18 Temmuz 2008 Cuma

Düş Kabinleri

Temmuz sıcağında su yoktu! Musluğu açtığımda gelen ses sadece: Tıssss! “Havuza mı gitsem ne?” dedim kendi kendime. Havuz çantamı kaptım ve yürümeye başladım. Apartmanların bakımlı bahçeleri harabeye dönüşmüştü; ne çiçek kalmıştı ne de çim. Yokuşu inip de üniversite kampusunun nizamiyesinden geçince rüzgârda salınan dallar arasında yürüyerek on dakika sonra havuzdaydım. Binanın önündeki masalardan birine oturup nefeslenmek istedim. Kirli beyaz tasmasız bir köpek gelip yattı masamın kenarına. İrkildim.


Köpeklerden çekinmek gerek, nemelazım. “Hoşt” der gibi oldum. “Hoş bulduk” dedi köpek. Kulaklarıma inanamadım. “Ama sen ko…” “Evet konuşurum ben. Bütün köpekler gibi yani.” “Öyyyle miiii?” “Hav” dedi bu kez. “Otursana” dedim. “Peki” dedi. Karşımdaki sandalyeye özenle kurulup bacak bacak üstüne attı. “Ben gazoz içeceğim. Sen de içer misin?” dedim. “Teşekkür ederim. Yerine bir Türk kahvesi söylesen bana.” “Nasıl istersen” dedim. “Şey, sigarayla iyi gidiyor da” dedi. Şaka yapıyor sandım. Kahve gelince elini göğsüne uzattı ve tüylerinin arasından bir paket sigara çıkarıp masanın üzerine koydu. “İçersen yak bir tane” dedi. Paketin üzerinde kocaman harflerle ‘Sigara öldürür’ yazıyordu. Pakete dehşetle baktığımı görünce “Kimin umrunda!” diye hırıldadı. “Benim” dedim. Kibriti çaktıktan beş saniye sonra duman köpek dişlerinin arasından sızmaya başlamıştı bile. “Nereden geldin?” dedim. “Londra’dan” dedi. “Gemiyle mi?” “Hayır, yüzerek” “Nasıl yani?” “Şeyyy, Biraz garip ama… Yine kahve içiyordum. Birden fincanın içine düştüm. Fincanın kenarı çok dik ve kaygandı; çıkıp tutunamayınca son bir gayret daldım. Derinde fincanın sapının olduğu yerden ışık geliyordu. Sapın içine doğru yüzdüm. Çıktığımda İstanbul’daydım.” “Peki sonra?” “Sevdim İstanbul’u. Deniz vardı ama su yoktu. Musluklarda hep aynı ses: Tıssss. Biraz gezince yeter dedim. Haydarpaşa’dan trene atladım. Lokomotifte makinistlerin yanında iyiydi yolculuk. Bir de baktım Ankara’dayım. Gelmez olaydım. Susuzluk burada oradakinden betermiş meğer. Sabah kalkınca musluğu açıyorum: Yine tıssss! İnanır mısın; pirelerim bile beni terk ettiler. Sonra bu havuzu buldum ama içeri giremiyorum.” “Hoşça kal. Ben içeri giriyorum” deyip kalktım. “İyi ki içeri giremiyorsun” dedim içimden.

Duş kabinlerinin önü çok kalabalıktı. Duşunu alan yeniden soyunma kabinlerine dönüp, giyinip çıkıp gidiyordu. Bir anlam veremedim. Sıram gelince duşumu alıp havuza yöneldim. Havuzun mavi seramiklerinde masmaviydi su. Ama tenhaydı. Üç beş kişi belki. Duşların önündeki kalabalık aklıma geldi. Duş kabinlerinin düş kabinleri olarak kullanıldığını anladım. Aldırmadım. Suya sırtüstü yattım. Ohhh: Huzurlu bir serinlik… Birden gözüme suya terkedilmiş bir mavi sünger makarna ilişti. Makarnanın mavisi suyun mavisinden açıktı. Onda beni çeken birşey vardı nedense. Elimi uzattım. “Hadi sırtıma bin” diye fısıldadı. Şaşkın kalakalmıştım. “Ne duruyorsun; hadi” dedi. Bindim. Kalçasını okşadım. Kulvarın içinde ilerlemeye başladık. Hoşuma gitmişti. “Daha hızlı gidelim” dedim. Pek oralı olmadı. Kalçasını çimdikledim. Hızlandı. Elli metreyi bir çırpıda alıverdi kulvarın sonunadek. “Hadi atla. Diğer kulvara geçelim” dedim heyecanla. Çimdiğimi yemeden sözümü tuttu bu kez. Bir elli metre daha. Sonra yeniden yeniden yeniden başka bir kulvar. Havuzun karşı köşesine vardığımızda çok yorulmuştu makarna. “Yoruldun mu?” dedim. Cevap veremedi, derin derin solumaktan. Dili iyice dışarı uzamıştı. “Susadın mı?” dedim. Başını salladı. “Hadi iç” dedim. Dudaklarını havuza daldırdı ve içmeye başladı. Suyu emdi emdi emdi. Havuzdaki su seviyesi her emişinde biraz daha düşüyordu. Çok geçmeden zemine kadar inmiştik bile. Benle beraber oradaki diğer üç beş kişiden kimi sırtüstü kimi yüzüstü yatıyordu şimdi havuzun dibinde. Şaşkın gözlerle bana bakıyorlardı. Mavi makarna bir yılan edasıyla kıvrılıp uzadıkça uzamıştı altımda. “Sen ne yaptın?” dedim. “Özür dilerim” dedi, “Elimde değildi; çok susamıştım. Sen iç deyince duramadım.” “Peki şimdi ne yapacağız?” diye mırıldandım. “Bilmem” dedi. Aklıma çok iyi bir fikir geldi birden. “Çatıya kadar uzanabilir misin?” dedim. “Tabii” dedi. “Uzan ve başını yukarıdaki pencereden çıkar lûtfen. Sonra suyu dudaklarını kısarak ve başını sürekli çevirerek dışarı püskürt.” İsteksiz isteksiz baktı bana. “Bana bak makarna” dedim ve kaşlarımı çattım. “Peki” dedi ve yaptı dediğimi.

Dışarı çıktım. Yağmur çiseliyordu. Güneş parlıyordu. Bulutsuz gökyüzündeki gökkuşağı uzaktaki semtlerden birine dayamıştı sol ayağını. Üstünden kayasım geldi. Başımı kaldırıp çatıya baktım. Mavi makarna fırıl fırıl dönüyordu. Sırılsıklam olmuştum ama istifimi bozmadım. “Yağmuru meğer ne kadar özlemişim…” diye geçirdim içimden. Binanın önünde Londralı köpek sırılsıklam dansediyordu. Bana göz kırptı muzipçe. Yürüdüm...

Bu öykü daha önce Ankara Life Dergisi'nin Ekim-Kasım 2007 sayısında yayınlanmıştır.

© Emin Akçaoğlu

Hiç yorum yok: