14 Temmuz 2008 Pazartesi

Doğrudan dış yatırımlar ivme kazanırken fırsatlar ve riskler

Yabancı sermayeli doğrudan yatırımlar konusu Türk ekonomisinin gündeminde en üst sıralarda yer alıyor. Bu durum hem Türkiye’ye giren yabancı sermaye hem de Türkiye’den çıkan sermaye bakımından geçerli. Çünkü bir yandan doğrudan yatırım amacıyla Türkiye’ye giren sermaye tutarında çok büyük bir artış gözlenirken; benzer bir trendin Türk firmalarının dış yatırımları için de geçerli olduğu görülüyor. Örneğin 2003 yılı sonu itibarıyla Türkiye’ye giren yabancı sermayenin stok değeri 16,5 milyar dolara yakınken, sadece 2005 ve 2006 yıllarındaki sermaye girişleri sırasıyla 6,5 milyar ve 16 milyar dolara erişti. Bu durumun gerisinde herşeyden önce, özelleştirilmeleri en sona kalan çok büyük kuruluşların satışında ve özellikle bankacılık sektöründeki el değiştirmelerde yabancı sermayenin oynadığı rol var. Elbette bundan sonra da – bazılarının ileri sürdüğü gibi – Türkiye’ye yabancı sermaye girişi duracak değil. Tersine sonraki aşamalarda yabancı sermaye girişinin hızlanarak artması beklenmelidir; çünkü, Türkiye ekonomisi uluslararası entegrasyon sürecindeki kritik eşiği artık aşmış görünüyor. Böylelikle kendi kendisini besleyen bir döngü başladı bile.

Belirttiğim gibi Türkiye kaynaklı doğrudan dış yatırımlarda da benzer bir eğilim var ki aslında hiç de şaşırtıcı değil. Üstelik giren yabancı sermaye ile çıkan yerli sermayenin hareket yönleri arasında çok yakın bir ilişkin mevcudiyeti unutulmamalı. Konu esasında bütünüyle rekabet stratejileriyle bağlantılı. Türk iş dünyasının geleneksel yapısı sarsılıyor; daha da sarsılacak. Bir yeniden yapılanma dönemindeyiz. Piyasadan çekilmeler ve birleşmeye zorlanmalar önümüzdeki dönemin başlıca gündem maddeleri olacak. Bu beklenti bankacılık ve finanstan, tekstil ve konfeksiyona kadar tüm sektörler için geçerli.

Türk dış yatırımlarında istatistiklerin yansıttığı görüntü şu: Gerçekçiliği tartışmaya açık olan resmi istatistiklere göre 2006 yılının sonunda 9 milyar doları biraz aşan Türk dış yatırım stoku bazı tahminlere göre çoktan 15 milyarı aşmış durumda. Hatta bu tutarın bile gerçeği yansıtmadığını ileri sürmek mümkün. Görünen o ki Türk sermayesi başta bankacılık ve perakendecilik olmak üzere bazı alanlardan tedricen çekilmeyi ve yerini yabancı sermayeye bırakmayı tercih ediyor. Öte yandan buralardan temin edilen fonlar ya çokuluslu şirketlere ortaklık ya da yoğunlaşılan alanlarda doğrudan yatırım için yurt dışına yöneliyor. Bundan böyle çokuluslu şirketlerin yöneticileri arasında daha çok Türk ismi duymaya alışacağımız gibi bu şirketlerin yönetim kurullarında da Türk isimleri görmeye başlayacağız. Elbette bu iki yönlü hareketin dış ticaret alanında da çarpıcı gelişmelere yol açmasını beklemeliyiz. Çünkü doğrudan yatırım amaçlı uluslararası sermaye hareketleri, işin doğası gereği uluslararası ticareti de besliyor: Bugün dünya ticaretinin üçte biri çokuluslu şirketlerin kendi bünyelerinde yürütülürken, kalanın yarısı yine çokuluslu firmalar arasında yapılıyor. Dolayısıyla hem yabancıların Türkiye’ye eskisinden daha cesur gelişleri, hem de yerlilerin dışarıya açılmaları yönündeki ivme Türkiye’nin dış ticaret hacmini şüphesiz büyütecek. Bu süreçte 'borç ekonomisi' özelliklerinden kurtulmamız; 'değer üretimine dayanan bir yapı' kurmamız gerekiyor. Aksi halde kendi ekonomimizin kontrolünü bütünüyle kaybetme riskiyle karşılaşabiliriz. Bu sebeple, popülaritesini hiç yitirmeyen makroekonomik politika değişkenleri üzerinde tartışmayı birazcık azaltıp mikroekonomik politika değişkenlerine eğilmemiz gerekiyor. Sorun aslında rekabetçi bir ekonomik yapının kurulmasıdır. Bu durumu anlamak makroekonomik çevreyi de ihmâl etmeksizin firmayı anlamaktan geçiyor.

Öte yandan finansal sektör ve reel sektör arasındaki ilişkilerinin yapısı dikkate alındığında, Türkiye ekonomisindeki yapısal dönüşümün bankacılık ve sigortacılık sektörleri için de yeni fırsatlar yaratması kaçınılmaz. Örneğin, Türkiye pazarına girmeyi planlayan yabancı şirketlere satılık yerli şirket bulmak önümüzdeki dönemde şimdikinden daha hacimli bir iş alanı olacak gibi görünüyor. Son dönemde Türkiye’ye gelen yabancı bankalarının iştahını bir ölçüde bu beklenti de kabartmış olsa gerek; bu bankaların iştahını sadece konut ve tüketici finansmanı ile sınırlandırmak doğru değil. Pazara giren yabancılar arasında yatırım bankalarının da bulunması da beklentilere ilişkin ip uçları sunuyor. Bankacılığın ‘kredi işinden’ çok ‘kredibilite bilgisinin yönetimi’ bir başka ifadeyle ‘istihbarat ve risk yönetimi işi’ olduğu dikkate alındığında konunun önemi belirginleşiyor. Yabancı bankaları yabancı reel sektör firmaları izleyecek, izliyor; çünkü Türkiye ile dışı arasındaki enformasyon akımı iş dünyası söz konusu olduğunda artık eskisinden daha hızlı. Bu süreçte private equity fund denilen şirketlerin üstlenecekleri çarpıcı rolün ilk aşaması çoktan başladı bile. Ayrıca bankalar, özellikle de yabancı sermayeli veya yurt dışında faaliyeti bulunan yerli sermayeli bankalar, Türk firmalarının sınır ötesi yatırım girişimlerine hem hedef firma seçimi alanında danışmanlık hem de yatırım finansmanı bakımından katkı sağlayabilirler gibi görünüyor.

Gelişmeler sigorta şirketlerine de yeni kapılar aralıyor olmalı ki yabancılar Türkiye’ye koşuyorlar. Alışıldık sigortacılık faaliyetlerinin yanı sıra ihracat kredi sigortası ve sınırlı da olsa dış yatırım sigortası alanlarında yeni fırsat alanları olarak algılanabilir.

Kısacası bugünkü manzara, önümüzdeki dönemde Türkiye ekonomisinde köklü dönüşüm yaşanacağının belirtileriyle dolu. Tabii bu dönüşüm fırsatları olduğu kadar riskleri de içinde barındıryor. Riskleri bertaraf edip fırsatları kullanmak için üretken bir ekonomik yapının temel unsurlarını oluşturmaya çalışmak gerekiyor. Bu bakımdan ekonomiyi yöneten siyasi ve bürokratik kadrolara da çok iş düşmekle birlikte oyunun baş rol oyuncusunun firma olduğu ve esas yükün firmalara yön verenlerin omuzlarında olduğu unutulmamalı.

Bu yazı daha önce Banksigorta Dergisi'nin [BEST – Bireysel Emeklilik ve Sigorta Tanıtım Dergisi’nin ilâvesi] Ağustos 2007 sayısında yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: