devrimini besleyen çok büyük hammadde ve gıda ithalatını finanse eden ihracat kazançlarının büyük bölümünü sağladı. Bir Plan, kapitalizmin temel söylencesi olan, ‘İngiltere başarılı olmuştur çünkü diğer ülkelerden önce refaha giden doğru yolu – yani serbest piyasayı ve serbest ticareti – bulmuştur’ söylencesini paramparça etmiştir.
“İktisat hocaları tarafından genellikle ‘rasyonel iktisadî adamın’ katıksız örneği olarak kullanılan Daniel Defoe’nin kurmaca kahramanı Robinson Crusoe, neoliberal serbest piyasacı iktisadın kahramanıdır. Bu iktisatçılar, Crusoe’nun yalnız yaşamasına rağmen her zaman ‘iktisadî’ kararlar vermek zorunda olduğunu ileri sürerler. Crusoe maddi tüketim ve boş zaman isteğini tatmin etmek için ne kadar çalışacağına karar vermek zorundadır. Rasyonel bir adam olarak amacına erişmek için kesinlikle asgari ölçüde çalışır. Varsayalım, Crusoe daha sonra yakın bir adada tek başına yaşayan başka bir adamla karşılaşsın. Bu iki adam birbirleriyle nasıl ticaret yapacaklardır? Serbest ticaret teorisi diyor ki bir piyasanın işe dâhil edilmesi, Crusoe’nun durumunun doğasını temelden değiştirmeyecektir. Hayat büyük ölçüde Crusoe’nun kendi ürünü ve komşusununki arasında bir değişim oranı belirlemeye ihtiyaç duymasına dair ilâve husus dışında eskisi gibi sürer. Rasyonel bir adam olarak Crusoe doğru kararlar vermeyi sürdürecektir. Serbest piyasacı iktisatçılara göre, bunun böyle olması tam olarak bizim serbest piyasaların işlemesinde Crusoe’ya benzememiz sebebiyledir.
“Defoe’nin Plan’ının delillerle desteklediği iktisat bilimi türü Robinson Crusoe iktisadının tam tersidir. Bir Plan’da Defoe İngiliz yünlü kumaş imalâtını geliştiren şeyin serbest piyasa değil, devlet korumacılığı ve sübvansiyonlar olduğunu açıkça ortaya koyar. Ülkesinin etkin bir ham yün üreticisi olduğu ve böyle kalması gerektiğine dair piyasadan gelen sinyallere karşı çıkarak, VII. Henry bu tür hoşa gitmeyen gerçekleri kasten çarpıtmıştır. Böylelikle, İngiltere’yi nihayetinde önde gelen bir endüstriyel ülkeye dönüştüren süreci başlatmıştır. İktisadî kalkınma günlük yaşayan Robinson Crusoe gibi kişilerden daha ziyâde VII. Henry gibi geleceği inşa eden kişileri gerektirir.”
***
Uzun lafın kısası: Yerli sanayii geliştirmek sözde ‘serbest piyasa’ yoluyla ‘kendiliğinden’ olacak iş değil. Bunun tarihteki yüzlerce örneğinden sonra, bizzat bugünün Çin’i tarafından izlenen politikalar tarafından bir kez daha önümüze konduğu tartışmasız bir gerçek. O halde Ankara Metrosu örneğindeki ‘yüzde 51’ şartının yerine getirilmesi sadece bu proje kapsamında değil, Türk sanayiinin geleceğinin şekillendirilmesi yönünde bir politika tercihinin belirginleştirilmesi bakımından büyük önem taşıyor. Dolayısıyla hem Türk sanayicilerin hem de hükümet ve bürokrasinin bu konuda ortak hareket etmesi gerekiyor; ki sadece Çinli CSR’ye değil tüm dünyaya ‘uyumadığımızı’ gösterebilelim.
Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-36788074282242685912013-03-08T12:02:00.001-08:002013-03-08T12:02:01.275-08:00Güven değer yaratır mı?Bankacılık konusunda ders verirken öğrencilerime ya da dinleyicilerime ilk sorduğum soru şudur: “Bankacılık ne işidir?” Cevaplar neredeyse her zaman “Bankacılığın para işi olduğu” yönündedir. Bu cevabı yanlış saymasam da doğru cevap saymam. Bu defa dinleyiciler sorarlar: “O halde bankacılık ne işidir?” diye. Bunun üzerine kendilerine “Bankacılık bilgi işidir. Kredibilite bilgisi işidir. Kredibilitenin tahlili işidir. Çünkü bankacılık güven işidir” derim. Arkasından da kendilerine ‘güven’ kavramının ne kadar önemli olduğunu; Latince’de ‘cred’ kelimesinin ‘güven’ anlamına geldiğini, bugün pek çok başka dilde olduğu gibi Türkçe’de de kullanılan ‘kredi’ ve ‘kredibilite’ kelimelerinin ‘cred’ kelimesine dayandığını anlatırım.
Kısacası ‘güven’ çok önemli bir kavramdır. Sadece bankacılıkta değil ticaretin her alanında çok büyük önem taşır. Üstelik bununla da sınırlı değildir güvenin önemi. Güven insanlar arası akla gelebilecek her türlü ilişkide emsalsiz bir öneme sahiptir. En kısa ve yalın tabirle güven ‘sözünü tutmaktır’. Bugün ekonomik sistemin işleyişinde ‘para’ diye bildiğimiz araç da ‘senet’ diye bildiğimiz araç da ve bunların benzerleri de işin özüne inildiğinde ‘söz vermekten’ başka bir şey değildir aslında. Dolayısıyla yazının başlığına dönersek eğer: Evet, güven değer yaratır! Güvensizlik ise potansiyel değer yaratma imkanlarını bitirir.
Fransis Fukuyama geçtiğimiz dönemde “tarihin sonuna gelindiğini” ileri süren Japon asıllı bir Amerikalı akademisyendir. Bu düşüncesine katılmamakla birlikte Fukuyama’nın güven kavramı üzerindeki ilginç düşüncelerinin benim bu alandaki düşüncelerimin şekillenmesinde etkisi olduğunu inkâr edemem. Fukuyama toplumları ‘güven toplumları’ ve ‘güven toplumu olmayanlar’ gibi iki kaba grupta tasnif ediyor. Ona göre daha ziyade Kuzeyli toplumlar, örneğin Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ile Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi anadili İngilizce olan diğer Anglosakson ülkeleri ve Almanya, Hollanda ile İskandinav ülkeleri gibi ülkeler ‘güven toplumları’ grubuna dâhillerken; Fransa, İtalya, İspanya gibi Akdeniz havzası ülkeleriyle Uzak Doğu ülkeleri ‘güven toplumu olmayanlar’ grubuna dâhiller.
Fukuyama bu savını ispatlamak için bu ülkelerdeki sermaye birikim süreçlerini örnek gösteriyor ve güven toplumlarında çok ortaklı sermaye şirketlerinin çok eski tarihlerde kurulabildiğini, bu ülkelerde sermaye piyasalarının çok eski tarihlerden bu yana büyük gelişme gösterdiğini; buna karşılık karşı gruptaki ülkelerde büyük şirketlerin ya devlet eliyle kurulduğunu ya da büyük aile şirketleri biçiminde örgütlendiklerini ileri sürüyor. Örnek doğru mu? Her ne kadar ilk bakışta bütünüyle doğru görünse de bu tartışmalı bir konu tabii. Türkiye’nin durumu da Fukuyama tarafından özellikle ele alınmış olmasa da bu yaklaşıma paralel görünüyor. Ülkenin en büyük şirketleri ya zamanında devlet eliyle kurulmuş KİT (kamu iktisadi teşebbüsü veya teşekkülü) olarak hayatına başlamış kuruluşlar ya da aile şirketleri. Konunun örneklenmesine ilişkin olan bu yanı başka tartışmaları gerektirse de sanırım belirgin olan şu ki Türk toplumunu oluşturan bireyler birbirlerine yeterince güvenmiyorlar ya da güven vermiyorlar.
Bu durumu kavramak için sadece ticari konular çevresinde dolanıp durmaya da gerek yok üstelik. Gündelik hayatımızın sağlayabileceği o kadar çok örnek var ki siz bu satırları okurken aklınıza onlarcasının geldiğini tahmin etmem zor değil. Trafikte araba kullanırken niçin bu kadar sinirleniyoruz sizce? Bizim kadar korna çalan kaç toplum var acaba – en azından sanayileşmiş Batı ülkelerinde? Bankalarda ve benzeri diğer kurum ve kuruluşlarda ‘kuyruk-matik’ de diyebileceğimiz ‘sıra numarası alma’ makinelerinin kullanımına kadar yaşananları hatırlar mısınız? Daha sıradan örnekleri dillendirmeme sanırım gerek kalmadı artık.
Anlaşılan o ki biz maalesef bir güven toplumu değiliz ve bunun en büyük sakıncası da ‘organize’ olamamak biçiminde belirginleşiyor. İnsan toplumu değer yaratırken organize olmak zorunda. Dolayısıyla karşınızdakine güvenebilmeniz daha büyük değer yaratabilmeniz bakımından önem taşıyor. Biliyorum; bütün toplumlarda hakimler, avukatlar ve mahkemeler var. Eğer tüm insanlar sözlerini tutsalardı bu meslek gruplarına bu ölçüde ihtiyaç duyulmazdı. Zannediyorum bizde mahkemelere duyulan ihtiyaç – diyelim – sanayileşmiş Batılı ülkelerdekinden daha fazla. Bu süreçlerde harcanan zaman, yaratılamayan değer daha fazla.
Bu kapsamda anayasa konusu da belki akla gelmesi gereken hususlardan. Malum; bizde anayasa tartışması hiç bitmemiştir. Oysa hep söylenir ya İngiltere’nin yazılı bir anayasası yoktur bile. Yaklaşık altı yıl yaşadığım İngiltere’de anayasa konusunun tartışıldığını hiç duymadım. Bizim sadece bu tartışmalar esnasında kaybettiğimiz zaman ve enerjinin boyutları üzerinde düşünmeyi size bırakıyorum.
Ya da ‘Gözü dönüp eşini öldüren adam’ tiplemesinin bizim ülkemizde olduğu kadar; üstelik bu çağda, artık ‘tipik’ sayılabilecek bir düzeye eriştiği kaç medeni ülke var acaba? Bu adamlardaki güvensizlik kime peki? Eşlerine mi yoksa kendilerine mi? Bu da ayrı bir yazı konusu olabilir sanırım.
Sadede gelelim: Güven değer yaratır! Hem de çok. Ve güven ‘ahlaka’ dayanır!
Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-41434013176077839952013-03-08T11:59:00.001-08:002013-03-08T11:59:32.626-08:00Nasıl zengin oluruz?Ne istiyoruz? Zenginleşmek istiyoruz. Yeni teknolojilerin yardımıyla artan refahtan daha fazla pay almak istiyoruz. Dünyanın farklı kategorilere ayrılan ülke grupları arasında zengin ülkeler grubunda yer almak istiyoruz. Bundan daha doğal bir şey olmasına da imkân yok. Elin ‘gavuru’ bu kadar zengin, bu kadar güçlü bu kadar hâkimken kendi bulunduğumuz yeri beğenmiyor; çoğunlukla eski günlerimizi iç geçirerek yâd ediyoruz. Demek ki zenginleşmek kadar güçlenmek de istiyoruz. Biliyoruz ki zenginlik ve güç bir arada geliyor. Biliyoruz ki zenginler daha güçlüler.
İki kıta arasındaki geçiş noktasında bulunan ve binlerce yıldır onlarca kavmin göçüne sahne olmuş, kendi döneminde buralardan haberdar herkesin ilgisi çekmiş ve çekmekte olan bu bereketli topraklar böylesine iştah kabartırken ve sürekli birilerinin kavga çıkarmak için fırsat kolladığı bir ortamda ne yaparız da zengin oluruz?
Bütün bunları düşündükçe aklıma gelen ilk şey akıllı olmak gerektiği. Akıllı olmalıyız ve aklımızı doğru yerde kullanmalıyız. Bu devirde her devirde olduğu gibi bilginin para ettiği aşikâr. Bilginin ‘değer’ olduğunu, değeri insanın yarattığını biliyoruz. Değer yaratanın insan oluşu gibi ‘sorun’ yaratanın da insan olduğunu biliyoruz. Çoğu zaman yaşlanan Avrupa’nın yanı başındaki ülkemizde genç nüfusumuzla övünüyoruz. Sanki gençlik iyi beslenmedikçe, iyi eğitilmedikçe, değer üretmeye hazır hâle getirilmedikçe kendiliğinden kendi geleceğini inşa edebilirmiş gibi.
Akıllı olmalıyız: Türk ulusunun binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan onlarca halkın kültürel mirasına sahip olduğu gerçeğinden hareketle, barışın huzur ve zenginlik için ne kadar hayati olduğunu hiç unutmamalıyız.
Akıllı olmalıyız: İyi yetişmiş insanların değer üreteceğini, zenginlik yaratacağını hep hatırda tutmalı; elimizdeki en büyük kaynak olan insan kaynağını yüksek niteliklerle donatarak gerçek bir kaynak hâline getirmenin seçeneksiz olduğunu iyi anlamalıyız.
Akıllı olmalıyız: Tarihi iyi okumalı, anlamalı, okutmalı, anlatmalıyız. Hangi ülkelerin nasıl zengin olduklarını onların bize söylediklerine şüpheyle yaklaşarak yeniden araştırmalıyız.
Akıllı olmalıyız: Bugünün dünyasında – her zaman da olduğu gibi zaten – daha büyük değer yaratan yetenekli insanların dünyanın belli bölgelerinde, belli kentlerinde toplandıklarını görmeliyiz. Bazılarının “yaratıcı sınıf” sıfatıyla tanımladıkları bu insanların niçin oralarda toplandıklarını; yaşamak için niçin o kentleri ya da ülkeleri tercih ettiklerini anlamalıyız. Sonra da kendimize şu soruyu sormalıyız: Aralarında Türkiye’nin bulunduğu bazı ülkeler o ülkelere ya da kentlere en iyi yetişmiş insanlarını neden kaptırıyorlar? Beyin göçü denilen olgu niçin bizim aleyhimize işliyor? Yetenekli insanları ya da bir başka tabirle ‘yaratıcı sınıfı’ çekmek için biz neler yapabiliriz?
Akıllı olmalıyız: “En hakiki mürşitin ilim ve fen olduğunu” hep akılda tutmalı ve ‘acaba Atatürk neden böyle söylemiş’ diye düşünmeliyiz.
Akıllı olmalıyız: Aptalca sorulara zekice cevaplar üretmeye çalışmak yerine zekice sorular sormalı; aptalca sorularla ve aptalca cevaplarla zaman kaybetmemeliyiz.
Akıllı olmalıyız: Elimizde ne var ne yok bilmeliyiz. Topraklarımızın altında ve üstünde değer ve refah yaratabilecek ne varsa bilmeliyiz ve bunları kullanmak konusunda çok hassas olmalıyız.
Akıllı olmalıyız: Zenginlik ve refah üretirken en kıt bulunan şeyin (‘üretim faktörü’ demeli belki) ‘iyi yönetim’ olduğunu hep akılda tutmalıyız. İyi yöneticiler aramalıyız. İyi yöneticiler yetiştirmeliyiz. İyi yöneticilerle çalışmalıyız. Doğru kararların sağlayabileceği yararlar ile yanlış kararların verebileceği zararları gözden geçirmeli; yanlış kararların getireceği en büyük kaybın telafisi imkânsız olan zaman kaybı olacağını asla unutmamalıyız. Kısacası, kötü yönetimin maliyetinin çok ağır olacağını hep hatırlamalıyız.
Akıllı olmalıyız: Eleştirel düşünmeliyiz. Sorgulamalıyız. Dünyanın zengin ülkelerini örnek almalı; onların nasıl zenginleştiklerini sorgulamalı; hatalarından ders almalı, tecrübelerinden yararlanmalıyız.
Zengin olmak için, daha iyi yaşamak için, huzur için, barış için sadece akıllı olmalıyız!
Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-21054886950864513162013-03-08T11:56:00.000-08:002017-12-28T12:30:47.503-08:00Yeniden ‘Ulusal İhracat Kredi Kurumları’Küresel ekonomik kriz hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin gayri safi milli hasılalarında belirgin düşüşlere yol açmış; buna bağlı olarak uluslararası ticaret hacmi belirgin biçimde daralmıştır. Bu durumun en önemli sebebi kriz koşulları sebebiyle küresel talepteki daralmadır. Bu noktada talebin alım gücü ile beslenmesi ve ticaretin finansmanı konusu gündeme girmektedir. Finansal krizi tetikleyen banka ve diğer finansal kuruluşlarının iflaslarının yarattığı güven bunalımı uluslararası ticaretin finansmanında kullanılan kaynakları kısıtlamıştır.
Kriz dönemlerinde uluslararası ticaretin finansmanı zorlaşmaktadır. Bunun en önemli sebebi, krizin kredi riskindeki artış algısını güçlendirmesi ve ticaretin tarafları arasındaki güven ilişkisinin tesisini ya da sürdürülmesini zorlaştırmasıdır. Bu çerçevede kriz dönemlerinde ticari işlemlerin finansmanı daha kısıtlı olmakta ve ayrıca finansman maliyeti – artan risk sebebiyle – ciddi ölçüde yükselmektedir. Finansman maliyetlerindeki yükseliş; ekonomik faaliyetlerin tüm taraflarında temerrüt riskinin (borç yükümlüklerinin zamanında ve tam olarak yerine getirilememesi) arttığı yönündeki algı değişikliğine, borçlanma süreçlerinde kullanılan teminat unsurlarının fiyatlarındaki ciddî düşüşlere ve bu hususlarla bağlantılı olarak bankaların ve diğer finansal kuruluşların finansman maliyetlerinin yükselmesine dayanmaktadır. Ayrıca, başta ABD ve AB’nin önde gelen ülkelerinden başlayarak pek çok ülkede zor duruma düşen bankaların kamu kaynakları kullanılarak kurtarılması, uluslararası ticaretin finansmanında kullanılan kaynakların daralmasının ve ticaret finansmanının pahalılaşarak zorlaşmasının bir başka etkenidir. Bilindiği gibi likidite daralması (finansman kaynaklarının azalması) faiz oranlarını yükseltmekte ve finansman maliyetini artırmaktadır. Faiz hadlerindeki genel yükşeliş uluslararası ticaretten kaynaklanan alacakların finansmanının da pahalılanmasıyla sonuçlanmaktadır.
Risk algısındaki negatif değişme bankaların firmalara kredi kullandırırken seçiciliğini artırmıştır. Kaldı ki küresel kriz bankalar arasındaki kredilendirme işlemlerinde dahi bir güven bunalımı yaratmıştır. Güçlenen güvensizlik ve faiz hadlerindeki genel yükseliş uluslararası ticarette satıcı firmaların vadeli (kredili) satışlarda daha çekingen davranmalarına ve daha yüksek oranlarda vade farkı istemelerine sebep olmaktadır. Dolayısıyla, güven bunalımı sadece finansal kurumların (bankaların) birbirlerini kredilendirirken ya da firmaları kredilendirirken çekingen davranmalarıyla sonuçlanmamakta; bunlara ek olarak, vadeli ticarette reel sektör firmaları da birbirlerini kredilendirmekte çekingenleşmekte ve satışlarını peşin ödeme veya akreditif gibi yöntemlere dayandırmaya temayül etmektedirler. Bu davranış tarzı temerrüt tecrübelerinin sıklaştığı dönemlerde doğal olarak özellikle yaygınlaşmaktadır. Sonuçta uluslararası ticaretin zorlaşması sonraki aşamada, kendileri doğrudan ihracat ya da ithalat yapmayan firmaların faaliyetlerini dahi daraltıcı etkiler yaratmakta ve finansal krizler kendi kendini besleyen döngüsel süreçleri başlatmaktadır. Kısacası, dünya ticaretindeki daralma şarşırtıcı değildir ve bu durumun en önemli sebeplerinden biri uluslararası ticaretin finansmanındaki daralmadır.
Öte yandan, uluslararası tedarik zincirlerinin geçmişe kıyasla çok büyük ağırlık kazanması uluslararası ticaretin kesintisiz işleyebilmesi bakımında ticaretin finansmanın önemini de artırmıştır. Üretim sistemlerinin geldiği aşamada, her ölçekteki firma ihracatçı ya da ithalatçı konumunda başka ülkelerdeki firmalarla ilişki içindedir. Örneğin Türkiye’nin ithalatının çok önemli bir kısmının aramal ya da yatırım malı ithalatından kaynaklanmaktadır ve ülkenin ihracatı ancak bu malların ithalatı ile sürdürülebilmektedir.
Eğer ihracatçılar ve ithalatçılar güvensizlik veya alım gücü yetersizliği gibi sebeplerle birbirleriyle ticaret yapmıyor ya da yapamıyorlarsa uluslararası ticaretin artması beklenemez. Benzer şekilde bankalar, risk algılarındaki güçlenme sebebiyle kredi vermekte isteksiz davranıyorlarsa, borç verilebilecek fonların bollaştırılması dahi toplam kredi tutarını arttıramayacak ve ticaret hacmini genişletemeyecektir. Bununla birlikte, ticaretin finansmanında esas sorunun sadece finansman bulmaktan öte ‘katlanılabilir’ maliyet düzeylerinde finansman bulmak olduğu vurgulanmalıdır. Dolayısıyla, sadece ticaretin finansmanı için ihtiyaç duyulan fonların miktarına odaklanan bir yaklaşımın da başarı şansı düşüktür.
Yukarıda özetlenen şartlar altında küresel kriz, devlet müdahalesinin ve bütçe kaynaklarının kullanımı yoluyla piyasalarda ‘alım gücü yaratılmasının’ özellikle daralma dönemlerinde ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gündeme getirmiştir. Ekonomik krizin etkileri altında ulusal ekonomilere devlet müdahalesinin arttığı görülmektedir ve krizin sonlanmasından sonra da çeşitli ülkelerde ulusal düzeyde daha müdahaleci ekonomi politikalarının izlenmesi beklenmektedir. Küresel krizle birlikte ekonomik milliyetçilik görece yükselmiştir ve bu durumun kriz sonrasında da etkilerini sürdürmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Sanayileşmiş ülkelerdeki özel sermayeli finansal kuruluşların yaşadıkları olumsuz tecrübeler (örneğin iflaslar ya da kamusal kaynaklarla iflasların engellenmesi), uluslararası ticaretin finansmanında kamusal sermayeli finansal kuruluşların özellikle de resmi ihracat kredi kurumlarının önemini arttırmaktadır. Bu kurumların geleneksel rolü yukarıda özetlenen sıkıntıların aşılmasına katkı sağlamak bakımından ticareti ve doğrudan dış yatırımları desteklemek ve kolaylaştırmaktır. Başka bir ifadeyle, ticaret ve finansmanda güven sorununun aşılması, ticareti daraltan ve buna bağlı olarak ekonomiyi küçülten etkilerin sınırlandırılabilmesi bakımında resmi ihracat kredi kurumları ‘yeniden’ büyük önem kazanmışlardır. Bu doğrultuda, piyasalardaki güvensizliği gidermek bakımından kamusal otoritelerin direktifleriyle resmi ihracat kredi kurumları aracılığıyla ihracat kredi sigortası ve doğrudan dış yatırım sigortası başta olma üzere, çeşitli kredi, garanti ve sigorta programlarının kullanımının yaygınlaştırılması gerekli görülmektedir.
İhracat kredi kurumları dünyada ilk kez Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen ekonomik çöküş döneminde Avrupa ülkelerinde ortaya çıkmışlardır. Dünyadaki ilk ihracat kredi kurumu İngiltere’de 1919’da kurulan ECGD’dir (Export Credit Guarantee Department). Bu kurumların amacı başlangıçtan beri kendi ülkelerinde yerleşik firmaların ihracatlarını ya da doğrudan dış yatırımlarını desteklemektir. Böylelikle kendi ülkelerinin dış ticaret ve cari işlemler dengelerine katkı sağlamış olmaktadırlar. Bu kuruluşlar esas itibarıyla, kendi faaliyet alanlarındaki piyasa aksaklıklarını gidermeyi hedeflemektedirler. Burada ‘piyasa aksaklığı’ kavramıyla, üstlenilmesi gereken riskin çok yüksek olması veya iş hacminin çok küçük olması sebebiyle özel sektör firmalarının girmekten kaçındıkları sigortalama veya kredilendirme işlemlerininin normal piyasa koşulları altında – kolaylıkla – yapılamamasına işaret edilmektedir. Dolayısıyla, resmi ihracat kredi kurumları ilk ortaya çıktıkları dönemden bu yana kendi faaliyet alanlarındaki özel sektör firmalarına rakip rolünü değil de tersine bu firmaların açıkta bıraktıkları faaliyet aralıklarını tamamlayan kuruluşlar rolünü benimsemişlerdir. Bu kurumların temel amacı piyasa koşullarında faaliyet gösteren özel sektör kontrolündeki finansal kuruluşların giremediği ölçüde riskli işlemlerini yapılabilmesini sağlayarak, kendi ülkelerinin ihracatını ve doğrudan dış yatırımlarını desteklemek yoluyla ülkelerinin dış ticaret ve genel olarak ödemeler dengesine katkı sağlamaktır.
İhracat kredi kurumları kendi ülkelerinin ihracatını ve dış yatırımlarını kendi ülkelerinin firmaların lehine kredi, garanti ve sigorta imkânları sunarak desteklerler. Farklı yapılarda örgütlenen ihracat kredi kurumlarından bazıları sadece sigorta ve garanti gibi gayrinakdî finansman araçlarına yoğunlaşmakta bazıları ise Eximbanklar biçiminde örgütlenerek nakdî ve gayrinakdî enstrümanları birlikte kullanırlar. Bu işlemlerde kullanılacak finansal kaynaklar da hem kendi ülkelerinin devlet bütçesinden hem de piyasa koşullarında yerli ya da yabancı kaynaklardan borçlanmak suretiyle temin edilirler. Fakat bu kurumların sağladıkları hizmetlerin özünde doğrudan doğruya finansman kaynağı olmanın ötesinde bir ‘enformasyon kaynağı’ olmaları bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle bu kurumlar ihracatçılar, yatırımcılara ve dış ticaret ya da yatırım faaliyetlerine finansman sağlayan bankalara yurt dışındaki alıcılara ya da borçlulara ilişkin enformasyon ve teknik destek de sağlarlar. Kısacası ihracat kredi kurumları üstlendikleri fonksiyonun esası dikkate alındığında dış ticaret ve dış yatırımlarla bağlantılı olarak maruz kalınan kısa, orta ve uzun vadeli risklerin en iyi biçimde yönetimine katkı sağlarlar; en azından kendilerinden beklenen temel işlev budur.
Yukarıda da ifade ettiğim gibi küresel kriz, devlet müdahalesinin ve bütçe kaynaklarının kullanımı yoluyla piyasalarda ‘alım gücü yaratılmasının’ ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gündeme getirmiştir. Ayrıca bu dönemde ‘kredi riskinin yönetimi’ ‘eski güzel günlerde’ olduğundan çok daha güç hâle gelmiştir. Dolayısıyla bu şartlar altında, uluslararası ticaretin finansmanında kamusal sermayeli resmi ihracat kredi kurumlarının önemli rolü yeniden belirginleşmektedir.
Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-8697200482870382792012-02-14T13:58:00.004-08:002021-01-19T06:20:48.212-08:00Sanayileşmenin Gizli Tarihi<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgsrLW-10GmMykFL0b1CeA0WUPXmXGdopDdNG-klaLrn__vbc_20_Y9IYkSyNFlTi-jb4PfaTHh-LXa0dL8vY3Df-ObTV-Q8TABYvLzwT2kppdQzqUz_-xSkotQHxFlgBqyojWCXKYp8923/s1600/sanayilesme-kapak.jpg"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5709116080262256322" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgsrLW-10GmMykFL0b1CeA0WUPXmXGdopDdNG-klaLrn__vbc_20_Y9IYkSyNFlTi-jb4PfaTHh-LXa0dL8vY3Df-ObTV-Q8TABYvLzwT2kppdQzqUz_-xSkotQHxFlgBqyojWCXKYp8923/s400/sanayilesme-kapak.jpg" style="cursor: pointer; float: left; height: 400px; margin: 0px 10px 10px 0px; width: 266px;" /></a>
Dünya ekonomisi, tarihi bir kırılma döneminden geçiyor. Sanayileşmiş ülkeler belki de daha önce benzeri görülmemiş bir sarsıntı içinde kendi çıkış yollarını bulmaya çalışırlarken, konuyla ilgilenenlerin tümü için iktisat tarihi okumak son derece faydalı olabilir. İktisat tarihi sadece iktisat öğrencilerini değil ekonomik sistemin işleyişinde rolü olan herkesi; elbette iş adamlarını ve profesyonel yöneticileri de yakından ilgilendiriyor. En azından, ilgilendirmeli! İlgilendirmeli çünkü, iktisat tarihinin karanlık dehlizlerinde bugüne ışık tutabilecek ve yarın için gerçekçi bir vizyon oluşturulmasına katkı sağlayabilecek yığınla ders var.
Türkiye bir yandan küresel krizin etkilerini asgariye indirebilmek için gayret gösterirken, bir yandan da sonraki aşamada öne geçebilmek, atılım yapabilmek için ne yapabileceğini tartışıyor. Örneğin, yerli otomobil veya girdi tedarik sistemi projeleri bunlardan ilk akla gelen ikisi. Girdi temininde dışa bağımlılığın aşılması, kronikleşen cari açık sorunun çözümü için şart. Yerli otomobil üretimi ise bir bakıma Türkiye ekonomisindeki yapısal dönüşüm kaygısının sembolü olarak kamuoyunun gündeminde. İşte bütün bu konular ele alınırken başkalarının tecrübelerinden yararlanmak hayatiyet kazanıyor. Pekâlâ, başkalarının tecrübelerine dair bilmemiz gereken nedir o hâlde? Bu önemli soruya cevap arayan başkaları da var. Örneğin, <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Ha-Joon_Chang">Cambridge Üniversitesi Ekonomi Fakültesi’nden Koreli kalkınma iktisatçısı Doçent Dr. Ha-Joon Chang</a>.
<a href="http://www.hajoonchang.net/">Ha-Joon Chang</a> son yirmi beş yılını sanayileşme, kalkınma ve küreselleşme konuları üzerinde ders vererek ve yazarak harcamış bir akademisyen. Bu konular üzerinde düzinelerce makalesi ve on üç kitabı bulunan <a href="http://www.hajoonchang.net/">Dr. Chang</a>’ı uzun bir süredir şahsen tanıyorum. <a href="http://serbestsiyasa.com/?p=2330">Ha-Joon</a>’un yıllar önce İngilizce aslını okuduğum orijinal adı <a href="http://www.amazon.com/Bad-Samaritans-Secret-History-Capitalism/dp/1596913991">Bad Samaritans</a>, yani ‘Kötü Samiriyeliler’ olan kitabı, sanayileşerek kalkınmak isteyen gelişmekte olan ülkeler için ufuk açıcı nitelikte. Bu kitabı İngilizce aslına erişimi olmayanların da okuyabilmesi için – yığınla meşguliyetimin arasında – Sanayileşmenin Gizli Tarihi adı altında Türkçe’ye çevirdim. Çeviri Epos Yayınları tarafından yayınladı. Sanayileşmenin Gizli Tarihi’ni sanayicilerin, özellikle de <a href="http://www.ostim.org.tr/">OSTİM</a>’deki gibi son derece sınırlı kaynaklarına rağmen çok büyük işleri başarma azmine sahip küçük ve orta ölçekli işletmelerin başındaki girişimcilerin ve yöneticilerin mutlaka okumaları gerektiğini düşünüyorum.
Chang kitabında, kendi tabiriyle Kötü Samiriyeliler’in, yani zengin Batılı ülkelerin ve Güney Doğu Asya’dan Japonya, Singapur, Hong Kong ile Kore’nin nasıl sanayileştiklerini bütün cepheleriyle ortaya koyuyor. Hem de bu konuda doğru olmadığı hâlde doğruymuşcasına ve sıklıkla tekrarlanan hususları tüm çıplaklığıyla deşifre ederek. Bunu yaparken öylesine çarpıcı ve ikna edici argümanlar ileri sürüyor ki okuyucu ‘safsata’nın nasıl ‘gerçek’mişçesine sunulduğunu gördüğünde hayrete düşüyor. Kitap özellikle devletin ekonomideki rolünün yeniden sorgulanması için çok yararlı örnekler sunuyor. Örneğin, Türkiye’de yerli bir otomobil üretimi tartışılırken Japonya’nın Toyota ve Kore’nin Hyundai konusundaki tecrübeleri son derece öğretici. Toyota’nın, Hyundai’nin veya Nokia’nın adlarının anıldığı paragraflarda zengin ülkeler grubuna geç katılan ülkelerin sanayileşmeyi aslında büyük ölçüde devletin türlü biçimlerdeki desteğiyle başardıklarını görüyorsunuz. İngiltere’nin, Fransa’nın, Almanya’nın veya eski bir İngiliz sömürgesi olan Amerika Birleşik Devletleri’nin sanayileşme süreci de kitapta ayrıntısıyla anlatılıyor. ‘Bebek endüstrilerin korunması’ tezinin gerçekteki mucidi Alexander Hamilton tarafından uygulamaya konulan politikaların modern ABD’nin yaratılmasındaki rolünü öğrenince sarsılıyorsunuz. Kendileri ‘korumacı’ politikalar vasıtasıyla zenginleşenlerin şimdi gelişmekte olan ülkelere ‘serbest ticaret’ methiyesi düzdüklerini anlayınca samimiyetlerinden şüphe ediyorsunuz.
Bu sayfalarda daha önce de yazdığım gibi mevcut kriz, günümüzde gelişmekte olan ülkelere akıl hocalığı yapmayı seven sanayileşmiş ülkelerin, kendi menfaatleri söz konusu olduğunda başkalarına önerdiklerinden çok farklı politikalar uyguladıklarını gösteriyor. O hâlde, sanayileşme politikamızı şekillendirirken sanayileşmiş ülkelerin tarihsel süreç içerisinde kendi sanayileşme politikalarını nasıl şekillendirdiklerini kılı kırk yararak incelememiz gerekiyor; doğruyla yalanı, propagandayla bilimi ayırt ederek tabii.
Son olarak not etmek istediğim husus şu: Türkçe baskıya bir önsöz yazıp yazamayacağını sorduğumda Ha-Joon bana “Türkiye hakkında pek az bilgisi olduğunu” söyledi. Oysa metinde Türkiye’nin adı sadece birkaç kere geçtiği hâlde bu kitabın Türkiye hakkında yazıldığını düşünmemek neredeyse imkânsız!
Emin Akçaoğlu
emin.akcaoglu@ieu.edu.tr
Bu yazı Dünya Gazetesi’nin eki olarak dağıtılan OSTİM Organize Sanayi Gazetesi’nin Şubat 2012 sayısında yayınlanmıştır.Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-54067033687468857032012-02-14T13:56:00.000-08:002012-02-15T14:19:36.151-08:00Bir yabancı sermaye stratejimiz var mı?Pek çok başka ülke gibi Türkiye de yabancı sermayeli doğrudan yatırımları (doğrudan dış yatırımları ya da kısaca dış yatırımları) çekmek konusunda büyük gayret içinde. Bu yöndeki çalışmalarda bütün dünyada, öncelikli görevleri kendi ülkelerine dış yatırım çekmek olan yatırım promosyon ajanslarından yararlanılıyor. Hükümetler bu konuda öylesine gayretliler ki bazı ülkelerde birden fazla yatırım promosyon ajansı bile bulunabiliyor. Türkiye’nin de 2006 yılının ortasından bu yana bir yatırım promosyon ajansı var: Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı. <br /><br />Yabancı sermayeli yatırım çekme yarışına girişen ülkeler sadece azgelişmişler ülkeler değiller; gelişmiş ülkeler de dış yatırım peşindeler. Hatta kimi durumlarda potansiyel yatırımların peşindeki ülkeler birbirleriyle kıyasıya rekabete girişiyorlar. Akademik literatürde ‘politika rekabeti’ (policy competition) adıyla anılan bu tür yarışmalar kimi hallerde, yatırımlara evsahipliği yapmak isteyen ülkelerin kendi aralarında, yatırımcı çokuluslu şirketler karşısında kıyasıya bir teşvik (belki de taviz) yarışına girişmeleri biçiminde açığa çıkıyor. Tabii ‘politika rekabeti’ kavramı her zaman “ben öteki ülkeden daha fazla teşvik veriyorum” şeklinde olmak zorunda değil. Genel olarak yatırım ortamının iyileştirilmesi yönündeki çabalar ve ‘yatırım oyununun kurallarını kurumsal bir çerçeve içine oturtma’ yönündeki girişimler de aynı kapsamda değerlendiriliyor. <br /><br />Peki gelişmiş ya da gelişmekte olan tüm ülkeler dış yatırım çekmek için kıyasıya rekabet içinde olduklarına göre “yabancı sermayeli yatırımlar ‘her durumda’ iyidir” diyebilir miyiz? Şahsen bu tür yaklaşımları yetersiz ve kolaycı görüyorum. Aynı şekilde “yabancı sermayeli yatırım ‘her durumda’ kötüdür” yaklaşımının da yetersiz ve kolaycı olduğunu düşünüyorum. <br /><br />Büyük bir nüfusumuz, ciddi boyutlarda bir işsizlik sorunumuz ve hızla ilerleyen iletişim teknolojisinin de etkisiyle gittikçe daha çok tüketmeyi arzulayan gençlerimiz var. Bu taleplerin karşılanması daha öncekilerin olduğu gibi bugünkü hükümetin de en büyük sorumlulukları arasında. Bunlar sadece bize özgü sorunlar da değiller. Almanya gibi dev bir ekonomi bile benzer sorunlarla baş etmeye çalışıyor. Dolayısıyla istihdam yaratan ekonomik büyümeye ihtiyaç var. Bu ise yatırım yapılmasını gerektiriyor. Oysa bu çapta yatırımların sadece yerel sermaye birikimi ile yapılması mümkün değil. Zaten yerel sermayenin yatırım seçeneklerini de sadece yurt içi ile sınırlamak ne mümkün ne de doğru. Kaldı ki sermayenin doğduğu ve birikmeye başladığı ülkenin sorunlarına ‘kâr ve büyüme saiklerinin ötesinde’ hassasiyet göstermesi beklenemez. Bu tür hassasiyetler sermayeye hükmeden kişilerde bulunabilir ama sistemin mantığı maalesef kişisel hassasiyetleri öne çıkarmaya hiç elverişli değil. Ayrıca dünya ekonomisinin bize dayattıkları karşışında çok fazla seçme şansımız da yok; uyum sağlamak zorundayız. Bu şartlar altında, yatırımcı sermaye için gözlerin dışa çevrilmesi doğal. <br /><br />Yeniden önceki konuya, yani “yabancı sermayenin ‘her durumda’ iyiliği ya da kötülüğü” konusuna dönersek, her konuda olduğu gibi sağduyu esasına dayanan bir yaklaşıma ihtiyaç duyduğumuz ortada. Bu ise bir ‘stratejik perspektif’i gerektiriyor. <br /><br />Sanırım tartışmaya yabancı sermayeli doğrudan yatırımın ne olduğunu çözümleyerek başlanması gerekiyor. Bazen sorular cevaplardan çok hem de çok daha önemli olabiliyor. Dolayısıyla cevap vermek yerine soru sormak belki de daha faydalı olabilir; en azından bu yazıda. O hâlde sonraki yazılarda cevaplandırmak üzere bir dizi soru soralım isterseniz. Örneğin: Her sınırötesi doğrudan yatırım sermaye transferini gerektirir mi? Yatırım nedir? Doğrudan dış yatırım nasıl yapılır? Mevcut işletme ya da tesislerin devralınması yoluyla mı; yoksa yeni işletmelerin kurulması veya yeni tesislerin inşa edilmesi biçiminde mi? Diyelim ki bir başka ülkede yerleşik bir firma gelip Türkiye’de yerleşik yerli bir firmayı ve o firmaya ait olan üretim tesislerini satın alıyor: Bu bir yatırım mıdır? Her türlü yatırım sermaye stokuna net katkı sağlar mı? Eğer sözü edilen devir işlemi sonrasında bir yenileme, iyileştirme veya kapasite artırımı yoksa Türkiye’nin sermaye stoku artar mı? Her türlü yatırım istihdamı artırır mı? İstihdam etkisi olumsuz olan yatırımlar da var mı? Varsa getirisi hem işletme hem de toplumsal etkileri bakımından ne olur? El değiştiren tesisi satan yerli sermaye sahibinin eline geçen mali sermaye Türkiye’de bir ‘yeni yatırım’ın finansmanında kullanılırsa ne olur; Türkiye’den çıkarsa ne olur? Yabancı sermayeli şirketlerin dağıtılmayan kârlarının yeniden yatırılması yurt dışından içeriye herhangi bir sermaye transferi olmaksızın evsahibi ülkedeki yabancı sermayeli doğrudan yatırım stokunu artırır mı? Bizim için hangi sektörler öncelikli olmalı? Madencilik sektöründeki yabancı sermayeli doğrudan yatırımlarla, imalat ya da hizmetler sektörlerindeki doğrudan yatırımların ülke ekonomisi üzerindeki etkileri farklı mıdır? Yabancı sermayeli her yatırım evsahibi ülkeye teknoloji transferini garantiler mi? Peki yabancı sermayeden ne bekliyoruz? Önceliklerimiz neler? Yabancı sermaye çekmek için biz ne yapmalıyız? Tanıtım mı? Yeter mi peki? <br /><br />Söyledim ya 2006’dan bu yana bizim de bir yatırım promosyon ajansımız var. Ajansımız var da bir yabancı sermaye stratejimiz var mı? İşte bundan pek emin değilim. Oysa, Türkiye’nin bu tür sorulara cevap verebilen bir stratejik perspektife; bir başka ifadeyle bir ‘yabancı sermaye stratejisi’ne çok ihtiyacı var. Her alanda olduğu gibi...<br /><br /><br />Emin Akçaoğlu<br />emin.akcaoglu@ieu.edu.tr<br /><br />Bu yazı Dünya Gazetesi’nin eki olarak dağıtılan <a href="http://gazetekobi.com/kose-yazisi/bir-yabanci-sermaye-stratejimiz-var-mi/359">OSTİM Organize Sanayi Gazetesi’nin Ocak 2012 sayısı</a>nda yayınlanmıştır.Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-6452950524250689762011-12-19T03:35:00.000-08:002013-07-13T10:34:50.309-07:00SFinance Emin Hocamızla görüştü.Bu röportaj İzmir Ekonomi Üniversitesi Uluslararası Ticaret ve Finansman Bölümü öğrencileri tarafından çıkarılan <a href="http://sfinance.org/">SFinance</a> adlı derginin ilk sayısında yayınlandı.<br /><br />“Deyim yerindeyse tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı. Hacettepe Üniversitesi’nden hocam rahmetli Tuğrul Çubukçu, bana yıllar önce, ‘Oğlum sen bu mikrobu kaptın bir kere; er ya da geç akademiye döneceksin. Söylemedi deme; göreceksin’ demişti.”<br /><br />“Unutmayın elinizde öyle bir şans var ki altın kıymetinde. Burada, üniversitede öğrencisiniz ve bu ülkede sizin gibi öğrenci olmak için nelerini feda edebilecek insanlar var.”<br /><br />SFinance: Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? <br />Emin Akçaoğlu: On beş yıl bankacılık sektöründe çalıştım. Üniversiteyi çok sevdiğim için döndüm dolaştım üniversiteye geldim. Deyim yerindeyse tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı. Hacettepe Üniversitesi’nden hocam rahmetli Tuğrul Çubukçu, bana yıllar önce, “Oğlum sen bu mikrobu kaptın bir kere; er ya da geç akademiye döneceksin. Söylemedi deme; göreceksin” demişti. Dediği gerçekten de doğruymuş; yıllar sonra yeniden akademik hayata döndüm. Aslında endüstrideyken de üniversiteden hiç kopmadım. Daha önce Başkent ve Çankaya üniversitelerinde dersler, başka üniversitelerde seminerler verdim. Örneğin, Koç Üniversitesi’nde Executive MBA Programı’nda düzenli seminerler verdim. Bütün bu tecrübeler esnasında hep ‘er ya da geç bu işi yapmalıyım çünkü bu işten gerçekten keyif alıyorum’ diye düşündm. <br />SFinance: Daha önce Türk Eximbank’ta görev aldınız ve şimdi akademisyen olarak görev yapmaktasınız. İkisini karşılaştırdığımızda benzer ve farklı yönleri nelerdir? Akademisyenlik ve iş hayatına atılmak arasında kalan öğrencilere tavsiyeleriniz nelerdir?<br />Emin Akçaoğlu: Ben hem endüstriyi hem de akademisyenliği biliyorum. Şöyle bir görüşüm var: İkisini karşılaştırdığımız zaman akademisyenlik bir defa endüstriye kıyasla kendinizi daha özgür hissettiğiniz bir yer. Eğer okumayı, yazmayı, öğrenmeyi ve öğretmeyi seviyorsanız akademi muhteşem bir yer. Eğer aklınızın bir kenarında evet ben de öğrenmeyi çok seviyorum gibi bir düşünce varsa akademisyenlik iyi bir seçenek olarak düşünülebilir. Mesela ben öğrenciyken üniversitede sürekli arkadaşlarıma ders anlatırdım. Öğretmenliğe daha o zamanlarda başlamışım aslında. Birisi bu konuyu anlamadım diye gelince ben de zevkle yardımcı olurdum. Sizlerin de ders anlatmaya eğilimi var mı? Okumayı seviyor musunuz? Bundan keyif alıyor musunuz? Öğrenmeyi seviyor musunuz? Bu soruların cevabı çok önemli. Öğrenmeyi sevmeyen birinin öğretmeyi sevmesi zordur. Yeni şeyleri merak ediyor musunuz? Araştırma yapmayı seviyor musunuz? Kafanızın içinde sürekli sorular var mı? İşte akademisyenlik böyle bir şey. Peki ya endüstri nasıl bir yer? Gündelik hayatın koşturmacası o ortamda çok daha yoğun hissediliyor. Sürekli telefonlar çalıyor, müşteriler geliyor, sorular soruluyor... İş ortamında ekip çalışması akademidekinden çok daha belirgin biçimde gerekiyor. Fakat akademisyenlikte bir odadasınız, kendiniz çalışıyorsunuz, araştırma yaparken birileri ile iş birliği yapıyorsunuz ama ders verirken yalnızsınız. Tabi ki yine öğrencilerinizle birlikte olmak, onları anlamak zorundasınız. Onlarla işbirliği yapmak zorundasınız ama neticede, akademisyenlik daha bağımsız çalışılabilen bir ortam sağlıyor. Endüstri zamanın çok daha hızlı aktığı, çok daha yoğun ekip çalışması gerektiren bir ortam. Büyük çoğunluğunuz endüstride çalışmak istiyorsunuz. Bu kötü bir şey mi? Hayır değil. Orada da bir takım cazip şeyler var. Mesela genel olarak endüstride kazancınız daha yüksek olabilir. Akademisyenliğe kıyasla daha çok para kazanabilirsiniz. Endüstride daha hareketli bir hayatınız olabilir. Bu anlamda işinizle bağlı olarak yurt içinde ve yurt dışında daha çok seyahat edebilirsiniz. Endüstri bir de yaptığınızı görebildiğiniz bir yerdir. Akademisyenlikte yaptığınız işin sonuçlarını iki şekilde alabilirsiniz. Örneğin, araştırmalarınızın sonuçları anlamında. Bunun dışında bir de akademide, öğrencilerinizde çalışmalarınızın sonuçlarını görürsünüz. Öğrencilerinizin okulu bitirip iş hayatına girdikleri zaman ne kadar başarılı oldukları; ne kadar talep edildikleri gibi. Onları iş yapan insanlar olarak gördüğünüz zaman, yaptığınız işin sonuçlarını daha iyi algılama şansı bulabiliyorsunuz. İkisi arasında kalan bir öğrenciyseniz; yani akademisyen mi olayım yoksa üniversiteden mezun olduğumda doğrudan iş hayatına mı atılayım diye düşünen biriyseniz kendinizi bu açılardan değerlendirin. Mesela öğrenmeyi sevmek, insan ilişkileri, sabır... Bütün bu hususları düşünmenizde fayda var. Akademisyen iseniz sabırlı olmanız gerekiyor. Endüstride de gerekiyor ama akademisyenlikte farklı boyutta gerekiyor. Beklentiniz ne iş hayatından? Bu konularda kendinizi gözden geçirmeniz gerekiyor ve bir karara varmanız gerekiyor. Akademi aynı zamanda endüstriye kıyasla bazı açılardan daha yorucu bir çalışma süreci getiriyor. Çünkü akademisyen olabilmeniz için lisansı tamamladıktan sonra en az iki yıllık bir yüksek lisans dönemine girmeniz lazım. Gerçi bir yıllık programlar da var artık. Ondan sonraki aşamada doktora yapmanız lazım ki o da çok başarılı iseniz üç yılda biter. Ama normalde dört beş yıl gerektirir. Akademik unvanlar anlamında ilerlemek, doçentlik ve daha sonra profesörlük aşamalarını önünüze getiriyor. Bunların her birinin bir takım koşulları var. Böyle bir sürecinden içinden geçmeye hazır olmanız gerekiyor. Hangisini tavsiye ederim derseniz, adamına göre değişir derim. Yalnız şunu tavsiye ederim ki akademisyen de olsanız endüstride de çalışsanız, diğer tarafı bütünüyle ihmal etmeyin. Akademisyen olursanız endüstriden de uzak kalmamanız gerekli bence. Dolayısıyla endüstri ile ilişkinizi sürdürmeniz lazım. Endüstride çalışırsanız eğer, hiçbir zaman öğrenmeyi kesmeyi bırakmamanız lazım. Ölünceye kadar okuyacaksınız. Sürekli öğreneceksiniz. Sürekli öğrenmezseniz çok kısa zamanda modası geçmiş adamlar haline gelmeniz an meselesi. Her durumda mutlaka kesintisiz öğrenmeyi bir ilke edineceksiniz. <br />SFinance: Yüksek lisansınızı İngiltere’de Loughborogh üniversitesinde para ve bankacılık üzerine yaptınız. Yurt dışında yüksek lisans yapmak size ne gibi katkılar sağladı? Yurt dışında yüksek lisans yapmak isteyen öğrencilere ne gibi tavsiyelerde bulunabilirsiniz?<br />Emin Akçaoğlu: Yüksek lisansınızı yurt dışında ya da yurt içinde de yapabilirsiniz. Önemli olan yüksek lisansınızı iyi üniversitelerde yapmaktır. Eğer yüksek lisansınızı yurt dışında yapma imkanı bulursanız sakın kaçırmayın. Bu imkanları bulabilir misiniz ya da sunulan imkanlardan yararlanabilir misiniz? Bu imkanlardan yararlanamamanız için hiç bir sebep yok. Bana göre her şey önce kendine güvenmekle başlıyor. Üniversite üçüncü sınıf bu süreçte önemli bir dönem. Bu dönemde hazırlıklarınızı yapmaya başlarsanız mezun olduktan sonra işiniz kolaylaşır. Eğer okulu bitirdikten sonra yüksek lisansa hemen başlamayı düşünürseniz, önümüzdeki yılın ilk döneminde yurt dışındaki üniversitelere başvurabilirsiniz. Ama benim tavsiyem eğer akademik hayata girmek gibi bir kaygınız yoksa; yani endüstride çalışacaksanız, yüksek lisansınızı üç ya da dört yıl çalıştıktan sonra yapmanızdır. Çünkü ne istediğinizi, hayattan beklentilerinizi ve hangi alanda yüksek lisans yapmak istediğinizi o dönemde muhtemelen daha iyi biliyor olacaksınız. Fakat şimdiden TOFEL, IELTS, GRE, GMAT sınavlarına hazırlanmanızı öneririm. Bunlara ek olarak ezbere dayanmadan; öğrenerek genel not ortalamalarınızı 3’ün altına indirmemeye çalışmanızı öneririm. 3 ortalama bir eşik. Eğer not ortalamanız bu eşiğin altındaysa yine de burs alabilirsiniz, istediklerinizi de gerçekleştirebilirsiniz. Fakat eğer ortalamanız bu eşiğin üzerindeyse eliniz kuvvetlenir. Sakın ola ortalamanızı yüksek tutacaksınız diye doğrudan nota odaklanıp, not almak için her şeyi yapan öğrenciler olmayın. Çünkü o zaman siz zarar görürsünüz. Esas olan öğrenmektir. Not ortalamanız düşük diye avantajınızı yitirmesiniz.<br />Yurt dışında yüksek lisans için nasıl burs bulabileceğinize dair coğrafyaya göre bir tasnif yaparsak; iki kaynaktan burs alabilirsiniz: Bu amaçla hem yurt içinden hem de yurt dışından alabileceğiniz burslar var. Türkiye’de bulabileceğiniz burslardan biri 1416 Sayılı Kanun kapsamında verilen devlet bursu. Milli Eğitim Bakanlığı’nın ve ÖSYM‘nin sitelerinde bu bursa ilişkin bilgiler var. Mecburi hizmet karşılığında yurt içinden alabileceğiniz kamu kurumları tarafından verilen başka burslar da var. Örneğin Devlet Memurları Kanunu kapsamında kamu kurumları tarafından kullandırılan burslar. Bu bursları kullanmanız durumunda yurt dışında kaldığınız her yıla karşı iki yıl zorunlu hizmetiniz oluyor. Eğer Maliye Bakanlığı’nda, Hazine Müsteşarlığı’nda, Merkez Bankası’nda, Ekonomi Bakanlığı’nda veya diğer bankanlıkların merkez teşkilatlarında çalışıyorsanız bu tür burslardan da yararlanabilirsiniz. Tabii eğer buralarda çalışmaya uzman yardımcısı ya da müfettiş yardımcısı olarak başlamışsanız, müfettiş ya da uzman olduktan sonra kurumlar sizi yüksek lisans yapmak için yurt dışına gönderiyorlar ve bütün masraflarınızı karşılıyorlar. Yurt dışında bulunduğunuz süre içinde yurt içinde mevcut maaşınızın %60‘ını da size ödüyorlar ve kurum içindeki görevinizin başındaymışcasına bütün özlük haklarınız devam ediyor. Yurt içi kaynaklı burslara devam edersek TEV yani Türk Eğitim Vakfı bursu ki bunun mecburi hizmet yükümlülüğü yok; ve bazı şirketlerin çalışanlarına sağladıkları burs imkanları da var.<br />Yurt dışı kaynaklı burslara baktığımızda başka hükümetlerin vermiş oldukları çeşitli burslar var. Bu hükümetlerin vermiş oldukları bursları eğer yanlış hatırlamıyorsam Milli Eğitim Bakanlığı Yurt Dışı Yükseköğretim Genel Müdürlüğü takip ediyor. Hükümet bursları kapsamında düşünülecek bursların yanı sıra Avrupa Birliği’nin verdiği Jean Monnet bursunu, ayrıca yurt dışındaki üniversitelerin vermiş oldukları diğer bursları da araştırabilirsiniz. Jean Monnet bursu karşılıksız gayet iyi bir burs. Hatta bu bursun çok yakın zamanda İzmir Ekonomi Üniversitesinde sanırım bir tanıtım toplantısı oldu. British Council’ın ve İngiliz hükümetinin vermiş olduğu burslar da karşılıksızdır. Yurt dışındaki üniversitelerce verilen burslar da cazip olabilir. Tabii ‘teaching asistant’ olmak gibi bir sorumluluk da verebilirler size. Bu eğitiminiz yanında yükünüzü biraz ağırlaştırsa da ek olarak birçok fayda sağlayabilir. Bunları yaparken cesaretli olun, söylediğim sınavları yani TOEFL, IELTS, GRE, GMAT sınavlarını almanızda fayda var. Yurt dışındaki üniversitelerden burs almaya çalışılıken size mutlaka bazı sorular sorulacaktır. Örneğin, bizim üniversitemize geldiğinizde gerçekleştirmeyi düşündüğünüz hedefleriniz nelerdir? Sizi neden seçelim? Bunu sizden önce yazılı daha sonra sözlü olarak ifade etmenizi isteyeceklerdir. Bu sebeple kendinize şimdiden birer ‘Statement of Purposes’ hazırlayın.<br />Yurt dışına çıkmak için elinize geçen her fırsatı mutlaka değerlendirin. Bu sadece yüksek lisansla da sınırlı değil. Eğer yurt dışında çalışma imkanı bulduysanız, onu da kaçırmamanızı tavsiye ederim. Bu tavsiyenin temel sebebi de başka insanlarla tanışmak, başka kültürleri tanımak ya da yeni ortamlarda bulunmak yoluyla edineceğiniz tecrübe. Her şey bir yana bu tür tecrübeler, insanın ufkunu açıyor. İnsanı daha hoşgörülü yapıyor. Bazı şeyleri anlamanızı kolaylaştırıyor. Yurt dışına gitmek sanıldığı kadar zor değil. Karşıda sakız adası var. Bu sezonda 10 euroya gidip gelmek mümlün. Eğer yeşil pasaportunuz varsa vize almadan gidebilirsiniz. Ben sizin yerinizde olsam birkaç arkadaş toplanıp sırt çantamı alıp üniversite bitmeden mutlaka giderim. Bunlar size çok şey katar. Bence her türlü seyahat imkanı değerlendirin. Farklı kültürleri tanıyın. Dil bilginize katkı sağlarsınız; en önemlisi yabancı dilinizi kullanmak konusunda kendinize olan güveniniz artar.<br />SFinance: Doğrudan yabancı yatırımlar açısından hangi sektörler daha elverişlidir?<br />Emin Akçaoğlu: Doğrudan yatırımlar konusu çok önemli bir konu. Bütün sektörler bu şekildeki yatırımlar için elverişli olabilir. Sektör ayırımı yapmak doğru olmaz. Siz uluslararası ticaret ve finansman okuyorsunuz. Uluslararası ticaret kavramının içinde sadece yurt dışına mal satmak ve yurt dışından mal almak yani sadece ihracat ve ihracat yok. Türkçe’deki uluslararası ticaret kavramının İngilizce’deki “international business” kavramına karşılık geldiğini düşünüyorum. Bu, ihracat ve ithalatın yanı sıra yurt dışında gündeme gelebilecek pekçok faaliyet yöntemini de içeriyor. Örneğin yabancı sermayeli doğrudan yatırımlar ya da sözleşmelere dayanan fason üretimi, uluslararası lisanslama, uluslararası franchising gibi başka faaliyet yöntemleri de var. Öğreniminiz sırasında hem ithalat ve ihracat anlamında hem de diğer uluslararası faaliyet modları hakkında bilgilenmeniz gerekiyor. Çalıştıkça, okudukça göreceksiniz ki çokuluslu şirketler ve onların yaptıkları doğrudan yatırımlar hemen hemen bütün sektörlerde aslında bugünün dünyasının nasıl bir dünya olduğu konusunda çok belirleyici. Eğer sorunuza dönersek, öncelikli sektör denilebilecek, zamandan bağımsız bir şey yok ama belli dönemlerde belli sektörler belirginlik kazanır. 1995’ten beri uluslararası şirketler ve bunların doğrudan yatırımları hakkında, Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Teşkilatı UNCTAD tarafından her yıl yayınlanan ve bütün dünyada dikatle takip edilen bir rapor var: World Invesment Report – dünya yatırım raporu. Bu raporun bu seneki konusu “non-equity investmen modes” idi. Yani yabancı sermayeli doğrudan yatırımların, doğrudan sermaye aktarımı gerektirmeyen türleriydi. Bu konu daha çok hizmet sektörünü akla getiriyor. Yanlış hatırlamıyorsam geçen yılki ya da bir önceki yılki raporun konusuysa altyapı sektöründe yabancı sermayeli doğrudan yatırımlardı. Görüyorsunuz, tüm sektörlerde yabancı sermayeli doğrudan yatırımlar var. <br />SFinance: 7 Temmuz 2011 tarihli “ gözünüz dışarıda olsun. Kormayın eşiniz bu defa kızmaz.” Başlıklı makalenize istinaden sizin de bahsettiğiniz gibi Türk firmalarının yurt dışındaki doğrudan yatırımlar konusu Türk Eximbank’ın faaliyet alanına girmektedir. Fakat Türk Eximbank’ın Türk firmalarının dış yatırımlarının desteklenmesi konusundaki hâlâ yapması gereken işler olduğu anlaşılıyor. Bu durumun sebebi Türk firmalarının bu konudan ve doğrudan dış yatırımların öneminden yeterli ölçüde haberdâr olmaması mıdır? Yoksa bu durum Türkiye’de birçok alanda yaşandığı gibi bazı şeylerin sadece söylemde kalmasından ve Türk Eximbank’ın bu konuya yeterli ölçüde ilgi göstermemesinden mi kaynaklanıyor?<br /><br />Emin Akçaoğlu: Bu soru cevabı zor bir soru. Çünkü, ben Türk firmalarının dış yatırımları konusunda aşağı yukarı 15 -20 yıldır uğraşıyorum. Öyle toplantılara girdim ki o toplantılarda doğrudan doğruya karar vericiler de vardı. Mesela bir seferinde, zamanın Dış Ticaret Müsteşarı Tuncel Kayalar’a bir briefing (bilgilendirme) vermeye çağırdılar. Ondan önce de Dış Ticaret Müsteşarlığı Anlaşmalar Genel Müdürlüğü’nün tüm birimlerine ve Türk Eximbank’ta ilgili kişilere; Türk firmalarının yurt dışındaki doğrudan yatırımlarına niçin kamusal destek verilmesi gerektğini anlatmıştım ve rapor da vermiştim. Türkiye’de, “acaba Türk firmalarının dışarıda yatırım yapması ülkeden sermaye kaçışı anlamına mı geliyor” gibi bir yanlış anlama var. Yani bir zamanlar “Dışarıda yatırım yapacağına burada yapsın, burada istihdam yaratsın, biz zaten sermaye yetersizliği olan bir ülkeyiz; bu haldeyken insan gidip yurtdışına mı yatırım yapar” diye bir düşünce hakimdi. Bir keresinde bir kamu kurumu bir açıklama yaptı ve denildi ki “Biz yurtdışında yatırımı olan iş adamlarını toplayacağız ve yatırımlarını yurtiçine getirmeleri için teşebbüste bulunacağız”. Bu yanlış bir anlayıştır. Neden? Çünkü dışarıda yatırım yapmak, içeride yatırım yapmanın alternatifi sayılıyor ama bu doğru değildir. Düşünün; bir Türk firmasının yöneticisiniz ve dışarıya ihracat, içeriye ithalat yapmıyorsunuz sadece iç piyasaya göre çalışıyorsunuz. Bu şekilde sizin uluslararası piyasayla ilişkiniz olur mu? Olur. Çünkü siz kendi ülke sınırlarınızın dışına çıkmasınız bile sınırlar öylesine zayıfladı ki yabancı firmalar gelip sizi buluyorlar. Diyelim ki sizin bir konfeksiyon atölyeniz var ve gömlek dikiyor yurtiçine satıyorsunuz ve İzmir’in pazarına gidiyorsunuz. Görünüşte başkasıyla alakanız yok ama bir gün bakıyorsunuz Çin’den bir sürü gömlek gelmiş ve aynı pazarda satılıyor. Şimdi ne oluyor? Siz uluslararası pazardan uzakken yabancı rakipler geliyor ve sizi kendi pazarınızda vuruyor. Yapılması gereken ilk şey şu: Önce bu işler nasıl yürütülüyor öğreneceksiniz ve eğer onlar sizi kendi piyasanızda vuruyorsa siz de onları kendi piyasalarında vuracaksınız. Dış yatırım, iç yatırımın alternatifi değildir. Farklı şeylerdir ve rekabet edebilmek için, ayakta kalabilmek için her ikisini de eşanlı olarak düşünmek zorundasınız. Ayrıca Türk firmalarına bakın. Türk firmaları çoğunlukla belli sektörlerde, özellikle fason üretici olarak yabancı firmalara mal satıyorlar. O yabancı firmaların kazandıkları paraları düşünün ve onlara fason üretim yapan Türk firmaların kazandıklarını düşünün. Türk firmaları bazı imkanları en azından henüz elde edemedikleri için başka firmalara fason üretim yapıyorlar. Örneğin pekçok Türk firmasının dağıtım kanalları üzerinde hakimiyeti ve kendi markaları yok. Teknolojik olarak eksikler. Bu eksiklerin gidermenin yollarından bir tanesi bu tür eksiklikleri olmayan firmaları incelemek, belki onları satın almak ya da yurtdışında yeni firmalar kurarak yani doğrudan doğruya yurtdışına yatırım yaparak mümkün olabilir. Türk Eximbank, henüz Türk dış yatırımlarının yapılmasına bu isim altında destek sağlamıyor ama başka yöntemlerle zamanında önemli destek sağladı. Fakat bugün daha fazlasının yapılması, anlatılması ve Türkiye’nin bunu gündemde tutması lazımdır. Ben bunun için yazılar yazıyorum; bu konu gündemde kalsın ve kamuoyu bu konu hakkında fikir sahibi olsun diye. Ayrıca karar mercii konumunda bulunan otoriteler bir takım girişimlerde bulunsunlar diye. Ama önce bu konunun iyi anlaşılması gerekiyor. Bu husuta da hayli ümitliyim. Türk firmalarının yatırımcı konumuna eriştiği bu dönemde, doğrudan dış yatırımın ne kadar önemli olduğunu sizler de iyi bilin ki bir anlamda yarını planlamanız kolaylaşsın. Çünkü ileride karar vericiler siz olacaksınız. <br />SFinance: Küresel değer zincirinde Türk firmalarının konumu nedir? Türk firmalarının uluslararası bir marka yaratma ve dışarıya açılma konusundaki durumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? <br /><br />Emin Akçaoğlu: Türk firmalarının yapması gereken daha çok şey var. Ama yaptıkları da çok şey var ve bunları hiç azımsamamak lazım. Bundan 10-20 yıl öncesiyle kıyaslanınca Türk firmaları olağanüstü mesafe aldılar. Küresel değer zinciri veya İngilizce’siyle global value chain. Küresel değer zincirinde Türk firmaları bir takım sektörlerde maalesef zincirin içindeki hiyerarşi dikkate alındığında aşağılardalar. Az önceki tekstil-konfeksiyon örneğinde de olduğu gibi fason üretim yapan çok firmamız var ama marka sahibi firmamız daha az. Türkiye, hazır giyimde eskiye kıyasla çok sayıda marka çıkardı. Mavi ve Colin’s gibi. Mesela beyaz eşya üretimindeki durumumuza bakın. Çokuluslu Türk şirketleri var artık. Vestel’i düşünün, Arçelik’i düşünün. Bunlar dışarıda yatırım yapabilen firmalar. Ayrıca, enerji sektöründeki Türk firmaları da son derece aktif. Ben şöyle görüyorum: Türkiy’de firmalar sektörün içinde oldukları için onlar bir takım şeylerin resmi otoritelerden daha fazla farkındalar. Piyasanın gereklerinin daha çok farkındalar ve ona göre mesafe alıyorlar. Resmi otoritelerin de katkısını ihmal etmemiz gerekiyor tabii. Özellikle marka konusuna sorduğunuz için bunu söylüyorum; örneğin, eski Dış Ticaret Müsteşarlığı yani bugünkü Ekonomi Bakanlığı tarafından uzun yıllardır emek ve para harcanan ve markalaşma konusunda başta Turquality projesi olmak üzere hazırlanan programlar var. Bütün bu çabalar Türk firmalarını eskiye kıyasla çok daha farklı bir yere taşımış durumda. <br />Daha önce de söyledğim gibi kendinizi geleceğe hazırlarken uluslararası ticaretin sadece ithalat ihracattan ibaret olmadığını unutmayın. Finansmanı iyi öğrenin. Özelikle, uluslararası ticaretin finansmanını çok iyi öğrenemeye çalışın. Sahip olduğunuz hukuk bilginizi ilerletin. Finansçıların da dış ticaretçilerinde mutlak suretle hukuk biliyor olmaları lazım. Özelikle finans hukuku, yatırım hukuku gibi. Şunu unutmayın: Ömür boyu öğrenmek zorundasınız. Bilgiler çabuk eskiyor; sürekli öğrenmemiz lazım. Bol bol okuyun. Roman okusanız dahi size bu konularda yardımcı olacaktır. Çünkü edebiyatın konusu insandır. Lisan bilginizi özelikle yazarak ilerletin. Hem endüstride hem de akademide lisan bilgisi çok önemlidir. Hem Türkçe hem de İngilizce!<br />SFinance: Hayatınızın hangi döneminde finansa ya da çokuluslu şirketlere ilginiz olduğunu fark ettiniz?