Türkiye bankacılık sektörü son iki yılda toplam 11 satış ve hisse devri gerçekleştirerek, yabancı yatırımcıların gözdesi haline geldi. Yapılan bu satışların toplamı 14 milyarı buldu.
Yabancı yatırımcıların Türkiye’ye yönelişi, 2001 yılında Türkiye’de yaşanan krizin ardından dünyanın en büyük bankacılık gruplarından HSBC Bank`ın Demirbank`ı almasıyla başladı. Dışbank Fortis`e, Finansbank Yunan Ulusal Bankası`na (NBG), Denizbank Dexia`ya, Yapı ve Kredi Bankası Koç Unicredito ortaklığına, Tekfenbank Eurobank`a, MNG Bank Arab Bank`a satılırken, Garanti Bankası, Şekerbank ve son olarak Akbank’ın Citigroup’a hisse satışı gerçekleştirildi. Uluslararası sermayeye yapılan bu satışların toplamı iki yılda 14 milyar dolara dayandı. Ayrıca satış görüşmeleri devam eden Alternatifbank ve Oyakbank`ta da satışın gerçekleşmesi durumunda bu rakamın 15 milyar dolara yaklaşması bekleniyor. Türkiye`deki bankaların yabancı finans gruplarına satılmasının ardından sektördeki yabancı payı da yüzde 20`nin üzerine çıktı. Halkbank ve Vakıflar Bankası ile birlikte gündemdeki diğer bankaların da yabancılara satılması halinde bu rakam yüzde 30`a yükselecek.
Yabancı yatırımcılar neden Türkiye’ye yöneldi? Bu yönelişin avantaj ve dezavantajları neler? Bu soruların cevaplarını Çankaya Üniversitesi’nde ‘uluslararası bankacılık’ dersleri veren Dr. Emin Akçaoğlu ile görüştük.
Ekonometri: Yabancı bankalar neden Türkiye’ye yöneldiler?
Emin Akçaoğlu: Yatırımcı yabancı bankalar kendi iç pazarlarındaki pazar doygunluğu, azalan getiriler ve dolayısıyla artan rekabet baskısı sebebiyle yeni pazar arayışı içindeler. Türkiye sanayileşmiş ülkelere kıyasla bâkir sayılabilecek bir pazar. Bir başka ifadeyle Türkiye’de bankacılık, alıcıların bakış açısıyla değerlendirildiğinde, hem büyük hem de zamanla daha büyüyecek bir pazar olarak görülüyor. Fakat bu yayılma sürecinin ‘stratejik’ yönünü de vurgulamalıyım. Günümüzün rekabet koşullarında ayakta kalabilmek mutlaka dışa açılmayı zorunluluk haline getiriyor. Bu durum sadece bankacılıkla sınırlı da değil; akla gelebilecek tüm sektörlerde firmalar aynı baskıyla karşı karşıya. Dolayısıyla rakiplerinizle baş edebilmek için büyümek zorundasınız; onlar hangi pazarlarda büyüyorlarsa siz de oralarda büyümek zorundasınız. Bu durumda, eğer A bankası Türkiye’ye gelmişse, onun rakibi konumundaki B bankasının da Türkiye’ye girmesi anlamına geliyor. Çünkü rekabetçi dengelerin küresel ölçekte bozulması istenmiyor. Aksi halde bir süre sonra göreli rekabet gücünüzü kaybetmeniz; hatta eğer nispeten küçük oyunculardansanız ‘satın alınma’ tehdidine maruz kalmanız mümkün olabilir. Bu şartlar altında yabancı bankalar hâlihazırda Avrupa pazarının bir uzantısı konumundaki Türkiye'ye girmek zorundalar. Yani, sektöre her yabancı sermayeli giriş bir başka yabancı sermayeli girişi uyarıyor; hatta zorluyor. Ayrıca, son Basel düzenlemesiyle çokuluslu büyük bankaların kullanımına giren ‘artık sermayenin’ (excess capital) sınırötesi satın almaların finansmanında kullanılması gibi bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye de – doğal olarak – bu girişimlerden payını alıyor.
Ekonometri: En son Akbank satışında mevcut piyasa değerinin üzerinde bir satış gerçekleşti. Bunun nedenlerini nasıl yorumluyorsunuz?
Emin Akçaoğlu – Yabancı bankaların Türkiye’deki satın alma girişimlerinin gerisindeki ‘pazar ve stratejik aktif arayışı’ dikkate alındığında, Türk bankalarına biçilen değerlerin, piyasa değerlerinin üstünde belirlenmesinin sebebi de açığa çıkıyor. Açıklanan devir bedellerinin önemli bir kısmının, alıcı bankanın satın alınan bankaya atfettiği ‘stratejik değer’ olduğu görülüyor. Bu yaklaşım yerli banka sahiplerinin satış konusundaki istekliliklerini de açıklıyor: Eğer satıştaki zamanlama yanlışsa; bir başka ifadeyle, eğer geç kalırsanız bankanızın stratejik değeri düşebilir. En yalın ifadeyle ‘sona kalan dona kalır’ endişesinin içten içe hissedilmesi. Çünkü alıcı sayısı da sınırsız değil.
Ekonometri: Türk bankalarına yabancı ortakların gelmesinin avantaj ve dejavantajları neler olabilir?
Emin Akçaoğlu – Bankacılık sektörü de dahil Türkiye ekonomisi bütünüyle yeniden yapılanıyor. Bu süreç Avrupa ekonomisiyle bütünleşme sürecidir. Bu sürecin avantaj ve dezavantajlarının neler olduğu bakış açısına göre değişir. İsterseniz sadece ‘tespitle’ yetinelim ve sonucu değerlendirmeyi herkesin kendi bakışına bırakalım. Ben Türkiye’de bankacılığın çok yüksek ölçüde yabancı sermayenin kontrolüne geçeceği; ve hatta daha şimdiden yüzde ellilik eşiğin aşıldığı kanaatindeyim. Türkiye bu süreçte yıllardır süregiden ‘sermaye açığı’ sorununa çare bulmuş olacaktır. Çünkü yabancı tasarrufların Türkiye’ye gelişi bugün olduğundan da kolay hâle gelecektir. Fakat, burada üzerinde durulması gereken temel husus ‘sermayenin kimin kontrolünde’ olduğudur. Doğrudan dış yatırım konusu bütünüyle ‘kontrol’ konusudur. Yabancı sermaye kontrolündeki bankacılığın yaygınlaşmasıyla, diğer sektörlerdeki yerli firmaların da ‘en iyilerinden başlanarak el değiştirme’ sürecine girmeleri beklenmelidir. Çünkü bankacılık genellikle sanıldığı gibi ‘para işi’ değildir; ‘istihbarat’ işidir ve bu alanda istihbaratın konusu da ‘kredibilite’ bilgisidir. Bu sebeple süreç finans dışı sektörlerde de yerli firmaların el değiştirmesini hızlandıracaktır kanaatindeyim.
Bu yazı daha önce Ekonometri Dergisi'nin Kasım-Aralık 2006 sayısında yayınlanmıştır.
14 Temmuz 2008 Pazartesi
Doğrudan dış yatırımlar ivme kazanırken fırsatlar ve riskler
Yabancı sermayeli doğrudan yatırımlar konusu Türk ekonomisinin gündeminde en üst sıralarda yer alıyor. Bu durum hem Türkiye’ye giren yabancı sermaye hem de Türkiye’den çıkan sermaye bakımından geçerli. Çünkü bir yandan doğrudan yatırım amacıyla Türkiye’ye giren sermaye tutarında çok büyük bir artış gözlenirken; benzer bir trendin Türk firmalarının dış yatırımları için de geçerli olduğu görülüyor. Örneğin 2003 yılı sonu itibarıyla Türkiye’ye giren yabancı sermayenin stok değeri 16,5 milyar dolara yakınken, sadece 2005 ve 2006 yıllarındaki sermaye girişleri sırasıyla 6,5 milyar ve 16 milyar dolara erişti. Bu durumun gerisinde herşeyden önce, özelleştirilmeleri en sona kalan çok büyük kuruluşların satışında ve özellikle bankacılık sektöründeki el değiştirmelerde yabancı sermayenin oynadığı rol var. Elbette bundan sonra da – bazılarının ileri sürdüğü gibi – Türkiye’ye yabancı sermaye girişi duracak değil. Tersine sonraki aşamalarda yabancı sermaye girişinin hızlanarak artması beklenmelidir; çünkü, Türkiye ekonomisi uluslararası entegrasyon sürecindeki kritik eşiği artık aşmış görünüyor. Böylelikle kendi kendisini besleyen bir döngü başladı bile.
Belirttiğim gibi Türkiye kaynaklı doğrudan dış yatırımlarda da benzer bir eğilim var ki aslında hiç de şaşırtıcı değil. Üstelik giren yabancı sermaye ile çıkan yerli sermayenin hareket yönleri arasında çok yakın bir ilişkin mevcudiyeti unutulmamalı. Konu esasında bütünüyle rekabet stratejileriyle bağlantılı. Türk iş dünyasının geleneksel yapısı sarsılıyor; daha da sarsılacak. Bir yeniden yapılanma dönemindeyiz. Piyasadan çekilmeler ve birleşmeye zorlanmalar önümüzdeki dönemin başlıca gündem maddeleri olacak. Bu beklenti bankacılık ve finanstan, tekstil ve konfeksiyona kadar tüm sektörler için geçerli.
Türk dış yatırımlarında istatistiklerin yansıttığı görüntü şu: Gerçekçiliği tartışmaya açık olan resmi istatistiklere göre 2006 yılının sonunda 9 milyar doları biraz aşan Türk dış yatırım stoku bazı tahminlere göre çoktan 15 milyarı aşmış durumda. Hatta bu tutarın bile gerçeği yansıtmadığını ileri sürmek mümkün. Görünen o ki Türk sermayesi başta bankacılık ve perakendecilik olmak üzere bazı alanlardan tedricen çekilmeyi ve yerini yabancı sermayeye bırakmayı tercih ediyor. Öte yandan buralardan temin edilen fonlar ya çokuluslu şirketlere ortaklık ya da yoğunlaşılan alanlarda doğrudan yatırım için yurt dışına yöneliyor. Bundan böyle çokuluslu şirketlerin yöneticileri arasında daha çok Türk ismi duymaya alışacağımız gibi bu şirketlerin yönetim kurullarında da Türk isimleri görmeye başlayacağız. Elbette bu iki yönlü hareketin dış ticaret alanında da çarpıcı gelişmelere yol açmasını beklemeliyiz. Çünkü doğrudan yatırım amaçlı uluslararası sermaye hareketleri, işin doğası gereği uluslararası ticareti de besliyor: Bugün dünya ticaretinin üçte biri çokuluslu şirketlerin kendi bünyelerinde yürütülürken, kalanın yarısı yine çokuluslu firmalar arasında yapılıyor. Dolayısıyla hem yabancıların Türkiye’ye eskisinden daha cesur gelişleri, hem de yerlilerin dışarıya açılmaları yönündeki ivme Türkiye’nin dış ticaret hacmini şüphesiz büyütecek. Bu süreçte 'borç ekonomisi' özelliklerinden kurtulmamız; 'değer üretimine dayanan bir yapı' kurmamız gerekiyor. Aksi halde kendi ekonomimizin kontrolünü bütünüyle kaybetme riskiyle karşılaşabiliriz. Bu sebeple, popülaritesini hiç yitirmeyen makroekonomik politika değişkenleri üzerinde tartışmayı birazcık azaltıp mikroekonomik politika değişkenlerine eğilmemiz gerekiyor. Sorun aslında rekabetçi bir ekonomik yapının kurulmasıdır. Bu durumu anlamak makroekonomik çevreyi de ihmâl etmeksizin firmayı anlamaktan geçiyor.
Öte yandan finansal sektör ve reel sektör arasındaki ilişkilerinin yapısı dikkate alındığında, Türkiye ekonomisindeki yapısal dönüşümün bankacılık ve sigortacılık sektörleri için de yeni fırsatlar yaratması kaçınılmaz. Örneğin, Türkiye pazarına girmeyi planlayan yabancı şirketlere satılık yerli şirket bulmak önümüzdeki dönemde şimdikinden daha hacimli bir iş alanı olacak gibi görünüyor. Son dönemde Türkiye’ye gelen yabancı bankalarının iştahını bir ölçüde bu beklenti de kabartmış olsa gerek; bu bankaların iştahını sadece konut ve tüketici finansmanı ile sınırlandırmak doğru değil. Pazara giren yabancılar arasında yatırım bankalarının da bulunması da beklentilere ilişkin ip uçları sunuyor. Bankacılığın ‘kredi işinden’ çok ‘kredibilite bilgisinin yönetimi’ bir başka ifadeyle ‘istihbarat ve risk yönetimi işi’ olduğu dikkate alındığında konunun önemi belirginleşiyor. Yabancı bankaları yabancı reel sektör firmaları izleyecek, izliyor; çünkü Türkiye ile dışı arasındaki enformasyon akımı iş dünyası söz konusu olduğunda artık eskisinden daha hızlı. Bu süreçte private equity fund denilen şirketlerin üstlenecekleri çarpıcı rolün ilk aşaması çoktan başladı bile. Ayrıca bankalar, özellikle de yabancı sermayeli veya yurt dışında faaliyeti bulunan yerli sermayeli bankalar, Türk firmalarının sınır ötesi yatırım girişimlerine hem hedef firma seçimi alanında danışmanlık hem de yatırım finansmanı bakımından katkı sağlayabilirler gibi görünüyor.
Gelişmeler sigorta şirketlerine de yeni kapılar aralıyor olmalı ki yabancılar Türkiye’ye koşuyorlar. Alışıldık sigortacılık faaliyetlerinin yanı sıra ihracat kredi sigortası ve sınırlı da olsa dış yatırım sigortası alanlarında yeni fırsat alanları olarak algılanabilir.
Kısacası bugünkü manzara, önümüzdeki dönemde Türkiye ekonomisinde köklü dönüşüm yaşanacağının belirtileriyle dolu. Tabii bu dönüşüm fırsatları olduğu kadar riskleri de içinde barındıryor. Riskleri bertaraf edip fırsatları kullanmak için üretken bir ekonomik yapının temel unsurlarını oluşturmaya çalışmak gerekiyor. Bu bakımdan ekonomiyi yöneten siyasi ve bürokratik kadrolara da çok iş düşmekle birlikte oyunun baş rol oyuncusunun firma olduğu ve esas yükün firmalara yön verenlerin omuzlarında olduğu unutulmamalı.
Bu yazı daha önce Banksigorta Dergisi'nin [BEST – Bireysel Emeklilik ve Sigorta Tanıtım Dergisi’nin ilâvesi] Ağustos 2007 sayısında yayınlanmıştır.
Belirttiğim gibi Türkiye kaynaklı doğrudan dış yatırımlarda da benzer bir eğilim var ki aslında hiç de şaşırtıcı değil. Üstelik giren yabancı sermaye ile çıkan yerli sermayenin hareket yönleri arasında çok yakın bir ilişkin mevcudiyeti unutulmamalı. Konu esasında bütünüyle rekabet stratejileriyle bağlantılı. Türk iş dünyasının geleneksel yapısı sarsılıyor; daha da sarsılacak. Bir yeniden yapılanma dönemindeyiz. Piyasadan çekilmeler ve birleşmeye zorlanmalar önümüzdeki dönemin başlıca gündem maddeleri olacak. Bu beklenti bankacılık ve finanstan, tekstil ve konfeksiyona kadar tüm sektörler için geçerli.
Türk dış yatırımlarında istatistiklerin yansıttığı görüntü şu: Gerçekçiliği tartışmaya açık olan resmi istatistiklere göre 2006 yılının sonunda 9 milyar doları biraz aşan Türk dış yatırım stoku bazı tahminlere göre çoktan 15 milyarı aşmış durumda. Hatta bu tutarın bile gerçeği yansıtmadığını ileri sürmek mümkün. Görünen o ki Türk sermayesi başta bankacılık ve perakendecilik olmak üzere bazı alanlardan tedricen çekilmeyi ve yerini yabancı sermayeye bırakmayı tercih ediyor. Öte yandan buralardan temin edilen fonlar ya çokuluslu şirketlere ortaklık ya da yoğunlaşılan alanlarda doğrudan yatırım için yurt dışına yöneliyor. Bundan böyle çokuluslu şirketlerin yöneticileri arasında daha çok Türk ismi duymaya alışacağımız gibi bu şirketlerin yönetim kurullarında da Türk isimleri görmeye başlayacağız. Elbette bu iki yönlü hareketin dış ticaret alanında da çarpıcı gelişmelere yol açmasını beklemeliyiz. Çünkü doğrudan yatırım amaçlı uluslararası sermaye hareketleri, işin doğası gereği uluslararası ticareti de besliyor: Bugün dünya ticaretinin üçte biri çokuluslu şirketlerin kendi bünyelerinde yürütülürken, kalanın yarısı yine çokuluslu firmalar arasında yapılıyor. Dolayısıyla hem yabancıların Türkiye’ye eskisinden daha cesur gelişleri, hem de yerlilerin dışarıya açılmaları yönündeki ivme Türkiye’nin dış ticaret hacmini şüphesiz büyütecek. Bu süreçte 'borç ekonomisi' özelliklerinden kurtulmamız; 'değer üretimine dayanan bir yapı' kurmamız gerekiyor. Aksi halde kendi ekonomimizin kontrolünü bütünüyle kaybetme riskiyle karşılaşabiliriz. Bu sebeple, popülaritesini hiç yitirmeyen makroekonomik politika değişkenleri üzerinde tartışmayı birazcık azaltıp mikroekonomik politika değişkenlerine eğilmemiz gerekiyor. Sorun aslında rekabetçi bir ekonomik yapının kurulmasıdır. Bu durumu anlamak makroekonomik çevreyi de ihmâl etmeksizin firmayı anlamaktan geçiyor.
Öte yandan finansal sektör ve reel sektör arasındaki ilişkilerinin yapısı dikkate alındığında, Türkiye ekonomisindeki yapısal dönüşümün bankacılık ve sigortacılık sektörleri için de yeni fırsatlar yaratması kaçınılmaz. Örneğin, Türkiye pazarına girmeyi planlayan yabancı şirketlere satılık yerli şirket bulmak önümüzdeki dönemde şimdikinden daha hacimli bir iş alanı olacak gibi görünüyor. Son dönemde Türkiye’ye gelen yabancı bankalarının iştahını bir ölçüde bu beklenti de kabartmış olsa gerek; bu bankaların iştahını sadece konut ve tüketici finansmanı ile sınırlandırmak doğru değil. Pazara giren yabancılar arasında yatırım bankalarının da bulunması da beklentilere ilişkin ip uçları sunuyor. Bankacılığın ‘kredi işinden’ çok ‘kredibilite bilgisinin yönetimi’ bir başka ifadeyle ‘istihbarat ve risk yönetimi işi’ olduğu dikkate alındığında konunun önemi belirginleşiyor. Yabancı bankaları yabancı reel sektör firmaları izleyecek, izliyor; çünkü Türkiye ile dışı arasındaki enformasyon akımı iş dünyası söz konusu olduğunda artık eskisinden daha hızlı. Bu süreçte private equity fund denilen şirketlerin üstlenecekleri çarpıcı rolün ilk aşaması çoktan başladı bile. Ayrıca bankalar, özellikle de yabancı sermayeli veya yurt dışında faaliyeti bulunan yerli sermayeli bankalar, Türk firmalarının sınır ötesi yatırım girişimlerine hem hedef firma seçimi alanında danışmanlık hem de yatırım finansmanı bakımından katkı sağlayabilirler gibi görünüyor.
Gelişmeler sigorta şirketlerine de yeni kapılar aralıyor olmalı ki yabancılar Türkiye’ye koşuyorlar. Alışıldık sigortacılık faaliyetlerinin yanı sıra ihracat kredi sigortası ve sınırlı da olsa dış yatırım sigortası alanlarında yeni fırsat alanları olarak algılanabilir.
Kısacası bugünkü manzara, önümüzdeki dönemde Türkiye ekonomisinde köklü dönüşüm yaşanacağının belirtileriyle dolu. Tabii bu dönüşüm fırsatları olduğu kadar riskleri de içinde barındıryor. Riskleri bertaraf edip fırsatları kullanmak için üretken bir ekonomik yapının temel unsurlarını oluşturmaya çalışmak gerekiyor. Bu bakımdan ekonomiyi yöneten siyasi ve bürokratik kadrolara da çok iş düşmekle birlikte oyunun baş rol oyuncusunun firma olduğu ve esas yükün firmalara yön verenlerin omuzlarında olduğu unutulmamalı.
Bu yazı daha önce Banksigorta Dergisi'nin [BEST – Bireysel Emeklilik ve Sigorta Tanıtım Dergisi’nin ilâvesi] Ağustos 2007 sayısında yayınlanmıştır.
Etiketler:
bankacılıkta yabancı sermaye
Yabancı sermayenin finansal sektöre ilgisi ve banksigorta
Yirmi beş yıl öncesiyle kıyaslanamayacak ölçüde değişen Türkiye ekonomisi hızla yeniden yapılanıyor. Yaşanan, geri dönüşü olmayan bir süreçtir. Türkiye ekonomisi 1980’lerin başından bu yana Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar dışa açılmış ve dünya ekonomisinin Avrupa Birliği (AB) merkezli bloğuna neredeyse bütünüyle eklemlenmiştir. Bu durum yabancı sermayeli yatırımlarda belirgin biçimde görülmektedir. Finans dahil tüm sektörlerde yabancı sermaye hızla artan oranlarda ülkeye akmaktadır ve bu süreçte hayati önem taşıyan kritik eşik çoktan aşılmıştır.
1990’lı yıllar sanayileşmiş ülkelerden başlayarak tüm dünyada finansal sektör için rekabetin hızla arttığı yıllardır. Dolayısıyla bu dönemde gelişmiş ülkelerdeki bankalar ve diğer finansal şirketler kendi yerel pazarlarındaki rekabet baskısı, pazar doygunluğu ve azalan getiriler sebebiyle yeni pazar arayışına girdiler. Bu, eskiye kıyasla çok daha fazla dışa açılmak demekti. Bir başka ifadeyle rekabet baskısı sınır-ötesi büyümeyi zorunlu kıldı. Büyümeye direnmenin bedeliyse rekabet gücünün kaybı; ve hatta görece küçük şirketler söz konusu olduğunda çok geçmeden ‘satın alınma’ tehdidine maruz kalınmasıydı. Bu koşulların yarattığı davranış tarzlarını, satın almalar yoluyla Türkiye pazarına giren banka ya da sigorta şirketlerinin ve el değiştiren yerli şirketlerin stratejilerinde görmek hiç de zor değil. Şimdi önemli olan Türk finansal sektöründe, bu yeni durumun yaratabileceği sonuçları öngörmek ve belirmekte olan yeni koşulların gerektirdiği hazırlıkları yapabilmektir.
Türk sigortacılık sektörüne de ardı ardına yabancı oyuncular girmektedir. Bankacılıkta olduğu gibi sigortacılıkta da her yeni giriş rekabeti keskinleştirmektedir. Yabancı oyuncuların iştahlarını kabartan temel unsurun sadece görece yüksek getiri oranları olduğu ileri sürülemez. Belki de en az onun kadar önemli olan bir diğer unsur pazarın büyüme potansiyelidir. Çünkü Türkler henüz yeterince finansal ürün kullanmıyorlar; bu hem bankacılık hem de sigortacılık için geçerlidir. Öte yandan – pazarı bir hayli büyütmek mümkün olsa da – rekabetin gün geçtikçe daha da derinleşeceği, kâr marjlarının daralacağı; ve tabii tüm bunlara bağlı olarak yabancı girişlerinin de sonrasında sektör içi konsolidasyonların yaşanacağı bilinmelidir. Değinilen tüm bu hususlar Türkiye’ye çok sayıda ‘yenilik’ getirecektir. Finansal yenilikler ‘yeni ürünler’, ‘yeni süreçler’ ya da ‘yeni pazarlar’ biçiminde ortaya çıkabilmektedir. Yenilik kapsamında düşünülebilecek bu üç husus (ürün, süreç ve pazar) birlikte değerlendirilmelidir; çünkü herbiri bir diğerini daha anlamlı kılabilecek etkiler yaratmaktadır. Finansal sektörlerde yabancı sermayeli doğrudan yatırım olgusu bile, başlı başına burada anılan ‘yeni pazar’ kavramı çerçevesinde düşünülmelidir.
‘Banksigorta’ kavramı da bu çerçevenin içindedir ve Türkiye için yeni bir sürece işaret etmektedir. Yarışa katılan yabancı bankaların ve sigorta şirketlerinin büyük çoğunluğunun Kıta Avrupasının batı yakasındaki ülkelerden geldikleri ve kendi ülkelerinde çok başarılı banksigorta uygulamaları yürüttükleri dikkate alındığında, banksigortanın Türkiye uygulamasında da çarpıcı gelişmeler beklenmelidir. Üstelik düşen kâr marjları; finansal hizmetlerin sunulmasında ‘kapsam ekonomileri’nden sonuna kadar yararlanılmasını gerektirmektedir. O halde bankaların sigorta şirketlerine, sigorta şirketlerinin de bankalara sağlayabileceği büyük fırsatlar bulunmaktadır. ‘Maliyet tasarrufu’ bunlardan sadece bir tanesidir. Daha da önemlisi, gelinen aşamada ‘finansal süpermarketlere’ doğru hızla yol alınmaktadır. Perakende sektörünün kısa zamanda gösterdiği gelişme Türkiye pazarının genel olarak süpermarket seçeneğine çok uygun olduğunun göstergesi olsa gerektir. Yeni dönemde Türkiye yepyeni finansal ürünlerle ve iş süreçleriyle tanışacaktır...
Bu yazı daha önce Banksigorta Dergisi'nin [BEST – Bireysel Emeklilik ve Sigorta Tanıtım Dergisi’nin ilâvesi] Ekim 2006 sayısında yayınlanmıştır.
1990’lı yıllar sanayileşmiş ülkelerden başlayarak tüm dünyada finansal sektör için rekabetin hızla arttığı yıllardır. Dolayısıyla bu dönemde gelişmiş ülkelerdeki bankalar ve diğer finansal şirketler kendi yerel pazarlarındaki rekabet baskısı, pazar doygunluğu ve azalan getiriler sebebiyle yeni pazar arayışına girdiler. Bu, eskiye kıyasla çok daha fazla dışa açılmak demekti. Bir başka ifadeyle rekabet baskısı sınır-ötesi büyümeyi zorunlu kıldı. Büyümeye direnmenin bedeliyse rekabet gücünün kaybı; ve hatta görece küçük şirketler söz konusu olduğunda çok geçmeden ‘satın alınma’ tehdidine maruz kalınmasıydı. Bu koşulların yarattığı davranış tarzlarını, satın almalar yoluyla Türkiye pazarına giren banka ya da sigorta şirketlerinin ve el değiştiren yerli şirketlerin stratejilerinde görmek hiç de zor değil. Şimdi önemli olan Türk finansal sektöründe, bu yeni durumun yaratabileceği sonuçları öngörmek ve belirmekte olan yeni koşulların gerektirdiği hazırlıkları yapabilmektir.
Türk sigortacılık sektörüne de ardı ardına yabancı oyuncular girmektedir. Bankacılıkta olduğu gibi sigortacılıkta da her yeni giriş rekabeti keskinleştirmektedir. Yabancı oyuncuların iştahlarını kabartan temel unsurun sadece görece yüksek getiri oranları olduğu ileri sürülemez. Belki de en az onun kadar önemli olan bir diğer unsur pazarın büyüme potansiyelidir. Çünkü Türkler henüz yeterince finansal ürün kullanmıyorlar; bu hem bankacılık hem de sigortacılık için geçerlidir. Öte yandan – pazarı bir hayli büyütmek mümkün olsa da – rekabetin gün geçtikçe daha da derinleşeceği, kâr marjlarının daralacağı; ve tabii tüm bunlara bağlı olarak yabancı girişlerinin de sonrasında sektör içi konsolidasyonların yaşanacağı bilinmelidir. Değinilen tüm bu hususlar Türkiye’ye çok sayıda ‘yenilik’ getirecektir. Finansal yenilikler ‘yeni ürünler’, ‘yeni süreçler’ ya da ‘yeni pazarlar’ biçiminde ortaya çıkabilmektedir. Yenilik kapsamında düşünülebilecek bu üç husus (ürün, süreç ve pazar) birlikte değerlendirilmelidir; çünkü herbiri bir diğerini daha anlamlı kılabilecek etkiler yaratmaktadır. Finansal sektörlerde yabancı sermayeli doğrudan yatırım olgusu bile, başlı başına burada anılan ‘yeni pazar’ kavramı çerçevesinde düşünülmelidir.
‘Banksigorta’ kavramı da bu çerçevenin içindedir ve Türkiye için yeni bir sürece işaret etmektedir. Yarışa katılan yabancı bankaların ve sigorta şirketlerinin büyük çoğunluğunun Kıta Avrupasının batı yakasındaki ülkelerden geldikleri ve kendi ülkelerinde çok başarılı banksigorta uygulamaları yürüttükleri dikkate alındığında, banksigortanın Türkiye uygulamasında da çarpıcı gelişmeler beklenmelidir. Üstelik düşen kâr marjları; finansal hizmetlerin sunulmasında ‘kapsam ekonomileri’nden sonuna kadar yararlanılmasını gerektirmektedir. O halde bankaların sigorta şirketlerine, sigorta şirketlerinin de bankalara sağlayabileceği büyük fırsatlar bulunmaktadır. ‘Maliyet tasarrufu’ bunlardan sadece bir tanesidir. Daha da önemlisi, gelinen aşamada ‘finansal süpermarketlere’ doğru hızla yol alınmaktadır. Perakende sektörünün kısa zamanda gösterdiği gelişme Türkiye pazarının genel olarak süpermarket seçeneğine çok uygun olduğunun göstergesi olsa gerektir. Yeni dönemde Türkiye yepyeni finansal ürünlerle ve iş süreçleriyle tanışacaktır...
Bu yazı daha önce Banksigorta Dergisi'nin [BEST – Bireysel Emeklilik ve Sigorta Tanıtım Dergisi’nin ilâvesi] Ekim 2006 sayısında yayınlanmıştır.
Etiketler:
bankacılıkta yabancı sermaye
13 Temmuz 2008 Pazar
Yabancı Sermayeli Banka Girişleri Sınırlanabilir mi?
Finans Kulüp'ün internet sitesinde 3 Ağustos 2005'te yayınlanan 'Türk Bankacılığına Yabancı Sermayeli Girişler' başlıklı yazımı "... Türk bankacılık sektöründe yaşanan değişimi ve bunları zorlayan krizleri Türk ekonomisinin 'reel' sektörlerinden ve 'genel birikim modelinden' bağımsız düşünmek mümkün değildir. ... Bu noktada, oligopolist rekabetin uyardığı reaksiyoner stratejilerin ..., 'satın alma yönünde güdülenmiş' yabancı alıcılar kadar 'pazardan çıkışta geri kalma ve zarara uğrama' kaygısıyla hareket edebilecek satıcılar için de geçerli olacağı not edilmelidir. Bu çerçevede, bugünlerde dile getirilen ve sektördeki yabancı sermaye payının hangi düzeylere erişebileceğine ilişkin görüşlerin genellikle çok iyimser oldukları düşünülmektedir. Ayrıca bu tür tahminlerin ne tür varsayımlara dayandırıldıkları da genellikle açıklanmamaktadır. Son olarak, Türk bankacılık sektöründe yabancı sermayenin sınırlanması yönündeki görüşlerin benimsenmesi durumunda, eldeki politika seçeneklerinin de çok sınırlı olduğu not edilmelidir. Bu doğrultudaki tercihler değerlendirilirken kamu bankalarının konumu ve geleceği çok büyük önem taşımaktadır" diyerek bitirmiştim.
O günden bu yana geçen yaklaşık dokuz ay zarfında Türk bankacılığına giren yabancı sermaye tutarı çarpcı ölçüde arttı. Geçtiğimiz haftalarda Finansbank'ın Yunan bankası National Bank of Greece tarafından satın alınması gerçekleşen banka devirlerinin en çok ilgi çekeniydi. Bu gelişmeler topluma yön verenlerin bir kesimince alkışlarla karşılanırken, 'bankacılıkta yabancı sermayenin yoğunlaşmasının sakıncalı olup olmadığına' ilişkin tartışmayı da yeniden alevlendirdi ve yeniden Türk bankacılığına yabancı sermayeli girişlerin sınırlandırılması ya da tedbir alınması yönünde çağrılar yapılmaya başlandı. Fakat 'alınması gerektiği düşünülen tedbirlerin neler olabileceğine' ya da 'sözü edilen sınırlandırmanın nasıl yapılabileceğine' dair 'somut' öneriler işitilmedi. Oysa bu tür önerilerin somutlaşması tartışmanın daha verimli yürüyebilmesi için zorunludur.
Herşeyden önce bugün itibarıyla Türk bankacılık sektörünün ne kadarının yabancı sermaye tarafından kontrol edildiği netleştirilmelidir. Bu amaçla ilkin bir konuya açıklık getirilmelidir: Herhangi bir bankanın hisse dağılımındaki yabancı sermaye payını o bankanın – diyelim – aktif büyüklüğüyle çarparak, o orandaki aktif yüzdesinin yabancı kontrolünde olduğu söylenemez. Bankanın bilançosu bir bütün olduğuna göre esas olan bilançonun tamamının kim tarafından kontrol edildiğidir. Burada 'kontrol' kavramının özellikle vurgulanması gereklidir. Çünkü yabancı sermayeli doğrudan yatırımlar gündeme geldiğinde 'işin özünün kontrol kavramında belirginleştiği' not edilmelidir. Bir başka ifadeyle ister yeni (greenfield investment) ister satın almalar yoluyla (brownfield investment) olsun, yabancı sermayeli doğrudan yatırımda esas amaç kontrolün elde tutulmasıdır; kontrol edilmesi gereken her ne ise onun 'içselleştirilmesi', bünye içinde tutulmasıdır. Ayrıca, bir firmanın kontrol edilebilmesi için asgarî yüzde ellinin üstünde hisseye sahip olunması gerekmez. Bu husus üzerinde anlaşıldığında, Türk bankalarında kontrolün ya da son sözün kime ait olduğunun belirlenmesine geçilebilir.
Şimdi duruma bu perspektifle bakalım: CNBC-E'den Oğuz Büktel'in hazırladığı tabloya göre (Dünya, 18 Nisan 2006) yabancı sermayenin son söz sahibi olduğu bankaların toplam aktif büyüklüğü, bankacılık sektörünün 2005 yılsonundaki aktif büyüklüğünün yüzde 48,1'ine ulaşmıştır. O halde ilk tespit, halihazırda Türk bankacılık sektörünün hemen hemen yarısının yabancı sermayenin kontrolüne girdiğidir. Bu oranın nereye kadar yükselebileceğinin tahmini ise çok zordur. Çünkü rekabet koşullarının firma stratejilerini ne yönde şekillendirebileceği düşünüldüğünde, yapılacak her tahmin hata payını içinde barındırmaktadır. Bugün ülkemizde kanıksanmış pekçok değişimin daha sekiz on yıl öncesinde asla mümkün olamazmış gibi göründüğü hatırlanmalıdır. Bu şartlar altında, hiçbir firma kendisinin asla devredilemez olduğunu iddia edemez. Bugünün koşullarında belki rasyonel kabul edilebilecek bir öngörü ya da tercih bile yarının koşullarında rasyonalitesini yitirebilir. En yalın ifadeyle 'piyasa koşulları firmaları / bankaları herşeye zorlayabilir'. Kaldı ki karşı karşıya kalınan dış yatırım dalgasının ta kendisi bu durumun en çarpıcı örnekleriyle dolu değil midir? Bu çerçevede, en azından kuramsal olarak bu tür bir taahhüt ya da iddiada bulunabilecek yegane banka sahibinin belki devlet olabileceği ileri sürülebilir.
Yatırımcı yabancı bankaların da esasen kendi iç pazarlarındaki rekabet baskısı, pazar doygunluğu ve azalan getiriler sebebiyle yeni pazar arayışında oldukları ve bu arayış sürecinin 'stratejik' yönü dikkate alınmalıdır. Ekonomileri izolasyonist olmayan tüm ülkelerdeki mevcut rekabetçi koşullar, ayakta kalabilmek için mutlak surette dışa açılmayı ve büyümeyi zorunluluk haline getirmiştir. Bu durum sadece bankacılık sektörüyle sınırlı da değildir; akla gelebilecek herhangi bir sektördeki herhangi bir firma da aynı baskıyla karşı karşıyadır. Dolayısıyla rakiplerle baş edebilmek büyümeyi; rakipler hangi pazarlarda büyüyorlarsa aynı pazarlarda büyümeyi zorunlu kılmaktadır. Aksi halde bir süre sonra rekabet gücünün bütünüyle kaybı ve dolayısıyla 'satın alınma' riskine maruz kalınması kaçınılmazdır. Buradan hareketle, yabancı bankaların dış yatırım girişimlerinin gerisindeki 'stratejik aktif arayışı' saiki de mutlaka vurgulanmalıdır. Türk bankalarına biçilen değerlerin gittikçe artan bir seyir sergilemesi bile temelde bu sebebe dayanmaktadır. Devredilen bankalar için belirlenen değerlerin önemli bir kısmının 'stratejik değer' olduğu görülmektedir. Bu yaklaşım yerli banka sahiplerinin satış konusundaki istekliliklerinin nedenini de ortaya koymaktadır: 'Eğer satıştaki zamanlama yanlışsa, bir başka ifadeyle, eğer geç kalınırsa bankanın stratejik değeri düşebilir'. Bu şartlar altında özellikle Avrupa'nın dev bankalarından gelen rekabet baskısı karşısında direnebilme gücünü kendisinde görebilecek yerli banka sayısı herhalde birkaçı geçemeyecektir. Üstelik bir sonraki aşamada sektör-içi satınalmalar yoluyla ilâve konsolidasyon da beklenmelidir; banka sayısı muhtemelen daha da azalacaktır. Konsolidasyon ya da yoğunlaşma; başka bir deyişle pazarın gittikçe daha az rakip arasında paylaşılması hem sektörün kendi iç dinamiklerinden hem de Avrupa'da süregiden satın alma ve birleşmelerin bize yansımasından kaynaklanabilir. Buna yönelik hareketlenmelerin ilk işaretleri özellikle yabancılarla evlenen bankaların yöneticileri tarafından söylenen sözlerden anlaşılmaktadır.
Belirttiğim gibi sektördeki yabancı sermaye payındaki sıçrama bazılarınca alkışlarla karşılanırken; 'bankacılıkta yabancı sermayenin yoğunlaşmasının sakıncalı olup olmadığına' ilişkin tartışmayı da alevlendirmiştir. Yabancı sermayenin artılarına ve eksilerine dair bir tartışma başka bir yazıyı gerektirmekle birlikte burada sadece bankacılığın başka herhangi bir alandan farklı olarak bir 'istihbarat' yönü bulunduğu ve bu yönün çok büyük önem taşıdığı not edilmelidir. Öte yandan eğer sınırlandırma ya da tedbir gibi kavramların içi doldurulmaya çalışılırsa ilkin şunlar söylenmeldir: Herşeyden önce, bu yöndeki görüşlerin siyasî otorite tarafından benimsenmesi durumunda bile eldeki araçların teknik olarak çok sınırlı olduğu tekrarlanmalıdır. Örneğin 'düzenlemeler' yoluyla bir sınırlama mümkün görülmemektedir. Türk ekonomisinin bugünkü yapısı, dışa açıklık düzeyi, uluslararası parasal ilişkileri ve kambiyo rejimi bazılarınca 'geriye dönüş' anlamına gelebilecek bu tür düzenlemelerin yapılmasına imkân tanımamaktadır. Türkiye ekonomisinde son otuz yılda yaşananlar kamusal müdahale araçlarının etkisini büyük ölçüde aşındırdırmış; piyasadaki güç dengelerinin baskın unsurları ulusüstü bir nitelik kazanmıştır. Bu şartlarda piyasadaki rekabet koşulları örneğin bir firmanın ya da bankanın devredilmesini zorluyorsa, bu zorlamaya direnmek bir süre sonra piyasadan çekilmeyi de göze alabilmeyi gerektirebilir. Bu tür bir direnişin başarısı ve süresi, bir noktadan sonra karşılarında direnç gösterilenlerin finansal güçleri ve etki alanlarının genişliğiyle ilişkilidir. Ayrıca ekonomik koşulların yanı sıra Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne 'uyum süreci' ya da IMF'ye verilen taahhütler gibi başka hususlar da bu tür sınırlandırmaların nasıl yapılabileceği değerlendirilirken hatırda tutulmalıdır. Bu şartlar altında, eğer siyasi otorite bu yönde bir tercihi benimsese bile bunun sadece bir ya da birkaç kamu bankasının kamuda kalmasıyla, bir başka ifadeyle özelleştirilmemesiyle mümkün olabileceği düşünülmektedir. Tabii bu durum etraflıca değerlendirmeyi gerektiren başka konuları gündeme getirmektedir. Üstelik herhalukârda 'ama'lar sonlanmamakta ve örneğin IMF ile yapılan düzenlemelerin buna ne ölçüde imkân vereceği akla gelmekte ve tartışma uzayıp gitmektedir...
Bu yazi daha önce Finans Kulüp - Türkiye Finans Yöneticileri Vakfı'nın internet sitesinde (28.04.2006) ve Dünya Gazetesi'nde (11.05.2006) yayınlanmıştır.
O günden bu yana geçen yaklaşık dokuz ay zarfında Türk bankacılığına giren yabancı sermaye tutarı çarpcı ölçüde arttı. Geçtiğimiz haftalarda Finansbank'ın Yunan bankası National Bank of Greece tarafından satın alınması gerçekleşen banka devirlerinin en çok ilgi çekeniydi. Bu gelişmeler topluma yön verenlerin bir kesimince alkışlarla karşılanırken, 'bankacılıkta yabancı sermayenin yoğunlaşmasının sakıncalı olup olmadığına' ilişkin tartışmayı da yeniden alevlendirdi ve yeniden Türk bankacılığına yabancı sermayeli girişlerin sınırlandırılması ya da tedbir alınması yönünde çağrılar yapılmaya başlandı. Fakat 'alınması gerektiği düşünülen tedbirlerin neler olabileceğine' ya da 'sözü edilen sınırlandırmanın nasıl yapılabileceğine' dair 'somut' öneriler işitilmedi. Oysa bu tür önerilerin somutlaşması tartışmanın daha verimli yürüyebilmesi için zorunludur.
Herşeyden önce bugün itibarıyla Türk bankacılık sektörünün ne kadarının yabancı sermaye tarafından kontrol edildiği netleştirilmelidir. Bu amaçla ilkin bir konuya açıklık getirilmelidir: Herhangi bir bankanın hisse dağılımındaki yabancı sermaye payını o bankanın – diyelim – aktif büyüklüğüyle çarparak, o orandaki aktif yüzdesinin yabancı kontrolünde olduğu söylenemez. Bankanın bilançosu bir bütün olduğuna göre esas olan bilançonun tamamının kim tarafından kontrol edildiğidir. Burada 'kontrol' kavramının özellikle vurgulanması gereklidir. Çünkü yabancı sermayeli doğrudan yatırımlar gündeme geldiğinde 'işin özünün kontrol kavramında belirginleştiği' not edilmelidir. Bir başka ifadeyle ister yeni (greenfield investment) ister satın almalar yoluyla (brownfield investment) olsun, yabancı sermayeli doğrudan yatırımda esas amaç kontrolün elde tutulmasıdır; kontrol edilmesi gereken her ne ise onun 'içselleştirilmesi', bünye içinde tutulmasıdır. Ayrıca, bir firmanın kontrol edilebilmesi için asgarî yüzde ellinin üstünde hisseye sahip olunması gerekmez. Bu husus üzerinde anlaşıldığında, Türk bankalarında kontrolün ya da son sözün kime ait olduğunun belirlenmesine geçilebilir.
Şimdi duruma bu perspektifle bakalım: CNBC-E'den Oğuz Büktel'in hazırladığı tabloya göre (Dünya, 18 Nisan 2006) yabancı sermayenin son söz sahibi olduğu bankaların toplam aktif büyüklüğü, bankacılık sektörünün 2005 yılsonundaki aktif büyüklüğünün yüzde 48,1'ine ulaşmıştır. O halde ilk tespit, halihazırda Türk bankacılık sektörünün hemen hemen yarısının yabancı sermayenin kontrolüne girdiğidir. Bu oranın nereye kadar yükselebileceğinin tahmini ise çok zordur. Çünkü rekabet koşullarının firma stratejilerini ne yönde şekillendirebileceği düşünüldüğünde, yapılacak her tahmin hata payını içinde barındırmaktadır. Bugün ülkemizde kanıksanmış pekçok değişimin daha sekiz on yıl öncesinde asla mümkün olamazmış gibi göründüğü hatırlanmalıdır. Bu şartlar altında, hiçbir firma kendisinin asla devredilemez olduğunu iddia edemez. Bugünün koşullarında belki rasyonel kabul edilebilecek bir öngörü ya da tercih bile yarının koşullarında rasyonalitesini yitirebilir. En yalın ifadeyle 'piyasa koşulları firmaları / bankaları herşeye zorlayabilir'. Kaldı ki karşı karşıya kalınan dış yatırım dalgasının ta kendisi bu durumun en çarpıcı örnekleriyle dolu değil midir? Bu çerçevede, en azından kuramsal olarak bu tür bir taahhüt ya da iddiada bulunabilecek yegane banka sahibinin belki devlet olabileceği ileri sürülebilir.
Yatırımcı yabancı bankaların da esasen kendi iç pazarlarındaki rekabet baskısı, pazar doygunluğu ve azalan getiriler sebebiyle yeni pazar arayışında oldukları ve bu arayış sürecinin 'stratejik' yönü dikkate alınmalıdır. Ekonomileri izolasyonist olmayan tüm ülkelerdeki mevcut rekabetçi koşullar, ayakta kalabilmek için mutlak surette dışa açılmayı ve büyümeyi zorunluluk haline getirmiştir. Bu durum sadece bankacılık sektörüyle sınırlı da değildir; akla gelebilecek herhangi bir sektördeki herhangi bir firma da aynı baskıyla karşı karşıyadır. Dolayısıyla rakiplerle baş edebilmek büyümeyi; rakipler hangi pazarlarda büyüyorlarsa aynı pazarlarda büyümeyi zorunlu kılmaktadır. Aksi halde bir süre sonra rekabet gücünün bütünüyle kaybı ve dolayısıyla 'satın alınma' riskine maruz kalınması kaçınılmazdır. Buradan hareketle, yabancı bankaların dış yatırım girişimlerinin gerisindeki 'stratejik aktif arayışı' saiki de mutlaka vurgulanmalıdır. Türk bankalarına biçilen değerlerin gittikçe artan bir seyir sergilemesi bile temelde bu sebebe dayanmaktadır. Devredilen bankalar için belirlenen değerlerin önemli bir kısmının 'stratejik değer' olduğu görülmektedir. Bu yaklaşım yerli banka sahiplerinin satış konusundaki istekliliklerinin nedenini de ortaya koymaktadır: 'Eğer satıştaki zamanlama yanlışsa, bir başka ifadeyle, eğer geç kalınırsa bankanın stratejik değeri düşebilir'. Bu şartlar altında özellikle Avrupa'nın dev bankalarından gelen rekabet baskısı karşısında direnebilme gücünü kendisinde görebilecek yerli banka sayısı herhalde birkaçı geçemeyecektir. Üstelik bir sonraki aşamada sektör-içi satınalmalar yoluyla ilâve konsolidasyon da beklenmelidir; banka sayısı muhtemelen daha da azalacaktır. Konsolidasyon ya da yoğunlaşma; başka bir deyişle pazarın gittikçe daha az rakip arasında paylaşılması hem sektörün kendi iç dinamiklerinden hem de Avrupa'da süregiden satın alma ve birleşmelerin bize yansımasından kaynaklanabilir. Buna yönelik hareketlenmelerin ilk işaretleri özellikle yabancılarla evlenen bankaların yöneticileri tarafından söylenen sözlerden anlaşılmaktadır.
Belirttiğim gibi sektördeki yabancı sermaye payındaki sıçrama bazılarınca alkışlarla karşılanırken; 'bankacılıkta yabancı sermayenin yoğunlaşmasının sakıncalı olup olmadığına' ilişkin tartışmayı da alevlendirmiştir. Yabancı sermayenin artılarına ve eksilerine dair bir tartışma başka bir yazıyı gerektirmekle birlikte burada sadece bankacılığın başka herhangi bir alandan farklı olarak bir 'istihbarat' yönü bulunduğu ve bu yönün çok büyük önem taşıdığı not edilmelidir. Öte yandan eğer sınırlandırma ya da tedbir gibi kavramların içi doldurulmaya çalışılırsa ilkin şunlar söylenmeldir: Herşeyden önce, bu yöndeki görüşlerin siyasî otorite tarafından benimsenmesi durumunda bile eldeki araçların teknik olarak çok sınırlı olduğu tekrarlanmalıdır. Örneğin 'düzenlemeler' yoluyla bir sınırlama mümkün görülmemektedir. Türk ekonomisinin bugünkü yapısı, dışa açıklık düzeyi, uluslararası parasal ilişkileri ve kambiyo rejimi bazılarınca 'geriye dönüş' anlamına gelebilecek bu tür düzenlemelerin yapılmasına imkân tanımamaktadır. Türkiye ekonomisinde son otuz yılda yaşananlar kamusal müdahale araçlarının etkisini büyük ölçüde aşındırdırmış; piyasadaki güç dengelerinin baskın unsurları ulusüstü bir nitelik kazanmıştır. Bu şartlarda piyasadaki rekabet koşulları örneğin bir firmanın ya da bankanın devredilmesini zorluyorsa, bu zorlamaya direnmek bir süre sonra piyasadan çekilmeyi de göze alabilmeyi gerektirebilir. Bu tür bir direnişin başarısı ve süresi, bir noktadan sonra karşılarında direnç gösterilenlerin finansal güçleri ve etki alanlarının genişliğiyle ilişkilidir. Ayrıca ekonomik koşulların yanı sıra Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne 'uyum süreci' ya da IMF'ye verilen taahhütler gibi başka hususlar da bu tür sınırlandırmaların nasıl yapılabileceği değerlendirilirken hatırda tutulmalıdır. Bu şartlar altında, eğer siyasi otorite bu yönde bir tercihi benimsese bile bunun sadece bir ya da birkaç kamu bankasının kamuda kalmasıyla, bir başka ifadeyle özelleştirilmemesiyle mümkün olabileceği düşünülmektedir. Tabii bu durum etraflıca değerlendirmeyi gerektiren başka konuları gündeme getirmektedir. Üstelik herhalukârda 'ama'lar sonlanmamakta ve örneğin IMF ile yapılan düzenlemelerin buna ne ölçüde imkân vereceği akla gelmekte ve tartışma uzayıp gitmektedir...
Bu yazi daha önce Finans Kulüp - Türkiye Finans Yöneticileri Vakfı'nın internet sitesinde (28.04.2006) ve Dünya Gazetesi'nde (11.05.2006) yayınlanmıştır.
Etiketler:
bankacılıkta yabancı sermaye
Türk Bankacılığına Yabancı Sermayeli Girişler
Son dönemde Türkiye'nin ekonomi gündeminin en önemli konularından biri 'Türk bankacılığına yabancı sermayeli girişler' konusudur. Bu durum Türk bankacılık sektörünün yabancı sermaye olgusuyla ilk kez tanışıyor olmasından kaynaklanmıyor. Tersine, yabancı bankaların Türkiye'deki faaliyetleri Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinden bu yana, farklı yoğunluklarda da olsa her zaman mevcudiyetini korumuştur. Cumhuriyetin 1923'te kurulmasına rağmen Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın ancak 1930 yılında kurulabilmesi bile bu durumun çok çarpıcı bir örneğidir ve Osmanlı Bankası'nın Türkiye'deki faaliyetleriyle ilgilidir. Türkiye'deki yabancı sermayeli bankalar uzunca bir dönem, hem sayıca hem de faaliyet alanları bakımından dar bir çerçevenin içinde kalmışlardır. Öte yandan 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları sonrasında, faaliyet alanlarında çarpıcı bir genişleme olmamakla birlikte, sektördeki yabancı banka sayısı hızla artmıştır.
Ancak, 2001 yılında yaşanan finansal krizin sonrasında Demirbank'ın İngiliz sermayeli HSBC tarafından satın alınmasıyla yeni bir döneme girilmiştir. Çünkü, Demirbank'ın devrinden önce Türkiye'deki faaliyetlerini sadece birkaç şube ile sürdüren HSBC, bu devir sonrasında Türkiye'deki varlığını yeni bir stratejiyle yürüteceğini ortaya koymuştur. Bu yeni strateji eskisinden farklı olarak pazarın geneline yönelen ve geniş bir şube ağıyla perakendeci bankacılığı esas alan bir stratejidir ve görülmektedir ki son dönemde sektöre dahil olan tüm yabancı sermayeli bankalar tarafından bütünüyle benimsenmektedir.
Peki Türk bankacılığında ne olmaktadır da birden bire yabancı sermayenin ilgisi bu ölçüde artmıştır? Aslına bakılırsa bu ilgi hiç de yeni değildir. Çokuluslu bankaların gözü esasında uzun süredir Türk bankalarının üzerinde olmakla birlikte, daha önceki dönemlerde bu tür girişler için koşullar ve dolayısıyla zamanlama uygun değilken koşulların daha uygun hale geldiği bir döneme girilmesiyle uzun zamandır sürdürülen 'izleme' aşamasından 'girişim' aşamasına geçilmiştir. Bu durumun ortaya konulabilmesi bakımından Türk ekonomisine ilişkin tarihsel sürecin hatırlatılmasında yarar vardır.
1980'lerin başına kadar ülke ekonomisinin girdiği krizlerin büyük ölçüde 'döviz darlığı' ile ilişkilendirilmesi, Türk firmalarının ihracata yönlendirilmeleriyle bu tür darboğazların kalıcı biçimde ortadan kaldırılabileceği inancını yerleştirmiştir. Bu yaklaşım sebebiyle 24 Ocak 1980 Kararlarından önceki dönemde dışa kapalı ithal ikameci yapının hâkim olduğu Türk ekonomisinde; bu tarihten sonra 'ihracata dayalı büyüme' olarak adlandırılan, özellikle dış ticaretin serbestleştirildiği ve teşvik edildiği bir devre yaşanmıştır. Dolayısıyla, başlangıçta devletin uygulamaya soktuğu çeşitli türde teşvik tedbirlerinin de katkısıyla firmaların ihracat performansları çarpıcı ölçüde iyileşmiştir. Ayrıca, Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu 1989 yılında alınan 32 Sayılı Karar ile değiştirilmiş ve Türkiye ile dışı arasındaki sermaye hareketlerini kısıtlayan düzenlemeler yürürlükten kaldırılmıştır. Bunun yanı sıra, Avrupa Birliği ile imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması 1996 yılının başında uygulamaya sokulmuş; 1999 yılında kamusal nitelikli uyuşmazlıklarda da hakeme başvurulabilmesi imkanı (uluslararası tahkim) yasal düzenlemeye bağlanmış; 2003 yılındaki yeni yasayla, yabancı sermayeli yatırımlar önündeki akla gelebilecek tüm kısıtlamalar kaldırılmış ve böylelikle Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisiyle bütünleşme süreci tamamlanmıştır. Dolayısıyla Türkiye ekonomisi – siyasi boyutta Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecinin nasıl sonuçlanacağı dikkate alınmaksızın – Avrupa Birliği merkezli geniş Avrupa ekonomisinin bir uzantısı biçimine dönüşmüştür.
Bu ekonomik yapı dönüşümünün Türk firmalarının faaliyetleri ve rekabet güçleri üzerinde büyük ve kalıcı etkiler yaratması kaçınılmazdır. 1980'lerden önce, esasen iç pazar için ve koruma duvarları ardında yüksek kâr oranlarıyla çalışan Türk firmaları; yirmi yıla sığan görece kısa sayılabilecek bir süreç içerisinde, ulusal pazarın dışa entegrasyonu sonucunda yeni rekabet stratejleri geliştirmek zorunda kalmışlardır. Özellikle Gümrük Birliği'ne girildiği 1996'dan sonra yerli firmalar için 'iç pazar – dış pazar ayrımı' dahi anlamını yitirmiştir. Bir başka ifadeyle, iç ve dış pazarlardaki rekabet koşulları 'aynılaşmıştır'. Dolayısıyla firmalar – normalde – dış pazarlarda rekabet ettikleri yabancı ülke firmalarıyla, kendi iç pazarlarında da rekabet etmek zorunda kalmışlardır. Öte yandan Türk firmalarının 1980'i izleyen on beş yıl zarfında ihracat yoluyla dış pazarlara yönelmeleri, bu tecrübeyi edinmiş olan firmaların yeni rekabet koşullarına daha hızlı uyum sağlayabilmelerini mümkün kılmıştır.
Bu şartlar altında Türk bankacılık sektörü, 'satın almalara' dayanan yayılmacı stratejiler izleyen Avrupalı bankalar için kuşkusuz iştah kabartıcıdır. Çünkü hem mevcut pazar büyüklüğü, hem de pazarın büyüme potansiyeli dikkate alındığında; dev Avrupalı bankaların arasındaki oligopolist rekabetin Türkiye pazarına girişi kaçınılmaz kıldığı görülmelidir. Bir başka ifadeyle, bu şartlar altında eski kıtanın her büyük oyuncusu geniş Avrupa pazarının bir başka köşesindeki rekabetçi dengelerin kendisi aleyhine değişmemesi bakımından Türkiye'de olmak zorunluluğunu hissetmektedir. Yani, sektöre her bir yabancı sermayeli giriş bir başka yabancı sermayeli girişi uyarmakta ve hatta zorlamaktadır. Bu durumun derinlemesine kavranabilmesi için çokuluslu büyük – özellikle de Avrupalı – bankalar arasındaki rekabetçi dengelerin incelenmesinde yarar vardır.
Öte yandan bankacılık sektöründeki geleneksel yerli oyuncuların büyük çoğunluğunun, finans dahil türlü sektörde faaliyette bulunan gruplar oluşları konunun diğer yanını oluşturmaktadır. İç pazarın geleneksel niteliklerini yitirerek geniş Avrupa pazarının uzantısına dönüşmesi rekabeti artırmış ve sektörel yoğunlaşmayı/odaklanmayı zorunluluk haline getirmeye başlamıştır. Bu, tüm sektörlerde eşanlı rekabet edilemeyeceği; dolayısıyla bazı sektörlerden çekilmek zorunda kalınacağı anlamına gelmektedir. Üstelik son dönemde yaşanan krizler ve bunlar sonrasında ortaya çıkan yeni düzenlemeler, bankacılık işini eskiye kıyasla çekici olmaktan çıkardığı gibi; 'geleneksel birikim modelinin' de artık işlemeyeceği anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi bu modelde bankacılık, grup şirketleriyle stratejik entegrasyon içinde düşünülmekte ve bir şirketler grubunun üyesi olan bir bankanın bütünüyle ayrı bir bünye olarak görülmesi yerine, grubun finansal motoru olarak algılanması ve kullanılması söz konusu edilmektedir. Yukarıda sıralanan tüm gelişmeler bu modelin sonunu getirmiştir. Elbette, burada sözü edilen hakim yaklaşımın iyi örneklerinin de bulunduğu unutulmamalıdır ve modelin bütünüyle eleştirildiği kanısı uyanmamalıdır. Tersine, Türkiye gibi sermayenin kıt olduğu ülkelerin tümünde benzer birikim modelleri benimsenmiş ve farklı ölçülerde de olsa başarı elde edilmiştir. Türkiye'de ise kamu ve özel sektörde bu modelin çok başarılı örnekleri de görülmekle beraber gittikçe artan 'yozlaşma' maalesef modelin iyi örneklerini de unutturmuştur.
Dolayısıyla Türk bankacılık sektöründe yaşanan değişimi ve bunları zorlayan krizleri Türk ekonomisinin 'reel' sektörlerinden ve 'genel birikim modelinden' bağımsız düşünmek mümkün değildir. Yeni durum çok sayıda bankanın tasfiyesini zorlamış ve oyuncu sayısı doğal olarak azalmıştır. Öte yandan, varlığını sürdürenler arasında Avrupa'nın dev bankalarından gelen devir teklifleriyle birlikte hissedilecek olan rekabet baskısı karşısında direnebilme gücünü kendisinde görebilecek yerli bankaların sayılarının da pek fazla olamayacağını iddia etmek zor değildir. Bu noktada, oligopolist rekabetin uyardığı reaksiyoner stratejilerin (rakiplerin hareketlerini esas alarak davranmaya dayanan stratejiler), 'satın alma yönünde güdülenmiş' yabancı alıcılar kadar 'pazardan çıkışta geri kalma ve zarara uğrama' kaygısıyla hareket edebilecek satıcılar için de geçerli olacağı not edilmelidir. Bu çerçevede, bugünlerde dile getirilen ve sektördeki yabancı sermaye payının hangi düzeylere erişebileceğine ilişkin görüşlerin genellikle çok iyimser oldukları düşünülmektedir. Ayrıca bu tür tahminlerin ne tür varsayımlara dayandırıldıkları da genellikle açıklanmamaktadır. Son olarak, Türk bankacılık sektöründe yabancı sermayenin sınırlanması yönündeki görüşlerin benimsenmesi durumunda, eldeki politika seçeneklerinin de çok sınırlı olduğu not edilmelidir. Bu doğrultudaki tercihler değerlendirilirken kamu bankalarının konumu ve geleceği çok büyük önem taşımaktadır. Tabii kamu bankalarının özelleştirilmesi konusunu da içeren böylesine karmaşık bir analiz bu kısa yazının sınırlarını aşmakta ve bir başka yazıyı gerektirmektedir.
Bu yazi daha önce Finans Kulüp - Türkiye Finans Yöneticileri Vakfı'nın internet sitesinde (03.08.2005) ve Dünya Gazetesi'nde (04.10.2005) yayınlanmıştır.
Ancak, 2001 yılında yaşanan finansal krizin sonrasında Demirbank'ın İngiliz sermayeli HSBC tarafından satın alınmasıyla yeni bir döneme girilmiştir. Çünkü, Demirbank'ın devrinden önce Türkiye'deki faaliyetlerini sadece birkaç şube ile sürdüren HSBC, bu devir sonrasında Türkiye'deki varlığını yeni bir stratejiyle yürüteceğini ortaya koymuştur. Bu yeni strateji eskisinden farklı olarak pazarın geneline yönelen ve geniş bir şube ağıyla perakendeci bankacılığı esas alan bir stratejidir ve görülmektedir ki son dönemde sektöre dahil olan tüm yabancı sermayeli bankalar tarafından bütünüyle benimsenmektedir.
Peki Türk bankacılığında ne olmaktadır da birden bire yabancı sermayenin ilgisi bu ölçüde artmıştır? Aslına bakılırsa bu ilgi hiç de yeni değildir. Çokuluslu bankaların gözü esasında uzun süredir Türk bankalarının üzerinde olmakla birlikte, daha önceki dönemlerde bu tür girişler için koşullar ve dolayısıyla zamanlama uygun değilken koşulların daha uygun hale geldiği bir döneme girilmesiyle uzun zamandır sürdürülen 'izleme' aşamasından 'girişim' aşamasına geçilmiştir. Bu durumun ortaya konulabilmesi bakımından Türk ekonomisine ilişkin tarihsel sürecin hatırlatılmasında yarar vardır.
1980'lerin başına kadar ülke ekonomisinin girdiği krizlerin büyük ölçüde 'döviz darlığı' ile ilişkilendirilmesi, Türk firmalarının ihracata yönlendirilmeleriyle bu tür darboğazların kalıcı biçimde ortadan kaldırılabileceği inancını yerleştirmiştir. Bu yaklaşım sebebiyle 24 Ocak 1980 Kararlarından önceki dönemde dışa kapalı ithal ikameci yapının hâkim olduğu Türk ekonomisinde; bu tarihten sonra 'ihracata dayalı büyüme' olarak adlandırılan, özellikle dış ticaretin serbestleştirildiği ve teşvik edildiği bir devre yaşanmıştır. Dolayısıyla, başlangıçta devletin uygulamaya soktuğu çeşitli türde teşvik tedbirlerinin de katkısıyla firmaların ihracat performansları çarpıcı ölçüde iyileşmiştir. Ayrıca, Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu 1989 yılında alınan 32 Sayılı Karar ile değiştirilmiş ve Türkiye ile dışı arasındaki sermaye hareketlerini kısıtlayan düzenlemeler yürürlükten kaldırılmıştır. Bunun yanı sıra, Avrupa Birliği ile imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması 1996 yılının başında uygulamaya sokulmuş; 1999 yılında kamusal nitelikli uyuşmazlıklarda da hakeme başvurulabilmesi imkanı (uluslararası tahkim) yasal düzenlemeye bağlanmış; 2003 yılındaki yeni yasayla, yabancı sermayeli yatırımlar önündeki akla gelebilecek tüm kısıtlamalar kaldırılmış ve böylelikle Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisiyle bütünleşme süreci tamamlanmıştır. Dolayısıyla Türkiye ekonomisi – siyasi boyutta Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecinin nasıl sonuçlanacağı dikkate alınmaksızın – Avrupa Birliği merkezli geniş Avrupa ekonomisinin bir uzantısı biçimine dönüşmüştür.
Bu ekonomik yapı dönüşümünün Türk firmalarının faaliyetleri ve rekabet güçleri üzerinde büyük ve kalıcı etkiler yaratması kaçınılmazdır. 1980'lerden önce, esasen iç pazar için ve koruma duvarları ardında yüksek kâr oranlarıyla çalışan Türk firmaları; yirmi yıla sığan görece kısa sayılabilecek bir süreç içerisinde, ulusal pazarın dışa entegrasyonu sonucunda yeni rekabet stratejleri geliştirmek zorunda kalmışlardır. Özellikle Gümrük Birliği'ne girildiği 1996'dan sonra yerli firmalar için 'iç pazar – dış pazar ayrımı' dahi anlamını yitirmiştir. Bir başka ifadeyle, iç ve dış pazarlardaki rekabet koşulları 'aynılaşmıştır'. Dolayısıyla firmalar – normalde – dış pazarlarda rekabet ettikleri yabancı ülke firmalarıyla, kendi iç pazarlarında da rekabet etmek zorunda kalmışlardır. Öte yandan Türk firmalarının 1980'i izleyen on beş yıl zarfında ihracat yoluyla dış pazarlara yönelmeleri, bu tecrübeyi edinmiş olan firmaların yeni rekabet koşullarına daha hızlı uyum sağlayabilmelerini mümkün kılmıştır.
Bu şartlar altında Türk bankacılık sektörü, 'satın almalara' dayanan yayılmacı stratejiler izleyen Avrupalı bankalar için kuşkusuz iştah kabartıcıdır. Çünkü hem mevcut pazar büyüklüğü, hem de pazarın büyüme potansiyeli dikkate alındığında; dev Avrupalı bankaların arasındaki oligopolist rekabetin Türkiye pazarına girişi kaçınılmaz kıldığı görülmelidir. Bir başka ifadeyle, bu şartlar altında eski kıtanın her büyük oyuncusu geniş Avrupa pazarının bir başka köşesindeki rekabetçi dengelerin kendisi aleyhine değişmemesi bakımından Türkiye'de olmak zorunluluğunu hissetmektedir. Yani, sektöre her bir yabancı sermayeli giriş bir başka yabancı sermayeli girişi uyarmakta ve hatta zorlamaktadır. Bu durumun derinlemesine kavranabilmesi için çokuluslu büyük – özellikle de Avrupalı – bankalar arasındaki rekabetçi dengelerin incelenmesinde yarar vardır.
Öte yandan bankacılık sektöründeki geleneksel yerli oyuncuların büyük çoğunluğunun, finans dahil türlü sektörde faaliyette bulunan gruplar oluşları konunun diğer yanını oluşturmaktadır. İç pazarın geleneksel niteliklerini yitirerek geniş Avrupa pazarının uzantısına dönüşmesi rekabeti artırmış ve sektörel yoğunlaşmayı/odaklanmayı zorunluluk haline getirmeye başlamıştır. Bu, tüm sektörlerde eşanlı rekabet edilemeyeceği; dolayısıyla bazı sektörlerden çekilmek zorunda kalınacağı anlamına gelmektedir. Üstelik son dönemde yaşanan krizler ve bunlar sonrasında ortaya çıkan yeni düzenlemeler, bankacılık işini eskiye kıyasla çekici olmaktan çıkardığı gibi; 'geleneksel birikim modelinin' de artık işlemeyeceği anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi bu modelde bankacılık, grup şirketleriyle stratejik entegrasyon içinde düşünülmekte ve bir şirketler grubunun üyesi olan bir bankanın bütünüyle ayrı bir bünye olarak görülmesi yerine, grubun finansal motoru olarak algılanması ve kullanılması söz konusu edilmektedir. Yukarıda sıralanan tüm gelişmeler bu modelin sonunu getirmiştir. Elbette, burada sözü edilen hakim yaklaşımın iyi örneklerinin de bulunduğu unutulmamalıdır ve modelin bütünüyle eleştirildiği kanısı uyanmamalıdır. Tersine, Türkiye gibi sermayenin kıt olduğu ülkelerin tümünde benzer birikim modelleri benimsenmiş ve farklı ölçülerde de olsa başarı elde edilmiştir. Türkiye'de ise kamu ve özel sektörde bu modelin çok başarılı örnekleri de görülmekle beraber gittikçe artan 'yozlaşma' maalesef modelin iyi örneklerini de unutturmuştur.
Dolayısıyla Türk bankacılık sektöründe yaşanan değişimi ve bunları zorlayan krizleri Türk ekonomisinin 'reel' sektörlerinden ve 'genel birikim modelinden' bağımsız düşünmek mümkün değildir. Yeni durum çok sayıda bankanın tasfiyesini zorlamış ve oyuncu sayısı doğal olarak azalmıştır. Öte yandan, varlığını sürdürenler arasında Avrupa'nın dev bankalarından gelen devir teklifleriyle birlikte hissedilecek olan rekabet baskısı karşısında direnebilme gücünü kendisinde görebilecek yerli bankaların sayılarının da pek fazla olamayacağını iddia etmek zor değildir. Bu noktada, oligopolist rekabetin uyardığı reaksiyoner stratejilerin (rakiplerin hareketlerini esas alarak davranmaya dayanan stratejiler), 'satın alma yönünde güdülenmiş' yabancı alıcılar kadar 'pazardan çıkışta geri kalma ve zarara uğrama' kaygısıyla hareket edebilecek satıcılar için de geçerli olacağı not edilmelidir. Bu çerçevede, bugünlerde dile getirilen ve sektördeki yabancı sermaye payının hangi düzeylere erişebileceğine ilişkin görüşlerin genellikle çok iyimser oldukları düşünülmektedir. Ayrıca bu tür tahminlerin ne tür varsayımlara dayandırıldıkları da genellikle açıklanmamaktadır. Son olarak, Türk bankacılık sektöründe yabancı sermayenin sınırlanması yönündeki görüşlerin benimsenmesi durumunda, eldeki politika seçeneklerinin de çok sınırlı olduğu not edilmelidir. Bu doğrultudaki tercihler değerlendirilirken kamu bankalarının konumu ve geleceği çok büyük önem taşımaktadır. Tabii kamu bankalarının özelleştirilmesi konusunu da içeren böylesine karmaşık bir analiz bu kısa yazının sınırlarını aşmakta ve bir başka yazıyı gerektirmektedir.
Bu yazi daha önce Finans Kulüp - Türkiye Finans Yöneticileri Vakfı'nın internet sitesinde (03.08.2005) ve Dünya Gazetesi'nde (04.10.2005) yayınlanmıştır.
Etiketler:
bankacılıkta yabancı sermaye
Bankacılıkta Yabancı Sermaye
Uzunca bir süredir Türkiye’nin gündeminde bulunan yabancı sermaye olgusu, önceleri genellikle finans dışındaki sektörler için söz konusu edilirken; 2001 yılındaki ekonomik bunalımın tetiklemesiyle bankacılık sektöründe açığa çıkan çöküşle birlikte, finansal hizmetler sektörünün de gündemine girdi. Demirbank’ın İngiliz sermayeli HSBC tarafından satın alınması bu yeni gündemin habercisiydi. Ardından İtalyan UniCredito – Koçbank, BNP Paribas – TEB, Fortis – Dışbank, UniCredito/Koç – YKB, Rabobank – Şekerbank arasındaki devirlerle Türk bankacılığında yabancı sermaye konusu ekonomik gündemin en üst sıralarına yerleşiverdi.
Türk bankacılık sektöründe yabancı sermayeyle ilişkili olarak ortaya çıkan bugünkü durumu anlayabilmek için konuyu dünya ekonomisinin gelişme sürecini dkkate alarak değerlendirmek gerekmektedir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru “yeniden kurulmakta olan dünyanın” para sistemi 1944 yılında Bretton Woods Konferansı’nda şekillendirildi. Bu sistem zamanla artan sıkıntılara rağmen 1970’lerin başına kadar ayakta kalabilmişse de, 1971 yılında Başkan Nixon’ın Amerikan dolarının altına konvertibilitesinin kaldırıldığını ilân etmesiyle, finansal piyasalar açısından yeni bir döneme giriliyordu. Yine 1970’li yıllardaki petrol şoklarının ardından yaşanan ekonomik krizlerle birlikte İkinci Dünya Savaşını izleyen çeğrek asırdaki ekonomik büyüme ve refah artışı, yerini durgunluğa ve durgunluk içinde enflasyona bırakıyordu. Bu dönem “risk” kavramının iktisadî anlamda yeni boyutlar kazandığı ve dolayısıyla ekonomik aktörlerin eskiye kıyasla daha riskli koşullara uyum için yeni stratejiler geliştirmeye zorlandıkları bir dönemdir. Hâlen süregiden bu dönemde, makroekonomik dinamikler hükûmetleri tepki vermeye zorlarken, hâkim yaklaşım savaş sonrasının Keynezyen politikalarından uzaklaşılmasıdır. Bu dönemde hükûmetler, “serbestleştirici” bir başka ifadeyle yasal düzenlemeleri gevşetici politikaları benimsediler. Ayrıca, iletişim ve bilgi işlem teknolojilerindeki gelişmeler her alanda olduğu gibi finans alanında da ekonomik faaliyetin yapısını öncesiyle kıyaslanamayacak ölçülerde değişikliğe uğrattı. Sözü edilen koşulların yarattığı süreç kendi kendisini besleyerek, rekabetçi baskıları finansal sektörde öncesiyle görülmemiş ölçüde artırmıştır. Bu süreç bir bakıma, sıklıkla “küreselleşme” olarak adlandırılan süreçtir. Gerçekte küreselleşme olgusunun iktisadî yönünün çoğunlukla sanıldığından hayli farklı olduğunu not etmekte fayda vardır. Çünkü gelinen aşamada bir “bütünüyle kürselleşme” gerçeğinden ziyade dünya üzerinde “üç büyük bloğun” (ABD liderliğindeki NAFTA/Amerika bloğu, Japonya liderliğindeki Asya-Pasifik bloğu ve Avrupa Birliği) ortaya çıktığı görülmektedir. Dolayısıyla, bugün bir “küresel pazardan” öte dünya üzerinde “üç bölgesel pazardan” söz edilmesi gerçekçi olacaktır.
Bu şartlar altında dışa açık ekonomilerde bankacılık sektörünün karşı karşıya bulunduğu durum şu şekilde özetlenebilir: Pazara giriş ve faaliyet koşulları büyük ölçüde serbestleştirilmiştir. Pazara yurt dışından girişler ve doğrudan giriş biçiminde değerlendirilemese bile yurt dışındaki finansal kurumların sınır-ötesi faaliyetleri de rekabetçi baskıları artmıştır. Dolayısıyla pazar doygunlaşmış, kâr oranları düşmüştür. Sonuçta rakip bankalar (finansal kurumlar) en azından rekabetçi güçlerini koruyabilmek için finansal yenilikler geliştirmek zorunda kalmışlardır. Finansal yenilikler yeni ürünler, yeni süreçler ya da yeni pazarlar biçiminde ortaya çıkabilmektedir. Yenilik kapsamında düşünülebilecek bu üç husus (ürün, süreç ve coğrafya) birlikte değerlendirilmelidir çünkü her biri bir diğerini daha anlamlı kılabilecek etkiler yaratmaktadır. Konunun yazımızın esasına ilişkin yönü olan “bankacılıkta doğrudan dış yatırımlar” olgusu, burada sözünü ettiğimiz “coğrafî genişlemenin” ta kendisidir.
Aslında bankacılık alanında dünyada bugüne kadar üç büyük dış yatırım dalgasından söz edilebilir. Bunların ilki 1830’lu yıllarda başlayan ve İngiliz bankalarıyla Hollanda bankaları tarafından bu ülkelerin sömürgelerinde yapılan dış yatırımlardır. İkinci dalga 1960’lı yıllarda Amerikan bankalarının, daha sonraysa Japon bankalarının faaliyetleriyle belirginleşmiştir ve gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere doğrudur. Birinci ve ikinci dalgalarda bankalar kendi ülkelerinin çokuluslu firmalarını izlemek için dış yatırıma yönelmişlerdir (“müşterini izle” yaklaşımı). Üçüncü dalga ise 1990’larda ortaya çıkmıştır ve bu defa başı çeken bankalar sanayileşmiş Avrupa ülkelerinin bankalarıdır. Önceki iki dalgadan farklı olarak bu defa dış yatırımın gerisindeki temel saik ‘müşterinin izlenmesi’ değil, doğrudan doğruya yerel finansal hizmetler talebinin karşılanmasıdır; özellikle perakendeci bankacılıktır. Dış yatırımların yönü de sanayileşmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğrudur ve belirgin şekilde dış yatırım çeken ülkeler Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Latin Amerika ülkeleridir.
Bankacılıkta dış yatırımlar konusunu ele alan teorik çalışmalara bakıldığında da yukarıda özetlenen tarihsel sürecin esas alındığı görülmektedir. Dolayısıyla, ilk kez Grubel’le başlayarak 1970’lerde oluşturulan ‘çokuluslu bankacılık teorisi’ ilk iki dış yatırım dalgasının sağladığı tecrübeye dayanılarak doğrudan dış yatırım yapan bankaların esasen kendi ülkelerinden çıkan çokuluslu firmaları izledikleri ve gittikleri ülkelerdeki büyük özel müşterilere yöneldiklerini savlamaktadır. Bir başka ifadeyle geleneksel teori bankacılıkta dış yatırım faaliyetlerinin temelde müşterilerin izlenmesi ve yerli büyük müşterilerin taleplerinin karşılanması biçiminde açıklanabileceğini ileri sürmektedir.
Bu yaklaşım günümüzün koşullarını açıklamaktan uzaktır. Çünkü, bankacılık alanında hâlen süregiden dış yatırım faaliyetlerinde, müşterilerin izlenmesi önem taşımadığı gibi yabancı sermayeli bankalar girdikleri pazarlarda esasen perakendeci bankacılıkta yoğunlaşıyorlar. Yeni koşullar altında çokuluslu bankacılığın izahında nasıl bir teorik yaklaşım geliştirilebileceği sorgulandığında ise diğer sektörleri içinde barındıran “doğrudan dış yatırımlar yazınının” göz önünde bulundurulmasında yarar vardır. Doğrudan dış yatırımlar yazını esas alınarak çokuluslu bankacılık konusunda değişik yönlere vurgu yapan farklı değerlendirmeler mümkün olabilir. Fakat literatürde genel kabul gören yaklaşımların başında gelen ve Profesör Dunning tarafından geliştirilen Eklektik Paradigma’nın ve Knickerbocker’ın Stratejik Rekabet Yaklaşımı’nın ortaya koyduğu analitik çerçevenin yardımıyla gerçekçi bir değerlendirme mümkün görünmektedir.
Eklektik Paradigma’ya göre bir firma kendi ülkesinin sınırları dışında yatırım yapabilmek için yatırımın yapıldığı ülkedeki yerli firmalara kıyasla bazı avantajlara sahip olmalıdır. Dış yatırımcı firma bu avantajları yerli firmalardan birine kiralayarak faaliyette bulunmak yerine, kendisi doğrudan pazara girmeyi tercih ediyorsa; bu tercih firmanın avantajlarını bünyesinde tutmak, bir başka ifadeyle içselleştirmek, yoluyla yabancı pazardaki faaliyetinden daha yüksek oranda kâr edebileceğini beklemesindendir. Ayrıca dış yatırımcı firma avantajlarını yeni bir pazarda kullanarak rekabet gücünü belirginleştirecektir. Çünkü sözü edilen avantajlar, yatırımcı firmanın kendi ülkesindeki pazarda dış pazardaki ölçüde üstünlük sağlamıyor olabilir. Bu şartlar altında, herhangi bir dış yatırımcı firmanın dış yatırım kararında ‘pazar arayışı’, ‘stratejik aktif arayışı’, ‘doğal kaynak arayışı’ ya da ‘etkinlik arayışı’ belirleyici olmaktadır.
Öte yandan, Stratejik Rekabet Yaklaşımı’na göre firmalar dış yatırım kararı verme sürecinde rakiplerinin izleyerek kendi rekabetçi konumlarını “görece” zayıflatmayacak yönde davranma eğilimi içindedirler. Dolayısıyla piyasadaki herbir rakibin alacağı pozisyon bir diğerinin aldığı pozisyon ile yakından ilgilidir. Rakiplerden birinin – diyelim – yeni bir pazara girmesi diğerlerini de aynı yönde davranmaya zorlayacaktır.
Bu teorilerin sağladığı bakış açısı bankacılık sektöründeki mevcut dış yatırım dalgasının çözümlenmesinde kullanıldığında şunlar söylenebilir:
Yatırım yapan bankalar kendi iç pazarlarında karşı karşıya kaldıkları rekabetçi baskı, Pazar doygunluğu ve azalan getiriler karşısında yeni pazarların arayışına girmişlerdir. Sözü edilen her ekonomik bloğun gelişmiş ülkelerinin bankaları, yine aynı ekonomik bloğun görece geri bölgelerinde yayılma eğilimindedirler. Avrupa söz konusu olduğunda sözü edilen bölge Avrupa ekonomik alanıyla tümüyle bütünleşmiş olan Avrupa Birliği’ne tam üye ya da – resmen olsun olmasın – aday ülkelerdir. Türkiye de bu ülkeler arasındadır. Yatırımcı bankalar genellikle gelişmiş ülkelerde kurulmuş büyük firmalardır ve kendi ülkelerinden daha az etkin finansal sektörleri olan ülkeler yönelmektedirler. Bu bankaların güçlüdür sermaye yapılarına, gelişkin yönetsel becerilerilere dayanan rekabetçi üstünlüğe sahiplerdir. (Bazı yazarlar ölçek ve kapsam ekonomilerinden söz etseler de bankacılık sektöründe ölçek ve kapsam ekonomileri konusu ayrıca tartışılması gereken bir konudur.). Dolayısıyla dış yatırımı mümkün kılabilecek avantajları bulunan söz konusu bankalar özellikle pazar ve stratejik aktif arayışı içinde etkin olmayan dış pazarlara yönelmeyi tercih etmekte ve kendi boylarındaki rakiplerinin davranışlarını çok yakından izlemektedirler. Bir başka ifadeyle bu düzeydeki oyunculardan herhangi birinin bir dış yatırım hareketine diğerleri tarafından da en kısa zamanda tepki verilmektedir. Çünkü hiçbiri nisbî rekabet güçlerini coğrafî pazar anlamında kaybetmeyi göze alabilecek durumda değillerdir. Bir başka ifadeyle – diyelim – A bankası ile a ülkesinde rekabetçi bir denge oturtmuş bulunan B bankasının bu dengeyi koruyabilmesi için A bankasının b ülkesinin pazarına girmesi durumunda B bankasının da b ülkesi pazarına girmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bu oyun belki ‘küresel’ değil ama ‘bölgesel’ bir oyundur ve büyük oyuncularını tahmin etmek güç değildir.
Bu defa dış yatırımda temel saikin ‘pazar arayışı’ oluşu yeni durumu geçmişteki benzerlerinden ayırmaktadır. Artık dış yatırımcı bankalar ‘müşterilerini izlemek’ yerine yerel perakendeci bankacılık pazarlarına yönelmektedirler. Bu durumun bir başka sebebiyse, perakende pazardaki risk kompozisyonunun yapısından kaynaklanmaktadır.
Dikkat çekilmesi gereken diğer husular ise şunlardır: Yukarıda da değinildiği gibi dış yatırım yerinin seçiminde – genellikle – değinilen bloklaşma hususunun öncelikli etkileri görülürken, ayrıca büyüme ve ekonomik istikrar potansiyeli yüksek, dolayısıyla yüksek getiri oranları vaad edebilen ekonomiler tercih edilmektedir. Bununla birlikte, ‘yeni yatırım’ ve ‘organik büyüme’ değil de ‘satın almalar’ yöntemi seçilmektedir. Çünkü banka satın almak yenisini kurmaktan çok daha ucuz ve daha düşük risk taşıyan bir yöntemdir. Başlangıçta ‘stratejik ittifak’ veya ‘iştirak’ biçiminde görülebilecek dış yatırım hareketlerinde de uzun dönemde ‘kontrol’ gücünün ele geçirilmesini amaçlayan eğilimler beklemek güç olmasa gerektir.
Sanırım Türk bankacılığındaki yabancı sermayeli girişlerin anlaşılabilmesi bakımından bu tür bir değerlendirme yararlı olacaktır. Doğrudan Türk bankacılık sektörüne ilişkin bir çözümleme ise belki bir başka yazının konusu olabilir.
Bu yazi daha önce Finans Kulüp - Türkiye Finans Yöneticileri Vakfı'nın internet sitesinde (06.05.2005) ve Dünya Gazetesi'nde (12.07.2005) yayınlanmıştır.
Türk bankacılık sektöründe yabancı sermayeyle ilişkili olarak ortaya çıkan bugünkü durumu anlayabilmek için konuyu dünya ekonomisinin gelişme sürecini dkkate alarak değerlendirmek gerekmektedir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru “yeniden kurulmakta olan dünyanın” para sistemi 1944 yılında Bretton Woods Konferansı’nda şekillendirildi. Bu sistem zamanla artan sıkıntılara rağmen 1970’lerin başına kadar ayakta kalabilmişse de, 1971 yılında Başkan Nixon’ın Amerikan dolarının altına konvertibilitesinin kaldırıldığını ilân etmesiyle, finansal piyasalar açısından yeni bir döneme giriliyordu. Yine 1970’li yıllardaki petrol şoklarının ardından yaşanan ekonomik krizlerle birlikte İkinci Dünya Savaşını izleyen çeğrek asırdaki ekonomik büyüme ve refah artışı, yerini durgunluğa ve durgunluk içinde enflasyona bırakıyordu. Bu dönem “risk” kavramının iktisadî anlamda yeni boyutlar kazandığı ve dolayısıyla ekonomik aktörlerin eskiye kıyasla daha riskli koşullara uyum için yeni stratejiler geliştirmeye zorlandıkları bir dönemdir. Hâlen süregiden bu dönemde, makroekonomik dinamikler hükûmetleri tepki vermeye zorlarken, hâkim yaklaşım savaş sonrasının Keynezyen politikalarından uzaklaşılmasıdır. Bu dönemde hükûmetler, “serbestleştirici” bir başka ifadeyle yasal düzenlemeleri gevşetici politikaları benimsediler. Ayrıca, iletişim ve bilgi işlem teknolojilerindeki gelişmeler her alanda olduğu gibi finans alanında da ekonomik faaliyetin yapısını öncesiyle kıyaslanamayacak ölçülerde değişikliğe uğrattı. Sözü edilen koşulların yarattığı süreç kendi kendisini besleyerek, rekabetçi baskıları finansal sektörde öncesiyle görülmemiş ölçüde artırmıştır. Bu süreç bir bakıma, sıklıkla “küreselleşme” olarak adlandırılan süreçtir. Gerçekte küreselleşme olgusunun iktisadî yönünün çoğunlukla sanıldığından hayli farklı olduğunu not etmekte fayda vardır. Çünkü gelinen aşamada bir “bütünüyle kürselleşme” gerçeğinden ziyade dünya üzerinde “üç büyük bloğun” (ABD liderliğindeki NAFTA/Amerika bloğu, Japonya liderliğindeki Asya-Pasifik bloğu ve Avrupa Birliği) ortaya çıktığı görülmektedir. Dolayısıyla, bugün bir “küresel pazardan” öte dünya üzerinde “üç bölgesel pazardan” söz edilmesi gerçekçi olacaktır.
Bu şartlar altında dışa açık ekonomilerde bankacılık sektörünün karşı karşıya bulunduğu durum şu şekilde özetlenebilir: Pazara giriş ve faaliyet koşulları büyük ölçüde serbestleştirilmiştir. Pazara yurt dışından girişler ve doğrudan giriş biçiminde değerlendirilemese bile yurt dışındaki finansal kurumların sınır-ötesi faaliyetleri de rekabetçi baskıları artmıştır. Dolayısıyla pazar doygunlaşmış, kâr oranları düşmüştür. Sonuçta rakip bankalar (finansal kurumlar) en azından rekabetçi güçlerini koruyabilmek için finansal yenilikler geliştirmek zorunda kalmışlardır. Finansal yenilikler yeni ürünler, yeni süreçler ya da yeni pazarlar biçiminde ortaya çıkabilmektedir. Yenilik kapsamında düşünülebilecek bu üç husus (ürün, süreç ve coğrafya) birlikte değerlendirilmelidir çünkü her biri bir diğerini daha anlamlı kılabilecek etkiler yaratmaktadır. Konunun yazımızın esasına ilişkin yönü olan “bankacılıkta doğrudan dış yatırımlar” olgusu, burada sözünü ettiğimiz “coğrafî genişlemenin” ta kendisidir.
Aslında bankacılık alanında dünyada bugüne kadar üç büyük dış yatırım dalgasından söz edilebilir. Bunların ilki 1830’lu yıllarda başlayan ve İngiliz bankalarıyla Hollanda bankaları tarafından bu ülkelerin sömürgelerinde yapılan dış yatırımlardır. İkinci dalga 1960’lı yıllarda Amerikan bankalarının, daha sonraysa Japon bankalarının faaliyetleriyle belirginleşmiştir ve gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere doğrudur. Birinci ve ikinci dalgalarda bankalar kendi ülkelerinin çokuluslu firmalarını izlemek için dış yatırıma yönelmişlerdir (“müşterini izle” yaklaşımı). Üçüncü dalga ise 1990’larda ortaya çıkmıştır ve bu defa başı çeken bankalar sanayileşmiş Avrupa ülkelerinin bankalarıdır. Önceki iki dalgadan farklı olarak bu defa dış yatırımın gerisindeki temel saik ‘müşterinin izlenmesi’ değil, doğrudan doğruya yerel finansal hizmetler talebinin karşılanmasıdır; özellikle perakendeci bankacılıktır. Dış yatırımların yönü de sanayileşmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğrudur ve belirgin şekilde dış yatırım çeken ülkeler Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Latin Amerika ülkeleridir.
Bankacılıkta dış yatırımlar konusunu ele alan teorik çalışmalara bakıldığında da yukarıda özetlenen tarihsel sürecin esas alındığı görülmektedir. Dolayısıyla, ilk kez Grubel’le başlayarak 1970’lerde oluşturulan ‘çokuluslu bankacılık teorisi’ ilk iki dış yatırım dalgasının sağladığı tecrübeye dayanılarak doğrudan dış yatırım yapan bankaların esasen kendi ülkelerinden çıkan çokuluslu firmaları izledikleri ve gittikleri ülkelerdeki büyük özel müşterilere yöneldiklerini savlamaktadır. Bir başka ifadeyle geleneksel teori bankacılıkta dış yatırım faaliyetlerinin temelde müşterilerin izlenmesi ve yerli büyük müşterilerin taleplerinin karşılanması biçiminde açıklanabileceğini ileri sürmektedir.
Bu yaklaşım günümüzün koşullarını açıklamaktan uzaktır. Çünkü, bankacılık alanında hâlen süregiden dış yatırım faaliyetlerinde, müşterilerin izlenmesi önem taşımadığı gibi yabancı sermayeli bankalar girdikleri pazarlarda esasen perakendeci bankacılıkta yoğunlaşıyorlar. Yeni koşullar altında çokuluslu bankacılığın izahında nasıl bir teorik yaklaşım geliştirilebileceği sorgulandığında ise diğer sektörleri içinde barındıran “doğrudan dış yatırımlar yazınının” göz önünde bulundurulmasında yarar vardır. Doğrudan dış yatırımlar yazını esas alınarak çokuluslu bankacılık konusunda değişik yönlere vurgu yapan farklı değerlendirmeler mümkün olabilir. Fakat literatürde genel kabul gören yaklaşımların başında gelen ve Profesör Dunning tarafından geliştirilen Eklektik Paradigma’nın ve Knickerbocker’ın Stratejik Rekabet Yaklaşımı’nın ortaya koyduğu analitik çerçevenin yardımıyla gerçekçi bir değerlendirme mümkün görünmektedir.
Eklektik Paradigma’ya göre bir firma kendi ülkesinin sınırları dışında yatırım yapabilmek için yatırımın yapıldığı ülkedeki yerli firmalara kıyasla bazı avantajlara sahip olmalıdır. Dış yatırımcı firma bu avantajları yerli firmalardan birine kiralayarak faaliyette bulunmak yerine, kendisi doğrudan pazara girmeyi tercih ediyorsa; bu tercih firmanın avantajlarını bünyesinde tutmak, bir başka ifadeyle içselleştirmek, yoluyla yabancı pazardaki faaliyetinden daha yüksek oranda kâr edebileceğini beklemesindendir. Ayrıca dış yatırımcı firma avantajlarını yeni bir pazarda kullanarak rekabet gücünü belirginleştirecektir. Çünkü sözü edilen avantajlar, yatırımcı firmanın kendi ülkesindeki pazarda dış pazardaki ölçüde üstünlük sağlamıyor olabilir. Bu şartlar altında, herhangi bir dış yatırımcı firmanın dış yatırım kararında ‘pazar arayışı’, ‘stratejik aktif arayışı’, ‘doğal kaynak arayışı’ ya da ‘etkinlik arayışı’ belirleyici olmaktadır.
Öte yandan, Stratejik Rekabet Yaklaşımı’na göre firmalar dış yatırım kararı verme sürecinde rakiplerinin izleyerek kendi rekabetçi konumlarını “görece” zayıflatmayacak yönde davranma eğilimi içindedirler. Dolayısıyla piyasadaki herbir rakibin alacağı pozisyon bir diğerinin aldığı pozisyon ile yakından ilgilidir. Rakiplerden birinin – diyelim – yeni bir pazara girmesi diğerlerini de aynı yönde davranmaya zorlayacaktır.
Bu teorilerin sağladığı bakış açısı bankacılık sektöründeki mevcut dış yatırım dalgasının çözümlenmesinde kullanıldığında şunlar söylenebilir:
Yatırım yapan bankalar kendi iç pazarlarında karşı karşıya kaldıkları rekabetçi baskı, Pazar doygunluğu ve azalan getiriler karşısında yeni pazarların arayışına girmişlerdir. Sözü edilen her ekonomik bloğun gelişmiş ülkelerinin bankaları, yine aynı ekonomik bloğun görece geri bölgelerinde yayılma eğilimindedirler. Avrupa söz konusu olduğunda sözü edilen bölge Avrupa ekonomik alanıyla tümüyle bütünleşmiş olan Avrupa Birliği’ne tam üye ya da – resmen olsun olmasın – aday ülkelerdir. Türkiye de bu ülkeler arasındadır. Yatırımcı bankalar genellikle gelişmiş ülkelerde kurulmuş büyük firmalardır ve kendi ülkelerinden daha az etkin finansal sektörleri olan ülkeler yönelmektedirler. Bu bankaların güçlüdür sermaye yapılarına, gelişkin yönetsel becerilerilere dayanan rekabetçi üstünlüğe sahiplerdir. (Bazı yazarlar ölçek ve kapsam ekonomilerinden söz etseler de bankacılık sektöründe ölçek ve kapsam ekonomileri konusu ayrıca tartışılması gereken bir konudur.). Dolayısıyla dış yatırımı mümkün kılabilecek avantajları bulunan söz konusu bankalar özellikle pazar ve stratejik aktif arayışı içinde etkin olmayan dış pazarlara yönelmeyi tercih etmekte ve kendi boylarındaki rakiplerinin davranışlarını çok yakından izlemektedirler. Bir başka ifadeyle bu düzeydeki oyunculardan herhangi birinin bir dış yatırım hareketine diğerleri tarafından da en kısa zamanda tepki verilmektedir. Çünkü hiçbiri nisbî rekabet güçlerini coğrafî pazar anlamında kaybetmeyi göze alabilecek durumda değillerdir. Bir başka ifadeyle – diyelim – A bankası ile a ülkesinde rekabetçi bir denge oturtmuş bulunan B bankasının bu dengeyi koruyabilmesi için A bankasının b ülkesinin pazarına girmesi durumunda B bankasının da b ülkesi pazarına girmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bu oyun belki ‘küresel’ değil ama ‘bölgesel’ bir oyundur ve büyük oyuncularını tahmin etmek güç değildir.
Bu defa dış yatırımda temel saikin ‘pazar arayışı’ oluşu yeni durumu geçmişteki benzerlerinden ayırmaktadır. Artık dış yatırımcı bankalar ‘müşterilerini izlemek’ yerine yerel perakendeci bankacılık pazarlarına yönelmektedirler. Bu durumun bir başka sebebiyse, perakende pazardaki risk kompozisyonunun yapısından kaynaklanmaktadır.
Dikkat çekilmesi gereken diğer husular ise şunlardır: Yukarıda da değinildiği gibi dış yatırım yerinin seçiminde – genellikle – değinilen bloklaşma hususunun öncelikli etkileri görülürken, ayrıca büyüme ve ekonomik istikrar potansiyeli yüksek, dolayısıyla yüksek getiri oranları vaad edebilen ekonomiler tercih edilmektedir. Bununla birlikte, ‘yeni yatırım’ ve ‘organik büyüme’ değil de ‘satın almalar’ yöntemi seçilmektedir. Çünkü banka satın almak yenisini kurmaktan çok daha ucuz ve daha düşük risk taşıyan bir yöntemdir. Başlangıçta ‘stratejik ittifak’ veya ‘iştirak’ biçiminde görülebilecek dış yatırım hareketlerinde de uzun dönemde ‘kontrol’ gücünün ele geçirilmesini amaçlayan eğilimler beklemek güç olmasa gerektir.
Sanırım Türk bankacılığındaki yabancı sermayeli girişlerin anlaşılabilmesi bakımından bu tür bir değerlendirme yararlı olacaktır. Doğrudan Türk bankacılık sektörüne ilişkin bir çözümleme ise belki bir başka yazının konusu olabilir.
Bu yazi daha önce Finans Kulüp - Türkiye Finans Yöneticileri Vakfı'nın internet sitesinde (06.05.2005) ve Dünya Gazetesi'nde (12.07.2005) yayınlanmıştır.
Etiketler:
bankacılıkta yabancı sermaye
Türk Dış Yatırımları ve Güneyden Güneye Yatırımlar
Çokuluslu şirketler, taşıdıkları yanıltıcı çokulusluluk sıfatı bir yana, gerçekte ulusal şirketlerdir. Buradaki ulusallık kavramı şirket ortaklarının tâbiyetinden öte, şirket tarafından farklı ülkelerde üretilen değerin nihaî olarak hangi merkez ülkeye aktarıldığı ve şirketin nereden kontrol edildiği ile ilgilidir.
Türkiye ekonomisinin büyümesi ve rekabet gücünün artırılması gibi konular da çokuluslu şirket faaliyetlerinden bağımsız düşünülemez. Ülkemize yıllar itibarıyla doğrudan yatırım amaçlı giren yabancı sermayenin önemi, sadece bu tutarların cari açığın finansmanına ne oranda katkı sağladığından ibaret değildir. Buradaki temel husus, Türkiye ekonomisinin uluslararası ekonomiyle ne ölçüde bütünleştiği ve ülkemiz ile dışı arasındaki değer aktarımların yönü ve büyüklüğüyle ilintilidir. Ekonomik bütünleşme süreci dış ticaretin yanı sıra doğrudan dış yatırımlar aracılığla işlemektedir. Üstelik dış ticareti besleyen unsurların başında yine dış yatırımlar olgusu gelmektedir. Örneğin, çokuluslu şirketler farklı ülkelerdeki bağlı-firmaları arasında büyük çapta ticaret (intra-firm trade) yapmaktadırlar. Günümüzde dünya ticaretinin üçte biri birbirleriyle kontrol/mülkiyet ilişkisi bulunan firmalar (ana-firma – bağlı-firma, bağlı-firma – bağlı-firma) arasında gerçekleşmekte; dolayısıyla, doğrudan yatırımların artışı uluslararası ticareti de artırmaktadır. Bu şartlar altında, uluslararası ekonomiyi ve hatta dışa açık ulusal ekonomileri çokuluslu şirketleri dikkate almaksızın çözümlemek imkânı kalmamıştır.