<br />Emin Akçaoğlu: Üniversite sınavına girerken siyasete çok ilgi duyuyordum. Bu sebeple beni en çok iktisat okumak cezbetti. İktisat okurken, siyaseti de en azından teorik düzeyde kendi okumalarımla öğrenmeye çalıştım. Zaman içinde bazı şeyler daha genç yaştayken gördüğümden daha farklı görünmeye başladı. Sonra özellikle uluslararası iktisada ilgi duymaya başladım ve bu alanda yüksek lisans yapmayı düşünerek devlet bursu sınavına girdim. Fakat devlet bursu sınavında o yıl sadece Etibank hesabına beş kişilik burs vardı ve bunların ikisi bankacılık, biri pazarlama, diğerleri muhasebe ve finans içindi. Benim ilk tercihim bankacılıktı. İlk tercihime girdim. Bankacılık okurken uluslararası bankacılık dikkatimi çekmeye başladı. Okumalarım sırasında önce çokuluslu bankalarla sonra da genel olarak çokuluslu şirketlerle karşılaştım. Bu bana çok heyecan verdi. Aslında şirketlerin dünyayı ne kadar çok etkilediğini fark ettim. Bu süreçte, siyasete olan ilgimden soğumaya başladım. Şu anlamda ki aslında birtakım süreçlerin gençliğimde sandığımdan daha karmaşık olduğunu kavramaya başladım. Dünyanın çok daha zor bir yer olduğunu anlamaya başladım. Bunu çokuluslu şirketleri öğrendikçe sanırım daha iyi anladım.<br />Size tavsiyem, bu alanlarda kendinizi geliştirin ve çok ciddi inceleyin. Bunlar çok önemli konular. Sakın zamanınızı boşa harcamayın ve kendinizi elinizden geldiğince iyi yetiştirmeye çalışın. Mutlaka farklı hayatlar yaşayacak, farklı tecrübeler tadacak ve yol ayrımlarına gireceksiniz. Çok zorlu bir sürece gireceksiniz. Bu sebeple aklınızda hep bir A ve B planı olsun. Çünkü zaman içinde mutlaka planlarınız değişecektir. Hayat çok kolay değil; hazırlık yapmak lazım. Siz şimdi hayatınızın çok güzel bir dönemini yaşıyorsunuz. Unutmayın elinizde öyle bir şans var ki altın kıymetinde. Burada, üniversitede öğrencisiniz ve bu ülkede sizin gibi öğrenci olmak için nelerini feda edebilecek insanlar var. Kitap alın okuyun ve olabildiği kadar çok yazın. Çünkü, yazmak öğrenme sürecinde çok önemli bir yöntemdir. Sürekli yazmaya çalışarak, düşüncelerinizi ifade etmeye çalışarak kendinizi geliştirin. Göreceksiniz ki endüstride de çalışsanız akademide de çalışsanız “yazı becerileri” sürekli karşınıza çıkacak.<br />SFinance: Hocam çok teşekkür ederiz.<br />Emin Akçaoğlu: Ben teşekkür ederim.<br /><br /><br />Emin Akçaoğlu İzmir Ekonomi Üniversitesi Uluslararası Ticaret ve Finansman Bölümü’nde uluslararası ticaret ve yatırımlar alanında yardımcı doçent olarak görev yapmakta ve ‘çokuluslu şirketler ve yabancı yatırımlar’, ‘ihracat pazarlaması’, ‘uluslararası ticaret ve yatırımlar’, ‘uluslararası ticaretin yasal yapısı’, ‘uluslararası finansman’ ile 'Türkiye’de dış ticaret ve yatırım politikaları’ derslerini vermektedir. Daha önce Loughborough Üniversitesi’nde araştırmacı olarak çalışmış; Başkent ve Çankaya Üniversitelerinde de dersler vermiştir. İzmir Ekonomi Üniversitesi’ne katılmadan önce Türk Eximbank’ta yöneticilik, UNCTAD’da danışmanlık yapmıştır. Dr. Akçaoğlu lisans ve yüksek lisans derecelerini iktisat alanında Hacettepe ve Loughborough Üniversitelerinden, doktora derecesini işletme alanında Ankara Üniversitesi’nden almıştır. <br />Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-5389537684713063992011-12-19T03:31:00.000-08:002012-02-15T14:21:02.108-08:00Dünyanın hâli: Ne söylediler? Ne yapıyorlar?Dünyanın hâli pek parlak değil. Uluslararası kuruluşların en tepesindeki isimlerden Batının önde gelen siyaset ve devlet adamlarına kadar pek çok kişi bunu söylüyor. Sanayileşmiş zengin ülkelerde süregiden ekonomik krizin etkileri kaçınılmaz biçimde dünyanın tümünü etkiliyor ve bu krizin ne zaman, nerede, ne kadar hasarla sonlanacağını kimse bilmiyor. Elbette bu ülkelerin hükümetleri de hasarı asgariye indirmek ve süreci olabildiğince kısaltmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Peki nasıl? <br /><br />Yaşanan olaylardan alınması gereken çok önemli bir ders var: Söylenenlerle yapılanlar birbirinden çok farklı. Onlarca yıldır gelişmekte olan ülkeler ‘bütçe disiplininden’, ‘piyasanın erdemlerinden’, ‘devlet müdahalesinin sakıncalarından’ söz eden sanayileşmiş ülke hükümetleri ve genellikle bunlar tarafından kontrol edilen IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların yöneticileri, sorun kendi sorunları olduğunda ağız değiştiriyorlar.<br /><br />2000’li yılların başında Türkiye’yi vuran krizlerin ilk dalgası – hatırlanacaktır – bazı bankaların çöküşüyle geldi. Bu dönem Türkiye’de bankacılık sektörünün köklü biçimde yeniden yapılandığı bir dönemin başlangıcıdır. Bu sürecin lehimize ya da aleyhimize olduğu tartışması bir yana, bugünle kıyaslanması gereken bazı yönleri vardır. Örneğin, Demirbank aktif kalitesi kötü olduğu ya da içi boşaltıldığı için değil bilançosunun iki yakasındaki vade uzunlukları bakımından, gereğinden çok risk üstlenip; kısa vadeli borçlanıp, bu fonları uzun vadeli devlet iç borçlanma senetlerine yatırdığı için likidite sıkıntısına düşmüş ve batmıştır. Bu bankanın devlet tarafından kurtarılması gündeme alınmamıştır bile. Demirbank’ın batışı, yabancı sermayeli bankaların Türkiye’ye giriş sürecinin dönüm noktasıdır. O dönemde hem IMF temsilcileri hem de IMF’ye yön veren ülkelerin yöneticileri, bir bankanın kamu kaynaklarıyla kurtarılmasının doğru olmayacağına ant içebilecek kadar keskin görüşlere sahiptiler. <br /><br />Resme bugün baktığınızda belki aynı kişiler değil ama, aynı koltuklarda oturanlar kendi ülkelerinde batma noktasına gelmiş bankaları kurtarmak için kamu fonlarını kullanmaktan çekinmiyorlar. Bütçe disiplini kavramının anlamını bile hatırlayan yok. Örneğin Avrupa’yı sarsan devlet borçları, bir ölçüde krizin ilk dönemlerindeki sarsıntıyı hafifletmek için devlet bütçelerinin olabildiğince yoğun ve hatta imkânların ötesinde kullanılmasından kaynaklanmıyor mu? Konu gelişmekte olan ülkelere geldiğinde ‘monetarist’ fakat kendilerine geldiğinde ‘Keynezyen’ olan bu ülkelerin tarihleri zaten bu yaklaşımın örnekleriyle dolu.<br /><br />Sadece bütçe disiplini veya banka kurtarma operasyonları bakımından değil; fakat akla gelebilecek her iktisadî konuda kendi menfaatleri gündeme geldiğinde devlet müdahaleciliğini ve kendi şirketlerinin korunmasını sonuna kadar savunanların yine aynı ülkeler olduklarını iyi görmek gerekiyor. Dünün gelişmekte olan, bugünün sanayileşmiş ülkesi Kore bile ‘merdiveni tırmandıkça’ bu tür politikalarda ustalaşıyor. Kore’nin, tablet bilgisayarların uluslararası ticarette yeni bir ‘kapışma alanı’ olduğu bugünlerde, ‘Apple iPad’e karşı ‘Samsung Galaxi’yi geliştirme sürecinde, kendi iç pazarını türlü yöntemlerle koruma altına alışı sanırım hepimizi düşündürmeli.<br /><br />Tarihin gerektiği gibi okunması, şimdiki zamanı iyi değerlendirebilmek için bir zorunluluk. Bilimle propaganda arasındaki ayrımın – özellikle sosyal bilimler söz konusu olduğunda – görülmesi bazen kolay olmayabiliyor. Örneğin, internetin önümüzde yepyeni bir çağ açtığı ve bilgiye erişimin son derece kolaylaştığı sıklıkla tekrarlanırken, aynı internetin bir bilgi çöplüğü olduğu çoğunlukla gözden kaçıyor. Doğruyla yanlışın, propagandayla bilimin birbirinden gereğince ayrılabilmesi için yegâne sığınağımız ‘eleştirel düşünmek’ olabilir. Bütün bu sorunlar karşısında ‘akla dayanan’ değerlendirmelerin dışındakiler, eğer kasıtla kötü niyetli değillerse saflıktan öteye gidemezler.<br /><br />Dünyanın içinde bulunduğu bu ekonomik kriz döneminde, bize akıl hocalığı yapmayı seven sanayileşmiş ülkelerin ve bunların kontrolündeki uluslararası kuruluşların, bu ülkelerin kendi menfaatleri söz konusu olduğunda uyguladıkları ya da önerdikleri politikalar; daha on yıl önce bize sundukları politika önerilerindeki samimiyetlerini günışığına çıkarıyor. <br /><br />İşte bütün bunlar bize ders olmalı. Öyle bir ders ki örneğin sanayileşme politikamızı şekillendirirken bugünün sanayileşmiş ülkelerinin, kendi sanayileşme politikalarını tarihsel süreç içerisinde nasıl yürüttüklerini kılı kırk yararak incelemeliyiz; doğruyla yalanı, propagandayla bilimi ayırt ederek… Sanayileşme politikasının tüm yanlarını hatırda tutarak yapmalıyız bunu. Bu bakımdan bugünün zengin ülkelerinin ne söylediklerine değil, ne yaptıklarına bakmalıyız. İşte bazen kriz bile fırsat olabiliyor. En azından aklımızı başımıza devşirmek için… <br /><br />Emin Akçaoğlu<br />emin.akcaoglu@ieu.edu.tr<br /><br />Bu yazı Dünya Gazetesi’nin eki olarak dağıtılan <a href="http://gazetekobi.com/kose-yazisi/dunyanin-hâli-ne-soylediler-ne-yapiyorlar/309">OSTİM Organize Sanayi Gazetesi’nin Aralık 2011 sayısı</a>nda yayınlanmıştır.Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-4521758833491076512011-12-16T00:17:00.000-08:002011-12-19T03:23:57.857-08:00Yabancı sermaye nereye gider?Yabancı sermayeli yatırımların ülkemize çekilmesi konusu yıllardır ekonomi gündeminin üst sıralarında. Son duruma bakıldığında Türkiye’ye gelen yabancı sermayeli yatırımların toplam tutarında kayda değer bir düşüş var. Oysa 2007 yılı bu anlamda ‘muhteşem’ bir yıl olmuştu. O yıl ülkemize giren sermayenin toplam tutarı 22 milyar doları aşmıştı. Bu büyük tutarın gerçekte ülkenin sermaye stokunu artırmayan el değiştirmelere dayandığını ve özellikle de kamu mülkiyetindeki büyük kuruluşların ya da özel bankaların yabancı çokuluslu şirketlere satılmasından kaynaklandığını hatırlarsınız.<br /><br />Sayılara daha yakından bakalım: Türkiye’ye 2010 yılında gelen yabancı sermaye tutarı bir önceki yıla (2009’da 8,4 milyar dolar) göre %8,3 artışla 9,1 milyara dolara ulaştı. Fakat bu tutar 2007’deki 22 milyar dolarlık rekor girişle kıyaslandığında, belirgin bir gelişme olmadığı görülüyor. Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin dikkat çektiği sadece üç yıl var: 2006 (20,2 milyar dolar), 2007 (22 milyar dolar) ve 2008 (19,5 milyar dolar). Bu yılların özelliğiyse hem Türk Telekom gibi büyük çaplı özelleştirmelerin hem de özellikle banka satışları gibi özel sektörde büyük hacimli el değiştirmelerin bu yıllarda yaşanması. Dolayısıyla, rekor düzeylere ulaşan yabancı sermaye girişleri de aslında yeni yatırımlara dayanmıyor. <br /><br />Dolayısıla, yabancı sermaye az ya da çok geliyor gelmesine ama bu, mevcut sermaye stokunda artış yaratmıyor. Çünkü aslında daha önce yerli şirketlere ya da devlete ait olan varlıklar yabancılar tarafından satın alınıyor. Elbette, bu tür girişlerin de türlü katkılar sağlayabileceği ileri sürülebilir. Fakat bu konuda ‘büyük gürültü’ kopartılıyorsa, ülkeye giren yabancı sermayenin üretkenliğine ya da ülkenin toplam sermaye stokuna ne kattığına bakmamız gerekmez mi? Benzer şekilde, teknoloji transferine veya genel olarak yabancı sermayenin geldiği alanlarda eldeki bilgi birikimine ne eklendiğini de merak etmeliyiz, değil mi?<br /><br />Peki ne oldu da o yıllarda böylesine iştahla Türkiye’ye yönelen yabancı yatırımcılar sonraki yıllarda aynı ilgiyi göstermediler? Bu durumu 2007’den itibaren, özellikle Batılı ülkelerde yoğunlaşan küresel finansal krizin etkilerine bağlamak mümkün görünse de konuyu sadece bu dar kalıp içine hapsetmenin doğru olmayacağı açık.<br /><br />Belki de en önce, şu soruyu sormalıyız: Yeni üretken yatırımlar yapmak isteyen veya görece ileri teknolojiye dayanan ve daha büyük katma değer üretme potansiyeline yatırımlar hangi coğrafyaları tercih ediyor? Bu sorunun cevabı aynı zamanda, “Türkiye ne yaparsa ve nasıl yaparsa ‘nitelikli ve yeni’ yabancı sermayeli yatırımları çekebilir” sorusunun da cevabı olacaktır.<br /><br />Bu sorunun cevabı Türkiye’nin özellikle “altyapısını” yakından ilgilendiriyor. Evet, elbette makroekonomik istikrar, örneğin fiyat istikrarı da yabancı şirketler için önem taşıyor. Fakat bunların ötesinde bakılması gereken çok önemli hususların mevcudiyeti gözden kaçmamalı. Örneğin bir ülkedeki “insan yapısı varlıklar”ın miktar ve kalitesi makroekonomik istikrardan belki çok daha önemli. Çokuluslu şirketler ‘yatırım yeri kararlarını’ verirlerken, konuya iki aşamalı olarak yaklaşıyorlar: İlk aşamada makroekonomik değişkenlerle birlikte, yatırım ve kambiyo mevzuatının serbesti derecesi gibi hususları değerlendiriyorlar. Sonraki ve belki de çok daha önemli olan ikinci aşamadaysa, potansiyel yatırım ülkesindeki ‘insan yapısı’ varlıkların niteliğine bakıyorlar.<br /><br />Belirttiğim gibi Türkiye’ye yabancı sermaye girişi Türkiye’nin “altyapısını” çok yakından ilgilendiriyor. Sadece fiziksel altyapısını değil, beşeri ve kurumsal altyapısını da. Başka bir ifadeyle, Türkiye yurt dışından “nitelikli yeni yatırım” çekebilmek için hem fiziksel altyapını iyileştirmek hem de hem nitelikli işgücü yetiştirip, iş yapma alışkanlıklarını iyileştirmek zorunda. <br /><br />Kentleşme sorunu da konumuzun başlı başına içinde. Örneğin, Ankara’nın ve İç Anadolu Bölgesi’nin daha çok yatırım ve yabancı sermaye çekebilmesi bölgeyi diğer büyük kentlere bağlayan demiryolu, havayolu ve karayolu bağlantılarının durumuna veya Ankara’nın bir yaşam alanı olarak çekiciliğine bağlı. Bunların yanı sıra kentte yaşayan işgücünün niteliği ve aldığı eğitimin kalitesi kilit durumda tabii. Bu son nokta çok önemli, çünkü nitelikli işler nitelikli ve yaratıcı insanları gerektiriyor! <br /><br />Emin Akçaoğlu<br />emin.akcaoglu@ieu.edu.tr<br /><br />Bu yazı Dünya Gazetesi’nin eki olarak dağıtılan OSTİM Organize Sanayi Gazetesi’nin Kasım 2011 sayısında yayınlanmıştır.<br />Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-6045500006301949642011-09-16T00:21:00.001-07:002011-09-27T02:54:08.394-07:00Kobiler dış yatırım yapmalı; Eximbank onları desteklemeli! Nasıl?Bu ayki yazımıza 1720’lerde İngiltere Başbakanı olan Walpole’un bir sözüyle başlayalım: “Hiçbir şey kamuya [İngiltere halkına] sınaî malların ihracatı ve yabancı hammaddelerin ithalatı kadar yarar sağlamaz.” Bu sözün söylendiği ülke İngiltere ve yıl 1720; yani yaklaşık 300 yıl öncesi. İngiltere sanayi devrimini yapıyor, hammadde ithal ediyor ve bunları mamul hâle getirip sınaî mal ihraç ediyor. Walpole şu gerçeği daha o zaman görüyor: Eğer ‘sınaî mal üretiminde kullanılmak üzere’ hammadde ithal ediyorsanız bu size büyük yarar sağlar. Sanayileşme sürecine böyle başlayan İngiltere 1800’lü yılların sonuna gelindiğinde sadece mal ihraç etmekle kalmayan sermaye de ihraç eden ilk ülkeydi. <br /><br />Gelelim şimdi Türkiye’ye ve cari açık ile esasen bunun dayandığı dış ticaret açığı konusuna: Eğer ithal ettiğiniz hammadde ya da yarı mamul maddeye Türkiye’de ciddi katma değer ilâve edip sınaî ürün ihraç edebiliyorsanız kazanıyorsunuz demektir. Fakat malın nihaî fiyatı üzerinden hesaplanacak pay dağılımında büyük lokma sizin midenize gidiyorsa tabii. Aksi halde başkaları karınlarını tıka basa doyururken siz onlardan arta kalanlara razı olmak zorundasınız. Peki büyük lokma nasıl kapılır? Büyük lokma bilmeyi ve daha da önemlisi ‘kontrol edebilmeyi’ gerektirir. Bu konunun elbette pek çok yanı var ama benim vurgulamak istediğim konu yine Türk firmalarının yurt dışındaki doğrudan yatırımları konusu. <br /><br />Dünya Gazetesi’nin 9 Eylül 2011 tarihli nüshasından Yıldız Doğruer imzalı bir haber: “Battaniyeciler Afrika’da DİR nedeniyle rekabet edemiyor. Dahilde İşleme Rejimi (DİR) uygulaması, polyester iplik ihtiyacının yüzde 50’den fazlasının ithal yollarla karşılandığı Türkiye’de battaniye firmalarının ihracatta rekabet şansını azaltıyor.” Çünkü Türk firmaları çok ucuza mal satan Çinli firmalarla rekabet edemiyorlar. Peki ihracatçı firmalarımız ‘kendi çözümlerini’ nasıl üretmişler? Yine aynı habere dönelim: “Sesli Tekstil Genel Müdürü Mehmet Sesli ‘Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki tesisimiz üretimine devam ediyor. […] Şu an vergilerden dolayı Güney Afrika Cumhuriyeti’ne sadece battaniye üretiminde kullanılan hammaddeler ihraç edilebiliyor’ [diyor. …] Seslim Tekstil Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Sesli ‘Çin çok ucuz mal verdiği için Afrika pazarında şansımız kalmıyor. Bizim maliyetlerimiz çok yüksek kalıyor. Afrika’daki kanunlar, sendikalar ve teşvikler dolayısıyla biz de Güney Afrika’da 15 milyon dolarlık bir yatırım gerçekleştirdik ve Afrika’da battaniye üretimine başladık. Türkiye’den gönderdiğimiz hammadde ve ipliği kullanarak üretim gerçekleştiriyoruz. […] Afrika’da tesisimiz olmasa mal satmamız imkânsız. Türkiye’de maliyetlerimiz çok yüksek.’” <br /><br />İşte size, üretim maliyetlerinin Türkiye’deki yükselişinden kaynaklanan iki dış yatırım örneği! Bu iki firma Güney Afrika Cumhuriyeti’ne yatırım yapmışlar çünkü hem pazar hem de etkinlik arıyorlar. Bu Türkiye için ‘sermaye kaçışı’ mı? Kesinlikle hayır. Çünkü bu firmalar eğer doğrudan dış yatırım yapmasalar rekabet güçlerini koruyamayacaklar. O hâlde elbette bir yandan Türkiye’deki yatırım koşulları iyileştirilirken, bir yandan da – şartlar gerektirdiğinde – Türk firmalarının dış yatırımlarının ‘teşvik edilmesi’ gerekiyor. Bu tür teşvik mekanizmalarının başka ülkelerce kullanıldığını yıllardır yazıyorum; seminerlerimde ve derslerimde anlatıyorum.<br /><br />Yazıyı bitirirken <a href="http://www.eminakcaoglu.com/2011/08/devlet-turk-ds-yatrmlarn.html">önceki sayıda da söz ettiğim</a> <a href="http://www.eximbank.gov.tr/">Türk Eximbank</a> konusuna yeniden değinmek istiyorum. Yukarıda gerekli olduğuna işaret ettiğim Türk firmalarının yurt dışındaki yatırımlarına ilişkin teşvik sistemi içinde <a href="http://www.eximbank.gov.tr/">Türk Eximbank</a>’a büyük rol düşüyor. Bir örnek daha vereyim: Türk Eximbank’ın Yurt Dışı Yatırım Sigortası Programı’nı artık en kısa zamanda uygulamaya sokması gerekiyor. Eğer bu program uygulamaya konulursa Türk firmalarının yurt dışındaki yatırımları politik risklere karşı sigorta teminatı altına alınabilecektir. Daha bu yıl Kuzey Afrika’da yaşananlar bunun ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Ayrıca, 6 Nisan 1999 tarihinde <a href="http://www.miga.org/">MIGA</a> ile Türk Eximbank arasında imzalanan bir işbirliği anlaşmasına da işaret edilmesinde yarar var. Söz konusu anlaşma ile Türk Eximbank’ın Türk firmalarının yurt dışındaki doğrudan yatırımlarını <a href="http://www.miga.org/">MIGA</a> ile birlikte sigorta teminatı altına alabilmesi ya da <a href="http://www.eximbank.gov.tr/">Türk Eximbank</a>’ça sağlanacak sigorta desteğinin <a href="http://www.miga.org/">MIGA</a> tarafından reasürans işlemine tâbi tutulması mümkün olabilir.<br /><br />Gelecek ayki yazımda konunun başka yönlerini ele alacağım.<br /><br />Emin Akçaoğlu<br />emin.akcaoglu@ieu.edu.tr<br /><br /><a href="http://www.ostimgazetesi.com/images/archive/eylul2011.pdf">Bu yazı Dünya Gazetesi'nin eki olarak dağıtılan OSTİM Organize Sanayi Gazetesi'nin Eylül 2011 sayısında (sayfa 11) yayınlanmıştır.</a><br />========================<br />İlâve bilgi için: <a href="http://www.miga.org/documents/IGG07tur.pdf">MIGA Yatırım Garanti Kılavuzu (Türkçe)</a>Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-39731406596699350012011-08-12T05:25:00.000-07:002011-08-19T00:16:03.129-07:00Devlet Türk dış yatırımlarını desteklemelidirKonuya Türkiye’nin gittikçe büyüyen cari işlemler açığının dayandığı dış ticaret açığı konusundan başlayalım. Türkiye’nin dış ticaret açığının çok önemli bir kısmı ara malı ve yatırım malı ithalatından kaynaklanıyor. Türkiye ekonomisi büyüdükçe dış ticaret açığı ve cari işlemler açığı da büyüyor. İşin aslı bunun tam tersi: Dış ticaret açığı ve cari işlemler açığı büyüdükçe Türkiye ekonomisi büyüyor. Bu süreçte ihracat büyüdükçe ithalat da büyüyor: Girdi ithal etmeden mal üretemiyor ve tabii ihracat yapamıyoruz. İthalata konu girdi kalemlerinin başında enerji var. Türkiye maalesef yeterince enerji üretemiyor. Sadece enerji de değil diğer pekçok ara malını da üretemiyor. Bu durum sadece Türkiye’ye de özgü değil. Günümüzün dünya ekonomisinde tüm ülkeler adeta bir üretim bandınının üzerine yerleştirilmiş durumdalar. Banttaki yeriniz bir bakıma katma değer (veya üretim) zincirindeki ya da hiyerarşisindeki yerinizi gösteriyor. Herbir ülke diğerleriyle girdi-çıktı bağlantıları üzerinden işbirliği yapmak zorunda.
<br />
<br />O halde, dış ticaret açığını ve dolayısıyla cari işlemler açığını – risk algısını bozmayacak – daha makul seviyelere çekmemiz gerekiyor. Bunu yapabilmek için döviz kurları ya da faiz hadleri yardımıyla alınabilecek tedbirlerin yeterli olması mümkün değil. Kamuoyunda sürekli yinelendiği ve yukarıda da özetlendiği gibi sorun “yapısal”. Başka bir ifadeyle üretim sistemimizin mevcut yapısı – doğası gereği – “açık” üretiyor.
<br />
<br />Fakat konu bu kadar basit değil. Belirtiğim gibi bütün ülkelerin üretim sistemleri diğerlerininkiyle entegre. Üstelik dünya ekonomisinde uluslararası ilişkiler sadece ticaret üzerinden yürümüyor. Yabancı sermayeli doğrudan yatırımlar (doğrudan dış yatırımlar veya kısaca dış yatırımlar) ticaretten daha önemli. Çünkü uluslararası ticaretin çok önemli bir bölümü çokuluslu şirketlerin kendi bünyeleri içinde yapılıyor. Örneğin, bir çokuluslu şirketin Türkiye’deki kolu, şirketin Japonya’daki merkezine veya Polonya’daki diğer koluna ihracat yapıyor veya oralardan Türkiye’ye ithalat yapıyor. Dolayısıyla, görünürde Türkiye dış ticaret yapıyor ama bu süreç bütünüyle bir şirketin kendi içinde ve kontrolünde cerayan ediyor. Bu alınması gereken tedbirlerin dış ticareti aşan ve dış yatırımları da kavrayan bir yapıya sahip olmasını gerektiriyor.
<br />
<br />Yeniden ilk başladığımız yere dönelim: Büyüyen cari işlemler açığına ve bunun dayandığı dış ticaret açığına. Deniyor ki: “İthalatımızın önemli bir kısmını aramalı ve yatırım malı ithalatı oluşturuyorsa, bunların en azından bir kısmını içeride üretmek için tedbir almalıyız.” Doğru mu? Doğru! Bu yaklaşımın teknik adı ithâl ikameciliktir. Fakat sorun şuradadır: Günümüzdeki kadar bütünleşmiş bir dünya ekonomisinde ithal ikâmeci politikaların kullanılması eskisi kadar kolay değildir. Gelin birlikte akıl yürütelim: Bu girdileri üretmek yerine ithal ediyor oluşumuz, ekonomimizin yapısal kısıtları içinde piyasa koşullarınca dayatılmıyor mu? Başka bir ifadeyle: Biz bu malları esasen daha ucuz veya kaliteli oldukları için ithal etmiyor muyuz? Eğer öyleyse bu malları içeride üretmeye kalkışmak piyasa koşullarının dayattığı rekabetçi kaygıları bertaraf etmek için bir yerden başka bir yere kaynak aktarımını gerektirmeyecek midir? Örnek verirsek, Çin’den ithal ediyor olduğunuz girdiyi Türkiye’de navlun dahil ithal fiyatının üzerinde bir fiyatla üretemezsiniz. Eğer üretmekte ısrarlı olursanız, satamazsınız. Satabilmek için birilerinin üreticiye herhangi bir biçimde sübvansiyon vermesi gerekecektir. Bu şartlar altında ikinci seçenek Çin’den ithalatı kısıtlamak olacaktır. Bu ise içeride üretilmeye başlanan girdinin bir ihraç ürününün üretiminde kullanılması hâlinde, ihraç ürününün dış pazardaki rekabet gücünü (eğer fiyat önemli bir rekabet unsuruysa) azaltacaktır. Tüm bu söylediklerim “Türkiye dış ticaret açığını daraltmak için ara malı üretimini kısmen bile olsa içeriye kaydıramaz” demek değildir. Elbette ara mallarını yurt içinde üretme imkânları araştırılmalıdır. Yeni kurulan Ekonomi Bakanlığı’nın “Girdi Tedarik Sistemi Projesi”nin amacı da bu olsa gerektir.
<br />
<br />O halde, Türkiye ara malı üretimi konusunu gündeminde tutmalı ve bu yönde stratejiler geliştirmelidir fakat Türkiye’nin dikkatle değerlendirmesi gereken bir başka konu, bu sorunun çözümünde dış yatırımların bir seçenek olup olmadığının araştırılmasıdır. Örneğin şu sorulara cevap aranmalıdır: İthal ettiğimiz ara mallarını üreten yabancı firmaları satın alabilir miyiz? Veya faktör donanımları itibarıyla bu malların üretiminde görece rekabetçi olan ülkelerde – firma satın alma seçeneğinin yanı sıra – yeni firma kurarak sıfırdan yatırım yapabilir miyiz?
<br />
<br />Bu söylediklerim bazı başka ülkeler tarafından başarıyla uygulanmıştır ve uygulanmaktadır. Bize çarpıcı örnekler sunabilecek iki ülke geçmişteki uygulamalarıyla Japonya bugünkü uygulamalarıyla Çin’dir. İlki geriden gelip Batılı sanayilaşmiş ülkeleri yakalamıştır; diğerinin ise yakalayacağı neredeyse kesindir. Japonya ve Çin girdi ihtiyaçlarını karşılamak için doğrudan dış yatırımları bir stratejik araç olarak kullanıyorlar. Burada özellikle hammadde kaynaklarına erişimle ilgili Çin örneğini bir kenara bırakarak Japonya’ya odaklanmak istiyorum.
<br />
<br />Japon devleti İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönem boyunca Japon firmalarının dış yatırımlarını “sübvanse edilen” krediler ve dış yatırım sigortası vasıtasıya desteklemiştir. Bir ülkenin kendi topraklarındaki sınaî yapıyı genişletmek yerine kendi firmalarınca başka ülkelere yatırım yapılmasını desteklemesi ilk bakışta tuhaf görünebilir. Japon devleti dış yatırımları destekleyerek özellikle hem yerli endüstrilerin ihtiyaç duyduğu girdilerin sağlanmasını güvenceye almayı hem de nisbî rekabet gücü gerileyen Japon firmalarının dış pazarlardaki payını muhafazayı amaçlamıştır. Japonya’da üretimi sürdürerek dış pazarlarda rekabet edemeyecek duruma gelen tekstil gibi endüstrilerin diğer Uzak Doğu Asya ülkelerine kaydırılması bu alanda çalışan Japon firmalarının daha uzun süre yaşamasını sağlamıştır. Söylediğim gibi Japon devleti bu tür yatırımlara girişen firmalara hem ucuz kredi hem de yatırım sigortası desteği vermiştir. Bu amaçla kullanılan kurum ise başta Japon Eximbank’ı olmuştur. 1953 ve 1999 yılları arasında Japonya’nın kendi firmalarının dış yatırımlarına verdiği finansal desteğin toplam tutarı 69,5 milyar dolardır. Bu tutar aynı dönemde Japon firmalarının yurt dışında yaptıkları dış yatırımların %10’una karşılık gelmektedir.
<br />
<br />Şimdi gelelim sadede: Türkiye’de devlet Türk firmalarının dış yatırımlarını desteklemelidir. Bu amaçla kullanılabilecek en uygun aygıt (kurum) Türk Eximbank’tır. Devlet Yatırım Bankası’nın 1987’de Türk Eximbank’a dönüştürülmesini izleyen dönemde eski Doğu Bloku ülkelerindeki rejim değişiklikleriyle birlikte ortaya çıkan fırsat bu kurum tarafından Türkiye lehine çok iyi değerlendirilmiştir. Şimdiki aşamada yine bu tür bir özel misyon gündeme getirilmelidir.
<br />
<br />Türk Eximbank'ın kuruluş kanunun da böyle bir çalışma için elverişli olduğu düşünülmektedir. 3332 Sayılı Kanun'un 7. Maddesi "Bankanın Amaç ve Faaliyet Konuları"nı şu şekilde tanımlamaktadır: "Banka'nın amacı; ihracatın geliştirilmesi, ihraç edilen mal ve hizmetlerin çeşitlendirilmesi, ihraç mallarına yeni pazarlar kazandırılması, ihracatçıların uluslararası ticarette paylarının artırılması, ihracatçılar ve yurt dışında faaliyet gösteren müteahhitler ve yatırımcılara uluslararası piyasalarda rekabet gücü ve güvence sağlanması, yurt dışında yapılacak yatırımlar ile ihracat veya döviz kazandırma maksadına yönelik yatırım malları üretim ve satışının desteklenerek teşvik edilmesidir." ... (Bu kapsamda Banka) "Yurt dışı müteahhitlik hizmetleri ile dış yatırımların geliştirilmesi için kredi açar, finansmanına katılır, sigorta ve garanti sağlar."
<br />
<br />Son bir not: İhracat kredileri OECD ve Dünya Ticaret Örgütü’nün düzenlemelerine tâbidir. Dolayısıyla, bu alanlarda devlet desteğinde manevra alanı dardır. Fakat doğrudan dış yatırımlar için bu geçerli değil. Sonraki yazılarda Eximbank’ın Türk dış yatırımlarını nasıl destekleyebileceğine değineceğim.
<br />
<br />Kaynaklar:
<br />Akçaoğlu, E. (2001). Türk Firmalarının Dış Yatırımları ve Türk Eximbank, Uzmanlık Tezi, Türkiye İhracat Kredi Bankası, Ankara.
<br />Solis, M. (2003). “Adjustment Through Globalization – The Role of State FDI Finance”, Japan’s Managed Globalization – Adapting to the Twenty-first Century adlı kitabın (Editörler: U. Schade ve W. Grimes) içinde. M.E.Sharpe, Armonk.
<br />
<br />
<br /><a href="http://www.ostimgazetesi.com/images/archive/agustos2011.pdf">Bu yazı Dünya Gazetesi’nin eki olarak dağıtılan OSTİM Organize Sanayi Gazetesi’nin Agustos 2011 sayısında (sayfa 20) yayınlanmıştır.</a>Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-52675533715710778042011-08-11T13:14:00.000-07:002011-09-22T01:08:01.188-07:00Yabancı sermaye cephesinde durumTürkiye’ye 2010 yılında gelen yabancı sermaye tutarı bir önceki yıla (2009’da 8,4 milyar dolar) göre %8,3 artışla 9,1 milyara dolara ulaştı. Fakat bu tutar 2007’deki 22 milyar dolarlık rekor girişle kıyaslandığında, belirgin bir gelişme olmadığı görülüyor. Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin dikkat çektiği sadece üç yıl var: 2006 (20,2 milyar dolar), 2007 (22 milyar dolar) ve 2008 (19,5 milyar dolar). Bu yılların özelliğiyse hem Türk Telekom gibi büyük çaplı özelleştirmelerin hem de özellikle banka satışları gibi özel sektörde büyük hacimli el değiştirmelerin bu yıllarda yaşanması. Dolayısıyla, rekor düzeylere ulaşan yabancı sermaye girişleri de aslında yeni yatırımlara dayanmıyor. <br /><br />Kısacası, yabancı sermaye – az ya da çok – geliyor; fakat bu mevcut sermaye stokunda artış yaratmıyor. Çünkü aslında daha önce yerli şirketlere ya da devlete ait olan varlıklar yabancılar tarafından satın alınıyor. Elbette, bu tür girişlerin de türlü katkılar sağlayabileceği ileri sürülebilir ama bu konuda “büyük gürültü” kopartılıyorsa, ülkeye giren yabancı sermayenin üretkenliğine ya da ülkenin toplam sermaye stokuna ne kattığına bakmak gerekir. Benzer şekilde, teknoloji transferine veya genel olarak yabancı sermayenin girdiği ülkenin iş yapmada bilinen bilgi birikimine katkısına da bakılmalı.<br /><br />Üzerinde hassasiyetle durulması gereken esas soru şu: Yeni üretken yatırımlar yapmak isteyen veya görece ileri teknolojiye dayanan ve daha büyük katma değer üretme potansiyeline yatırımlar nasıl coğrafyaları tercih ediyor? Bu sorunun cevabı aynı zamanda, “Türkiye ne yaparsa ve nasıl yaparsa ‘nitelikli ve yeni’ yabancı sermayeli yatırımları çekebilir” sorusunun da cevabı.<br /><br />Bu sorunun cevabı Türkiye’nin özellikle “altyapısını” yakından ilgilendiriyor. Sadece fiziksel altyapısını değil, beşeri ve kurumsal altyapısını da. Başka bir ifadeyle, Türkiye yurt dışından “nitelikli yeni yatırım” çekebilmek için hem fiziksel altyapını iyileştirmek hem de nitelikli işgücü yetiştirip, iş yapma alışkanlıklarını iyileştirmek zorunda. Kentleşme sorunu konumuzun başlı başına içinde. Örneğin, İzmir’in ve Ege Bölgesi’nin daha çok yatırım ve yabancı sermaye çekebilmesi bölgedeki liman kapasitesinden, İzmir’i diğer büyük kentlere bağlayan demiryolu ve karayolu bağlantılarının durumuna veya kentin bir yaşam alanı olarak çekiciliğine bağlı. Bunların yanı sıra kentte yaşayan işgücünün niteliği ve aldığı eğitimin kalitesi kilit durumda tabii. Bu son nokta çok önemli, çünkü nitelikli işler nitelikli ve yaratıcı insanları gerektiriyor! <br /><br />Bu yazı Yeni Asır Gazetesi'nin 26 Ağustos 2011 tarihli "Ekonomi 2011" başlıklı özel sayısının 13. sayfasında yayınlanmıştır.Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-34683631857854368602011-07-28T06:30:00.001-07:002011-09-22T01:09:00.234-07:00Dış ticaret cephesinde durumTürkiye’nin ihracatı hızla artıyor. 1990’da yaklaşık 13 milyar dolar düzeyinde olan toplam ihracat 2010’da 120 milyar doları aşmış durumda. Bu iyi haber. Kötü haber ise ithalatın daha da hızlı artıyor oluşu. Toplam ithalat 1990’da 22,4 milyar dolarken dış ticaret açığı yaklaşık 9,5 milyar dolardı. 2010’da ise ithalat 177,3 milyara ve dış ticaret açığı 56,5 milyar dolara erişti. Aynı trend 2011’in ilk beş ayında da sürdü. Mayıs sonu itibarıyla 57,3 milyar dolarlık ihracata karşı 94,3 milyar dolar ithalat yapılması sebebiyle 37 milyar dolarlık dış ticaret açığı verdik. Merkez Bankası tarafından açıklanan ödemeler dengesi verilerine göre, geçen yılın (2010) ilk 5 ayında 16,8 milyar dolar düzeyinde olan cari işlemler açığı bu yıl aynı dönemde 37,3 milyar dolara ulaştı.<br /><br />Türkiye ekonomisinin 2010 yılında %8,9 oranında büyüdüğü dikkate alındığında, ithalattaki bu artış şaşırtıcı değil. Çünkü yıllar itibarıyla Türkiye ekonomisinin büyüme oranlarıyla ithalat ve ihracat düzeyleri arasında dikkat çekici bir paralellik mevcut. Hatırlanacaktır; küresel krizin etkisiyle 2009 yılında ekonomimiz %4,8 küçüldüğünde, ithalat ve ihracatımız da bir önceki yıla kıyasla ciddi oranlarda (sırasıyla yaklaşık %30 ve % 23) azalmış ve dış ticaret açığımız 24,9 milyar dolarla son yılların en küçüğü olmuştu.<br /><br />Türkiye ekonomisinin işleyişi büyük ölçüde ithal girdi kullanımına dayanıyor. Örneğin, 2010 yılında ara malı ithalatı toplam ithalatın %71’ini, enerji dışı ara malı ithalatı ise %64’ünü oluşturuyordu. Dış ticaret açığındaki giderek artan büyümenin bu yapısal soruna dayandığı dikkate alındığında, yapılması gerekenin Türkiye’nin hem enerji de hem de enerji dışındaki ara mallarında dışa bağımlılığının azaltılması olduğu görülüyor. Aksi hâlde bu durumun sürmesi kaçınılmaz olduğu gibi, sık sık gündeme gelen cari işlemler açığı kaygısının bertarafı mümkün değildir. İşaret edilen sorunun çözümü ise uzun vadeli bir perspektifi gerektiriyor.<br /><br />Belki bu aşamada kur hareketlerine de bakmakta fayda var. Çünkü çok uzun bir süre Türk Lirası’nın yabancı paralar karşısında ‘aşırı değerlenmiş’ olduğu iddia edilirken yaklaşık son bir yıldır kurlar TL’nin aleyhine değişiyor. Kasım 2010’a göre dolar ve eurodan oluşan döviz sepeti TL karşısında yaklaşık %25 oranında değerlenmiş durumda. Bir görüşe göre bu cari açık kaygısının yatırımcıları dövize yöneltmesinden kaynaklanıyor. Bir başka görüş ise, Merkez Bankası’nın (hükümetin) bir süre önce borçlanmayı zorlaştırmaya dönük politikalar üzerinden ithalatı kısmaya çalışmasının beklenen sonucu vermemesi sebebiyle, bu kez döviz kurları üzerinden aynı sonuca ulaşma çabasına işaret ediyor. Öyle ya da böyle, büyüyen cari açık ve yükselen kurlar arasında yakın bir ilişki bulunduğu şüphesiz. <br /><br />Peki ithalatın nesi kötü? Genellikle ihracat övülürken ithalat yerilir. Oysa, herşeyden evvel şunu not etmek gerekiyor: İşin özüne bakıldığında ithalat artışı refah artışı demektir. Çünkü kullanımınızdaki malların ya da hizmetlerin çokluğu refahınızı artırır. Bu, çarşıya çıkıp istediğiniz herşeyi alabilmekten farksızdır. O hâlde esas konu satın almanın ya da ‘ithalatın nasıl finanse edildiğidir’. Eğer çarşıya çıkıp hesabınızda para olmaksızın, satın aldığınız herşeyi kredi kartıyla veya borçlanarak ödüyorsanız, bunun hüsranla biten bir sonu olacaktır. Aynı durum ülkelerin ithalatı için de geçerlidir. İhracatın önemi işte bu noktada belirginleşir. İhracat, ithalat yapabilmek için döviz kazanma işidir.<br /><br />Bu yazı Yeni Asır Gazetesi'nin 26 Ağustos 2011 tarihli "Ekonomi 2011" başlıklı özel sayısının 13. sayfasında yayınlanmıştır.Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-29720088968262880522011-07-15T04:36:00.000-07:002011-09-27T02:58:10.973-07:00Rekabet gücü nasıl artar?Elimin altında iki kitap var: İlki ‘<a href="http://www.dogankitap.com.tr/kitap/%C4%B0srailin+Ekonomik+Mucizesinin+%C3%96yk%C3%BCs%C3%BC-1498">İsrail’in Ekonomik Mucizesinin Öyküsü</a>’ (Yazarlar: Dan Senor ve Saul Singer, Yayıncı: Doğan Kitap). İkincisi ‘<a href="http://www.mediacatonline.com/Home/HaberDetay/?haberid=51912">Yaratıcı Sınıf Adres Değiştiriyor</a>’ (Yazarı: Richard Florida, Yayıncı: MediaCat). <br /><br />İlk kitapta, çölün ortasında ve kendisini çevreleyen bütün komşularının düşmanlığına rağmen, 1948’de kurulan İsrail’in bu kadar kısa zamanda nasıl böylesine rekabetçi teknoloji şirketleri yaratabildiği araştırılıyor. İkinci kitapta ise teknoloji ve yenilik üreten ve kabaca dünya nüfusu içinde 150 milyon kişiden oluşan “yaratıcı sınıfın” bugüne kadar en çok tercih ettiği ülke olan Amerika Birleşik Devletleri’ni niçin eskisi kadar çekici bulmadığı anlatılıyor. <br /><br />Her iki kitabın ortak noktası “yaratıcılık” kavramına yaptıkları vurgu: İsrail ekonomi ve teknoloji kulvarlarında başarıyla ilerliyor; çünkü yaratıcılığı, girişimciliği, kendine güveni besleyen bir çevre yaratabilmiş durumda. Öte yandan, ABD’ni bir süper güç hâline getiren yığınla sebep arasındaki en önemlilerinden biri bu ülkenin şimdiye kadar dünyanın her yanından en yetenekli, en çalışkan ve daha da önemlisi en yaratıcı insanları kendi topraklarına çekebilmiş olması.<br /><br />Şimdi gelelim bu yazının başındaki soruya: Rekabet gücü nasıl artar? Bu soruyu hem her Türk firması hem de Türkiye’de ekonomi ile ilişkili alanlarda sorumluluk üstlenen siyasetçiler, bürokratlar ve toplum önderleri kendilerine sormak ve cevaplamak zorundalar. Ve soruya cevap aranırken andığımız iki kitaptaki “yaratıcılık” vurgusuna da mutlaka yer vermeliler: Türkiye yaratıcılığa ne kadar önem veriyor? Türkiye’de okullarda ve üniversitelerde yaratıcılık (ve girişimcilik) ne kadar önemseniyor? Türkiye’de siyasetçiler ve bürokratlar yaratıcılığı özendiren veya yeşerten bir atmosfer yaratma gayreti içindeler mi? Öyle iseler ne ölçüde başarılılar? Bu sorular uzayıp gider... Benzer soruları firmalar açısından cevaplanmak üzere de sorabiliriz. <br /><br />Şimdi burada durup düşünelim: Çoğunlukla kurumlardan (örneğin, devlet kurumları ya da firmalardan) söz ederken bunlar sanki bağımsız canlı organizmalarmış gibi konuşuyoruz. Oysa kurumlar insanlardan oluşuyor ve her birinin en tepesinde “sadece bir kişi” var. Belki o kişilerden biri de sizsiniz. Büyük ihtimalle bir firmanın üst düzey yöneticisisiniz. O halde lûtfen kendinize sorun: Yönetiyor olduğunuz firmada (kurumda) yaratıcılığı hâkikaten özendiriyor musunuz? Kendinize karşı dürüst olun lûtfen! Eğer cevabınız “hayır” ise niçin? <br /><br />Bu konu burada bitmez; daha üzerinde konuşulması gereken yığınla yanı olduğu kuşkusuz. Fakat hemen, bu konuyu Ostim Gazetesi’nde daha önce yayınlanan yazılarımda sözünü ettiğim bir başka konuyla, ‘Türk firmalarının yurt dışında yatırım yapması konusuyla’ ilişkilendirmek istiyorum. “Rekabet gücü nasıl artar” sorusunun kendisi, rakipleriniz olduğunu söylüyor. Rakipleriniz varsa onlardan daha iyi olmak zorundasınız. Yaptığınız işi daha iyi yapmak zorundasınız. Kendinizi farklılaştırmalısınız. Rakiplerinize kıyasla bazı üstünlüklere sahip olmalısınız. Üstelik konumunuzu koruyabilmek adına sürekli yenilenmeli, gelecek trendlerini öngörebilmeli, bu trendlerin gereklerine göre bir adım öne geçebilmelisiniz. Bu istikamette söylenebilecek yığınla sözün içine gizlenmiş ve aslında hepimizin bildiği, üstelik sürekli tekrarlan “yenilik” (inovasyon) kavramına geldik yine. Evet evet, eğer rekabet gücünüzü artırmak istiyorsanız yenilik üretebilmelisiniz. Nasıl peki? Tabii ki yaratıcı insanlardan oluşan bir firma (ya da kurum) oluşturarak... Çok ama çok rekabetçi bir firma olmak istiyorsanız eğer, bir “yaratıcılık mıknatısı” yaratmalısınız. “Eee peki dış yatırım bunun neresinde” diye soruyorsunuz şimdi de değil mi? <br /><br />Ne demiş atalarımız: “İlim Çin’de bile olsa gidip alınız!” Dış yatırım konusu işte tam burada: Yaratıcılık, yenilikçilik, rekabetçilik nerede ise gidip “alacaksınız”. Satın alacaksınız! Parayı bastırıp alacaksınız. Firmaysa firma, adamsa adam, çevreyse çevre. Yaratıcı sınıf neredeyse siz de orada olacaksınız. Akademik literatürde buna “stratejik varlık arayan dış yatırımlar” deniyor. <br /><br />Fakat, bununla da kalmayacaksınız: Kendi firmanızın (kurumunuzun) içine yaratıcılığı yeşerten bir hava üfleyeceksiniz. Çevrenize yaratıcı, bilgili ve girişimci insanlar toplayacaksınız. “Gidip Çin’den aldıklarınızı” hâkikaten kullanabilir hâle gelmek için bunu yapmak zorundasınız. Biliyorum bu işler kolay değil. Kolay olsaydı herkes yapardı zaten. Ama unutmayalım: Refahı üreten insanın ta kendisi. Herşeyi insan yapıyor. İsrail’de çölü ormanlaştıran da insan, Türkiye’de ormanı çölleştiren de.<br /><br />İsterseniz, önce adını verdiğim kitapları okuyun. Sonra? Sonrası gelecek aya... <br /><br />Emin Akçaoğlu<br />emin.akcaoglu@ieu.edu.tr<br /><br /><a href="http://www.ostimgazetesi.com/images/archive/temmuz2011.pdf">Bu yazı Dünya Gazetesi’nin eki olarak dağıtılan OSTİM Organize Sanayi Gazetesi’nin Temmuz 2011 sayısında yayınlanmıştır.</a>Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-210515041715200912011-07-07T13:57:00.000-07:002011-07-18T03:33:14.359-07:00Gözünüz dışarıda olsun. Korkmayın eşiniz bu defa kızmaz.Ürününüzü nereye satıyorsunuz? İç pazara mı yoksa dış pazara mı? Belki her ikisine birden. Peki cironuzun yarıdan fazlası nereden geliyor? Yurt içinden mi dışından mı? Yani ihracat yapıyor musunuz? Yapmıyorsanız bile “dış pazardan bana ne?” diyebilir misiniz? Çünkü rakipleriniz sadece yerli firmalar olmasa gerek. Çok istisnaî koşullarda bile bugün öyle olsa da yarın olamaz. Artık iç pazar – dış pazar diye bir ayrım yapmanın imkânı yok. Sadece “pazar” var. Siz başka ülkelerin pazarlarına yönelmesiniz bile yabancı firmalar sizin iç pazarınıza yöneliyorlar. O halde gözünüz dışarıda olsun.<br /><br />Her geçen gün uluslararası rekabetin kızışıyor olduğunu siz benden daha iyi hissediyor olmalısınız. Çoğunuz görece küçük firmaların sahipleri ya da yöneticilerisiniz. Bazı işlerin boyunuzu aştığını düşünebilirsiniz. Ama bu doğru değil. Sadece büyük firmaların girişebileceği düşünülen bazı işleri küçükler de yapabilir. Önce firmanıza bir bakın. Ürününüz ne? En iyi yaptığınız iş ne? Mevcut ürününüzle daha ne kadar devam edebilirsiniz? Üstünüzdeki rekabet baskısı gün geçtikçe artıyor mu? Bu baskıyı yaratanlar kim? Rakipleriniz kim? Rakiplerinizin size kıyasla üstünlüklerinin kaynağı ne?<br /><br />Şimdilik sadece iç piyasaya ürün satan bir firma olsanız bile uluslararası rekabet baskısını az ya da çok hissediyor olmalısınız. Eğer şimdiye kadar dışa açılmayı düşünmediyseniz, ya şimdi? Seçeneklerinizi biliyor olmalısınız: İhracat ilk akla geleni örneğin. Fakat bu noktada durup yeniden bir hususa yoğunlaşalım: Ürününüz ne? Mevcut ürününüzle daha ne kadar devam edebilirsiniz? İşte bu soru çok kritik! Daha ne kadar? Finansal verilerinize bir kez daha bakın lûtfen: Büyüme hızınız yeterli mi? Büyüyor musunuz yoksa yerinizde mi sayıyorsunuz? Sahip olduğunuz becerileri ya da yetkinlikleri geliştiriyor musunuz? Evet mi hayır mı? Büyüyorsanız, kaynağı ne? Ürün geliştirme çabanız var mı? Küçücük bir firma olsanız dahi bu soru afakî görünmesin size. Herşey yöneticinin kafasının içinde başlamıyor mu? Hani o televizyon reklamındaki gibi. Ne diyor reklamdaki işadamı? “Yıllar önce işe başladığımda ne bu ofis, ne bu insanlar vardı. Sadece bir masa ve bir sandalye!” O tek masayı ve sandalyeyi koca bir iş modeline çeviren o işadamının vizyonu değil mi? Büyük düşünün! Değeri yaratan insan: İnsan fikri, insan eli. Ama özellikle fikir: Yeni fikir. Nam-ı diğer inovasyon kavramının üzerinde hâlâ çok konuşuluyor ve muhtemelen sürekli de konuşulacak. Siz inovasyon yapıyor musunuz? <br /><br />Okuduysanız hatırlarsınız: OSTİM Gazetesi’nde geçen ayki yazımda size yurt dışında firma avlamayı önermiştim. İşte yukarıda sizi bunaltan sorular yine o yazıdaki anafikre dayanıyor. Tabii bu konu özellikle küçük firmalar söz konusu olduğunda devleti de çok yakından ilgilendiriyor. Bu alanda devletin öncülüğü olmasa bile desteği gerekiyor. Devlet desteğiyle “yurt dışında firma avlamalı”. Ama niçin? Herşeyin ötesinde inovasyon için! Tasarım için! Marka değeri için. Değer zincirinde terfi etmek için. Daha sayayım mı? <br /><br />Fakat maaselef, bugün bile Türk firmalarının dış yatırımları bazılarınca ‘sermaye kaçışı’ olarak değerlendiriliyor. Aslında sermaye kaçmıyor! Sermaye çıkış yolu arıyor. Rekabet gücünü artıracak bir çıkış yolu arıyor. Daha önce de yazdım; ‘sermaye kaçışı’ merkezli bir bakış açısının gerçekçi olmadığının izahı için, bu konuya Türkiye’ye giren yabancı sermayeli doğrudan yatırımlar konusuyla birlikte bakılmalı. Bu iki olgu aynı gerçekliğin farklı yüzleri biçiminde ele alınmalı. Hep vurguladığım gibi burada genellikle ‘atlanılan’ husus doğrudan dış yatırım davranışının sermaye transferinden öte bir sermaye birikim modeli olduğu gerçeğidir. Başka bir ifadeyle, dış yatırım yapan firmalar sınır ötesi yatırımlara sermaye birikimlerini büyütmek gayesiyle girişirler. Bu, doğal olarak bir rekabet stratejisidir ve gerisinde sadece ‘pazara erişim’ olabileceği gibi başlı başına ‘yatırımların finansmanı / sermayeye erişim’ ve/veya ‘sermaye benzeri aktiflere erişim’ de bulunabilir. Örneğin doğrudan dış yatırımların, Türk iş dünyasının gündemindeki ‘inovasyon’ ve ‘markalaşma’ gibi uluslararası rekabet gücüyle ilişkilendirilen diğer hususlarda mesafe alınabilmesi bakımından da bir stratejik araç olduğu hatırda tutulmalıdır. Ne mutlu ki sanayileşmiş ülkelerde doğrudan yatırım yapmak vasıtasıyla, araştırma-geliştirme, inovasyon ve markalaşma imkânlarına erişimin daha kolay mümkün olabildiği, faklı sektörlerde faal az sayıdaki Türk firması tarafından kavranılmıştır. Bu firmalar Türkiye’nin en rekabetçi firmalarıdır. Bu tür girişimlerin özellikle ‘yurt dışında firma satın alma stratejilerine’ dayandırılmasının yararlı olacağını anlamak zor değil. Ayrıca, yurt dışında firma satın alarak dış pazarlara açılmak yurt içinde yabancı sermayeli bir firma tarafından ‘satın alınma riski’nin bertarafı bakımından da fayda sağlayabilir. <br /><br />Peki ya devlet desteği meselesi? Söylenecek çok söz var ve peyderpey söyleyeceğiz! Türk Eximbank’tan başlayalım mı? Türk Eximbank Türkiye’nin resmi destekli ihracat kredi kurumu. Türk firmalarının yurt dışındaki doğrudan yatırımları da bu bankanın faaliyet alanına giriyor. Türk Eximbank’ın Türk firmalarının dış yatırımlarını desteklemesinin zamanı çoktan gelmiş hatta geçmektedir. Örneğin, özellikle “dış yatırım sigortası programının” artık bir an önce uygulamaya sokulması gereklidir. <br /><br />Yazı yine uzadı sanırım. O hâlde şimdilik burada keselim. <br /><br />Özetle: Gözünüz dışarıda olsun!<br /><br /><a href="http://www.ostimgazetesi.com/images/archive/haziran2011.pdf">Bu yazı Dünya Gazetesi’nin eki olarak dağıtılan OSTİM Organize Sanayi Gazetesi’nin Haziran 2011 sayısında (sayfa 18) yayınlanmıştır.</a>Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-16062946618041716452011-05-24T09:50:00.000-07:002011-05-24T10:24:16.691-07:00Yurt dışında firma avlamalıKriz fırsat olabilir mi? Evet! İktisat tarihi bunun örnekleriyle doludur. Kriz bazıları için felâkettir, bazıları içinse fırsat. Dünyanın gelişmiş ülkelerinden bazıları krizin etkileriyle hâlâ boğuşuyorlar. Bazılarının felâketi başkalarının fırsatı olabilir.<br /><br />Türk firmaları eklemlendikleri küresel değer zinciri üzerinde terfi etmek istiyor. Bu aslında bir zorunluluk: Eğer yaratılan nihaî değer içindeki payınızın büyümesini istiyorsanız, değer zinciri hiyerarşisinde yukarılara çıkmanız, başka bir ifadeyle terfi etmeniz şart. O hâlde firmanız rakiplerine kıyasla bazı üstünlüklere ya da avantajlara sahip olmalı. Meselâ daha üstün teknoloji, pazarlama becerisi, dağıtım zincirini kontrol gücü ya da örgütsel kapasite... Türk firmalarının kendilerini bu hususlarda geliştirmeleri gerekiyor. Hem de süratle. Peki nasıl? İşin özü öğrenmek kavramında saklı. Yeni becerilerin başkalarından öğrenilmesi ve içselleştirilmesi amaca ulaşmada belki de en kestirme yol. Öğrenmenin ve içselleştirmenin de türlü yolları var tabii… Acaba bunlardan biri, işaret edilen türden üstünlüklere sahip olan yabancı firmaların satın alınması olabilir mi? Niçin olmasın! Yurt dışında yatırım yapmak sanıldığı kadar da zor değil artık. Ve en önemlisi sadece büyük firmaların gücünün yetebileceği kadar zor değil. Görece küçük firmaların da dış yatırımcı olması bal gibi mümkün. Daha da önemlisi mümkün olduğu kadar gerekli. Bakın neden. <br /><br />Profesör Dunning firmaların kendi ülkelerinden başka ülkelerde yaptıkları doğrudan yatırımları (doğrudan dış yatırımları) “pazar arayanlar”, “etkinlik arayanlar”, “kaynak arayanlar” ve “stratejik aktif arayanlar” biçiminde sınıflıyor. Bunların arasında özellikle “stratejik aktif” arayışının üzerinde durmamızda fayda var. Örneklerle açıklayalım isterseniz. Ülker 850 milyon dolar ödeyip Godiva’yı niçin satın aldı? Cevap basit: Çünkü Godiva markası Ülker için stratejik bir aktif; Batılı pazarlara açılmanın bir aracı. Bu marka değil teknoloji de olabilirdi.<br /><br /><a href="http://www.china-europe-usa.com/level_4_data/hum/011_7b.htm">Avrupa ülkeleri ciddi bir nüfus sorunuyla karşı karşıyalar.</a> Nüfusları artmıyor hatta geriliyor. Bu durum Avrupa’nın ekonomisini de yakından ilgilendiriyor. Konu sadece sosyal güvenlik sisteminin tıkanmasından ibaret değil. Aile firmaları söz konusu olduğunda, bir firmanın yönetimini üstlenebilecek gençlerin arkadan gelmemesi hâlinde bu firmanın yaşabilmesi kolay mı? Bu durumda bir işadamı olsanız ne yaparsınız? Belki de en kolayı firmanızı satmak olurdu değil mi? <br /><br />Sözün kısası özellikle Avrupa’da (ki bize hem coğrafi hem de psikolojik olarak hayli yakın) ve Amerika’da satılık firmalar var. Şu ya da bu sebeple, ya ekonomik krizin yarattığı koşullar ya da demografik baskılar altında satılık olan firmalar bunlar. İlginç olanı, bu firmalardan en azından bir bölümü Türk firmalarında bulunmayan bazı stratejik aktiflere de sahipler. O hâlde bu firmaları satın alarak küresel değer zincirinde yükselmemizi sağlayacak bazı avantajları yakalayamaz mıyız? Neden olmasın? Üstelik, Ülker ve Godiva örneğinde olduğu gibi sadece devlere özgü olmaktan ibaret de değil bu imkânlar. Elbette bu aşamada cevaplanması gereken sorular var: Birincisi finansmana dair: “Böyle bir devralma nasıl finanse edilebilir” diye sorabilirsiniz. Hiç şüpheniz olmasın ki cevap sizi bile şaşırtabilir. Finansman konusu uzun hikâye olduğu için müsaadenizle sonraki bir yazıda üzerinde duracağız.<br /><br />Başka bir soru şu olabilir:” Peki nereden bulacağız bu satılık firmaları?” Aslına bakılırsa işiniz eskisinden kolay. Çoğu zaman olduğu gibi işe internette googlelayarak başlayabilirsiniz. (<a href="http://www.businessesforsale.com/search/Machinery-and-Metal-Businesses-for-sale">Misâl: Şu anda benim önümde açık olan bir sitede sadece makine ve metal sanayinde 663 satılık firmanın ilânı var.</a>) İnternet üzerinde yapılabilecek bir ilk araştırmanın ötesinde başka yollar mevcut. Türk bankacılık sektörünün neredeyse yarısı yabancı sermayeli bankaların kontrolünde ya... (Yıllar önce bu durumun Türkiye’deki firmaların yabancılar tarafından satın alınmasını kolaylaştıracağını yazmıştım. Bu görüşümün hâlâ geçerli olduğunu düşünüyorum. Çünkü “bankacılık esasen istihbarat işidir, sanıldığı gibi para işi değil”!) Duruma şimdi fırsat olarak bakalım: Türk firmaları Türkiye’de yerleşik yabancı bankalardan, faaliyette bulundukları diğer ülkelerde satılık (kimi durumda kelepir) firmalar bulmalarını isteselerdi acaba ne cevap alırlardı? Taş attık da kolumuz mu yoruldu?<br /><br />Bu söylediklerimi zaten yapıyor olan Türk firmaları var. Onlardan birinin tecrübeli patronunun anlattıkları çarpıcı: Adı bende saklı bu firma yıllar içinde geliştirdiği yöntemlerle dış pazarlarda rekabet edebilen makineler üretiyor. Fakat daha iyisini yapabilmek için ihtiyaç duyduğu teknoloji küçük bir Alman firmasının elinde. Yabancı firma teknolojisini satmıyor tabii. Bunun üzerine ilk aşamada bu firmada çalışan bazı mühendisler cazip ücret teklifleriyle “ayartılıyor”. Sonraki aşamada ise Alman firmasının “satın alınması” gündeme giriyor. İşte bu değer zincirinde yükselmenin en etkili yollarından biri.<br /><br />Bugün Çin’den çok korkuluyor. Neden peki? Çünkü Çin hızla öğreniyor. Çin’in öğrenme sürecinin en önemli parçalarından biri Çinli firmaların yurt dışında firma avlıyor olmaları... <br /><br />Rastgele! <br /><br /><a href="http://www.ostimgazetesi.com/images/archive/mayis2011.pdf">Bu yazı Dünya Gazetesi'nin eki olarak dağıtılan OSTİM Organize Sanayi Gazetesi'nin Mayıs 2011 sayısında (sayfa 18) yayınlanmıştır.</a>Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5097304207239610069.post-56795719971932158852009-02-21T12:41:00.001-08:002009-03-15T12:01:43.185-07:00Kriz ve KrediEkonomik kriz tüm dünyada gündemin bir numaralı konusu. Resesyon, durgunluk, depresyon, bunalım, buhran, işsizlik, iflas, kurtarma, önlem gibi sözcükler ise kriz sözcüğü ile birlikte sıklıkla anılan diğerleri. Türkiye’de bugüne kadar ekonomik kriz kavramının ilk akla getirdiği şey hep, döviz kurlarındaki ve faiz oranlarındaki anormal yükselişler oldu. Bu tabii henüz hafızalarda tazeliğini koruyan 1994, 2000 ve 2001 krizlerinin sonuçlarından kaynaklanıyor. Sokaktaki vatandaş ekonomik krizi önce bu yönleriyle algılasa da üretimdeki ve istihdamdaki gerilemenin bu tür etkileri izlediğini de biliyor. Fakat, bu defa karşı karşıya kalınan durum öncekilerden bir hayli farklı görünüyor. Doğru, döviz kurları bu defa da – sonradan yeniden gerilemekle birlikte – bir süre önce hızla yüzde otuz kadar arttı. Aynı trend faiz oranlarında da gözlendi. Fakat Türkiye için esas yeni olan üretim ve istihdamın bu defa önceki dönemlerden farklı bir seyir izlemesi. Çünkü bu kez Türkiye ekonomisi neredeyse tüm dünyayla eşanlı olarak bir ekonomik krize giriyor. Dolayısıyla, en gelişmişlerinden başlayarak tüm dünya ekonomilerinde belirginleşen kriz emareleri Türkiye ekonomisinde bu kez kendisini finansal göstergelerden önce, genellikle reel ekonomi diye anılan üretim ve istihdam büyüklüklerinde göstermeye başlıyor.<br /><br />Türkiye ekonomisi bugün eskiye kıyasla daha çok krediye dayanıyor. Başka bir ifadeyle, Türkiye ekonomisi gittikçe Batılı sanayileşmiş ülkelere çok benzeyen bir kredi ekonomisine dönüşüyor. Bu önermeyi sayılar da doğruluyor: Türkiye’de 2000 yılında 30 milyar dolar olan toplam kredi hacmi bugün 337 milyar dolar düzeyinde ve tabii toplam kredi hacminin gayri safî millî hasılaya oranında belirgin bir artış var.<br /><br />Dolayısıyla kredi kullanımına bağımlılık düzeyindeki artışa bağlı olarak, kriz dönemlerinde ortaya çıkan sorunlar bundan böyle iyice belirginleşecek. Peki neden? Bu sorunun cevabı aslında çok açık: Ekonomik kriz her şeyden evvel toplam talepte ve buna bağlı olarak da toplam üretim ve istihdamdaki daralmaya işaret eder. Eğer talep normal dönemlerde bile büyük ölçüde krediyle besleniyorsa, kriz döneminde krediler daralacağı için talepteki düşüş çok daha büyük oranlı olacak demektir. Bu durum elbette kendi kendini besleyen bir süreç içinde kredi riskinde artışı ve buna bağlı olarak da daha büyük ölçüde kredi daralmasını getirecektir. Kredi daraldıkça talep daralır. Talep daraldıkça kredi riski artar çünkü normal dönemlere kıyasla daha fazla firmanın iflası gündeme gelir. Sonra bankalar başta olmak üzere kredi verebilen tüm taraflar kredileri daha da daraltırlar. Çünkü maruz kaldıkları risk sürekli ağırlaşmaktadır. Kaldı ki bu mekanizmanın işleyişini açıklarken henüz hiç anmadığımız başka unsurlar da var. Örneğin dışşal koşullardan kaynaklanan likidite daralması gibi.<br /><br />Sözün kısası, ekonomik kriz, yani ekonomik durgunluk ve daralma dönemleri hem firmalar hem de bankalar için zor dönemlerdir. Sonuçta firmaların zora girmeleri bankaları da zora sokabilir; genellikle sokar da. Çünkü ekonomik durgunluk ya da daralma dönemlerinde firmaların küçülmeleri veya iflas etmeleri, bunların bankalarına ve ilişkide bulundukları diğer firmalara karşı yükümlülüklerini yerine getirmelerini güçleştirebilir. Neredeyse tüm firmaların bankalarla borçlu-alacaklı ilişkisi içinde olmaları da sistemik riski artıran bir sonuç doğurur. Bu bakımdan firmalar bu tür zor dönemlerde bankalarla ilişkilerini bankalara her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduklarını akıldan çıkarmaksızın yönetmeliler.<br /><br /><a href="http://www.dijimecmua.com/index.php?c=sw&v=18&s=273&p=129">Bu yazı Ekonometri dergisinin Mart-Nisan 2009 sayısında (sayfa 126) yayınlanmıştır.</a>Prof. Dr. Emin Akçaoğluhttp://www.blogger.com/profile/15624478498055060923noreply@blogger.com0