Dünya ekonomisiyle önceki dönemlere kıyasla çok daha yüksek düzeyde bütünleşen bugünkü Türkiye ekonomisi – Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecinin nasıl sonuçlanacağı bir yana – daha şimdiden AB merkezli geniş Avrupa ekonomisinin bir parçası durumuna gelmiştir. Bu yapısal dönüşüm Türk firmalarının rekabet gücünü derinden etkilemiştir. 1980'lerden önce gümrük koruması altında genellikle ulusal pazara yönelik faaliyette bulunan Türk firmaları, zamanla artan dış rekabet baskısı altında yeni stratejiler geliştirmek zorunda kalmışlardır. Özellikle Gümrük Birliği'ne katılımdan sonra Türk firmaları için iç pazar–dış pazar ayrımı anlamını yitirmiş, ulusal ve uluslararası pazarlardaki rekabet koşulları benzeşmiştir. Başka bir ifadeyle, yerli firmalar yabancı rakipleriyle, artık iç pazarda da rekabet etmek durumundadırlar. Bu, ülkemize gelen yabancı sermayeli doğrudan yatırımlardaki artışla belirginleşmektedir. Yabancı sermayeli şirketler son yıllarda başta finansal hizmetler sektörü olmak üzere neredeyse tüm sektörlerde özellikle satın almalar yoluyla Türkiye’ye girmektedirler. Bu hususta kritik eşiğin artık çoktan aşıldığı ve sürecin, geri çevrilemesi güç bir ivme kazandığı görülmektedir. Öte yandan, finansal sektörde belirginleşen yabancı sermaye girişinin, bankacılık faaliyetlerinin ödünç verme işlemlerinin ötesinde bir istihbarat yönü bulunduğu dikkate alındığında, diğer sektörlerde de yabancı sermaye girişini uyarması şaşırtıcı olmayacaktır. Öyleyse Türk firmaları giderek daha çok satın alınma riskine maruz kalacaklardır.
Bu şartlar altında rekabet gücünü koruyabilmek/arttırabilmek konusu pek çok Türk firmasının en önemli gündem maddesidir. Gelinen aşamada, ucuz işçiliğe ve ucuz kur rejimine dayalı bir uluslararası rekabet gücünden söz edilmesi imkânı başta Çin olmak üzere Uzak Doğu ülkelerinin yarattığı Çin fiyatı ya da çok düşük fiyat baskısıyla, sadece Türk firmaları için değil herhangi bir ülkenin firmaları için de anlamını yitirmiştir. O halde Türk firmalarının ve Türk ekonomisinin uluslararası rekabet gücünün artırılması yönündeki stratejilerin başka temellere dayandırılması elzemdir.
Türk firmalarının dış yatırımları bu bağlamda büyük önem kazanmaktadır. Türkiye son yıllarda dikkat çeken bir sermaye ihracatçısı konumuna gelmiştir. Resmi istatistiklere dayanılarak yapılan bir karşılaştırma Türkiye’nin, 1999-2004 döneminde doğrudan dış yatırım amaçlı sermaye ihraç artış hızı bakımından Fransa, Hollanda, İsviçre, Almanya ve İngiltere gibi pek çok sanayileşmiş ülkeyi geride bıraktığını göstermektedir. Hazine Müsteşarlığı’nca yayınlanan istatistiklere göre 2007 yılı sonu itibarıyla yurt dışında toplamı 12 milyar doları aşan tutarda Türk dış yatırımı bulunmaktadır. Kambiyo rejimimizdeki serbesti düzeyi ile dış yatırımların finansmanında genellikle yerel kaynakların (yatırım yapılan ülkenin kaynaklarının) kullanılıyor oluşu da dikkate alındığında, bu tutarın gerçekte çok daha büyük olduğu tahmin edilmektedir.
Türk firmalarının dış yatırımları bazılarınca sermaye kaçışı olarak değerlendirilmektedir. Türk firmalarını dış yatırıma yönelten sebepler arasında Türkiye’deki yatırım ortamına ilişkin bazı sıkıntıların bulunduğu bilinmekle birlikte, sağlıklı bir değerlendirme konunun Türkiye’ye giren yabancı sermaye konusuyla birlikte değerlendirilmesini gerektirmektedir. Doğrudan yatırımı amaçlayan sermaye hareketlerinin mevcut iki ayrı yönü (bir ülkeye sermaye girişi ve aynı ülkeden sermaye çıkışı) aslında aynı olgunun farklı boyutlarıdır. Burada unutulmaması gereken temel husus, dış yatırımların sermaye transferi değil de bir sermaye birikim vasıtası olduğudur. Başka bir ifadeyle, çokuluslu şirketler sınır ötesi yatırımlara sermaye birikimlerini büyütmek gayesiyle girişmektedirler. Bu bir rekabet stratejisidir ve gerisinde sadece pazara erişim olabileceği gibi başlı başına yatırımların finansmanı / sermayeye erişim ve/veya sermaye benzeri aktiflere erişim de bulunabilir. Öyleyse dış yatırım, Türk iş dünyasının gündemindeki inovasyon, markalaşma ve teknolojik ilerleme gibi uluslararası rekabet gücüyle ilişkilendirilen diğer hususlarda mesafe alınabilmesi bakımından bir stratejik araç olarak kullanılabilir. Dış yatırım satın alınma riskinin bertarafı bakımından da yararlı olabilir. Bu tür girişimlerin yeni (sıfırdan) yatırımdan ziyade yurt dışında firma satın alma stratejisine dayandırılması tercih edilebilri. Örneğin, kısa süre önce konut sektöründe başlayan finansal krizin ekonomik durgunluğa dönüşmesi sebebiyle aktif fiyatlarının gerilediği Amerika Birleşik Devletleri’nde, uzun zamandır değer yitiren doların da etkisiyle çekici satın alma fırsatları oluştuğu görülmektedir. Bu tür girişimler, Çinli ve Hintli firmalar tarafından başarıyla uygulanmaktadır. Hintli şirket Tata’nın Amerikan şirketi Ford’un kontrolündeki ünlü İngiliz otomobil markaları Jaguar ve Land Rover’ı devir alması bunun çarpıcı örneklerindendir. Bu tür sınır ötesi satın alma faaliyetleri genellikle büyük oranda borçla ve daha da ilginci yerel kaynaklar kullanılarak finanse edilmektedir. Ülkemizin en büyük perakende zinciri Migros’un İngiltere merkezli BC Capital adlı şirkete bir süre önce gerçekleşen devrinde de finansman yine Türk bankalarınca sağlanmıştır. Öyleyse, dış yatırım mutlak surette sermaye transferi gerektirmemektedir. Örneğin, 2006 yılında 1.306 milyar dolara erişen toplam doğrudan dış yatırımların dünya genelinde yüzde 30’unun, gelişmekte olan ülkelerde ise yaklaşık yarısının yeniden yatırılan kârlarla finanse edildiği bilinmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi esasen dış yatırımın kendisi bir sermaye birikim aracıdır.
Görüldüğü gibi önceleri çoğunlukla sanayileşmiş ülke firmaları için geçerli olduğu düşünülen çokulusluluk olgusu artık gelişmekte olan ülke firmaları için de geçerlidir. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı Teşkilatı’nın (UNCTAD) Ekim 2006’da yayınlanan Dünya Yatırım Raporu’nu (WIR 2006) gelişmekte olan ülkeler kaynaklı doğrudan dış yatırımlara ayırması konunun önemine binâendir. Bu bakımdan, dünyadaki başarılı ülke örneklerinden hareketle, firmalarımızın doğrudan dış yatırımları konusunda bir kamusal stratejik perspektif geliştirilmesi gerekmektedir. Bu konunun Türkiye’ye yabancı sermaye çekebilmek yönündeki girişimler kadar büyük önem taşıdığı ve Türk ekonomisinin uluslararası rekabet gücünün iyileştirilmesiyle doğrudan ilişkili olduğu unutulmamalıdır.
Üzerinde durulması gereken bir başka husus ise gelişmekte olan ülkelerden diğer gelişmekte olan ülkelere (Güneyden Güneye) yönelen doğrudan yatırımlar konudur. Petrol başta olmak emtia fiyatlarındaki yükselişin etkisiyle büyük cari işlemler fazlası veren Körfez, Kuzey Afrika ve Orta Asya ülkeleri ile Çin, Rusya, Brezilya gibi ülkelerin önde gelen sermaye ihracatçıları konumuna erişmişleri, gelişmekte olan ülkeler kaynaklı doğrudan dış yatırımların gelişmiş ülkeler kaynaklı doğrudan dış yatırımlara ne ölçüde alternatif olabileceği sorusunu gündeme getirmiştir. Yeni sermaye ihracatçısı ülkelerin yükselisi, sermaye çeken gelişmekte olan ülkelere için yeni politika seçenekleri de sunabilir. Dolayısıyla bu konu Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa merkezli muhtemel bir ekonomik durgunluğun arifesinde bulunduğumuz bu dönemde, cari açığı yüksek ve yabancı sermaye girişine ihtiyaç duyan Türkiye gibi ülkeler bakımından özellikle önem kazanmaktadır. Türkiye kendisi de bir yandan sermaye çekme gayreti içindeyken bir yandan da sermaye ihraç eden ülkeler arasındaki konumunu güçlendirebilir. Yabancı yatırımcıları teşvik edebilmek için türlü önlemler almaya çalışan bir ülkenin; eşanlı olarak sermaye ihraç eden bir ülke konumunda olması gerektiği iddiası çelişkili değildir. Dikkatle bakıldığında hem sanayileşmiş ülkelerdeki hem de Çin ve Hindistan gibi ülkelerdeki tecrülerin farklı olmadığı görülmektedir. Çünkü, yukarıda da belirtildiği gibi doğrudan dış yatırımlar ve ihracat uluslararası ekonomik faaliyetin birbirini tamamlayan iki yüzüdür; firmalar rekabet güçlerini koruyabilmek için her ikisini birlikte kullanmalıdır. Öte yandan, gelişmekte olan ülkelerdeki sermaye yetersizliği ve buna bağlı yatırım ve istihdam sorunları bulunmakla birlikte, dış yatırım seçeneğinin gerçekte iç yatırım seçeneğini ikâme edeceği düşünülmemelidir. Konunun anlaşılmasındaki anahtar kelime rekabettir. Rekabetçi değilseniz, iç pazarda yatırım yapmanız ve hatta ayakta kalmanız mümkün olmayabilir. Başka bir iafdeyle, söz gelimi bu tür bir ikâmenin varlığı ilk bakışta tutarlı görünse bile; firmaların rekabet güçlerini, dolayısıyla da varlıklarını koruyabilmeleri için dış yatırım elzem olabilir.
İşaret edilen tüm bu hususların yanı sıra, Türk şirketlerinin uluslararası faaliyetler yönünden ciddi tecrübe birikimi bulunduğu bilinmektedir. Örneğin Türk taahhüt sektörünün birikimi eşsizdir. Son yıllarda Kuzey Afrika ve Basra Körfezi’ne kıyısı bulunan ülkeler ile Rusya ve bazı başka Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerinde petrol başta olmak üzere emtia fiyatlarındaki artışa dayanan zenginleşmenin etkisiyle altyapı yatırımlarına büyük kaynaklar tahsis edildiği görülmektedir. Bu doğrultuda Türk taahhüt firmalarının bugüne kadar genellikle inşaatçı konumundaki faaliyetleriyle birlikte işletmeci konumundaki faaliyetleri hedefleyen rekabet stratejileri geliştirmelerinde fayda olduğu düşünülmektedir. Örneğin, havaalanı yapımcısı ve işletmecisi TAV’ın bölgesel bir güç haline gelmesi, Enka’nın Rusya’nın en büyük gayrimenkul işletmecilerinden biri olması bu doğrultuda diğer Türk şirketlerine esin kaynağı olabilir.
Kısacası, sermaye maliyetinin görece yüksek; araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin yetersiz olduğu ülkemizde, firmalarımızın temel rekabet unsurlarına erişim yolları doğrudan dış yatırım faaliyetlerinde bulunabilir. Hangi sektör söz konusu olursa olsun, dış yatırım faaliyetleri Türk şirketleri açısından küresel değer zinciri üzerinde terfi edebilmek için eşsiz bir araç olarak ele alınmalıdır. Basına yansıyan haberler Türk firmalarının büyük bir kısmının konunun önemini kavradıklarını göstermektedir. Uluslararası girişimler bakımından firma ölçeğinin de bir önemi yoktur. Firmaların en küçüklerinden en büyüklerine kadar tüm alanlarda çokuluslulaşması mümkündür. Türkiye ve Türk firmaları bu fırsatı kaçırmamalıdır.
Ayrıca, hem ülkemizde faaliyette bulunan Türkiye dışından çokuluslu şirketlerin hem de hızla güçlenen Türk çokuluslularının faaliyetlerinin araştırılması için çalışmalar yapmak üzere bir araştırma merkezinin kurulmasında büyük yarar görülmektedir. Bilindiği kadarıyla Türkiye’de herhangi bir üniversite, kurum, kuruluş ya da sivil toplum örgütü bünyesinde bu amaçla çalışan bir araştırma merkezi bulunmamaktadır...
Bu yazı daha önce Yatırım Finansman ve Dış Ticaret Dergisi'nde (Özel sayı: Türk İş Adamlarının Yurt Dışı Yatırımları, Temmuz 2008, sayfa: 33-36) yayınlanmıştır.
Türkiye ekonomisinin büyümesi ve rekabet gücünün artırılması gibi konular da çokuluslu şirket faaliyetlerinden bağımsız düşünülemez. Ülkemize yıllar itibarıyla doğrudan yatırım amaçlı giren yabancı sermayenin önemi, sadece bu tutarların cari açığın finansmanına ne oranda katkı sağladığından ibaret değildir. Buradaki temel husus, Türkiye ekonomisinin uluslararası ekonomiyle ne ölçüde bütünleştiği ve ülkemiz ile dışı arasındaki değer aktarımların yönü ve büyüklüğüyle ilintilidir. Ekonomik bütünleşme süreci dış ticaretin yanı sıra doğrudan dış yatırımlar aracılığla işlemektedir. Üstelik dış ticareti besleyen unsurların başında yine dış yatırımlar olgusu gelmektedir. Örneğin, çokuluslu şirketler farklı ülkelerdeki bağlı-firmaları arasında büyük çapta ticaret (intra-firm trade) yapmaktadırlar. Günümüzde dünya ticaretinin üçte biri birbirleriyle kontrol/mülkiyet ilişkisi bulunan firmalar (ana-firma – bağlı-firma, bağlı-firma – bağlı-firma) arasında gerçekleşmekte; dolayısıyla, doğrudan yatırımların artışı uluslararası ticareti de artırmaktadır. Bu şartlar altında, uluslararası ekonomiyi ve hatta dışa açık ulusal ekonomileri çokuluslu şirketleri dikkate almaksızın çözümlemek imkânı kalmamıştır.
Dünya ekonomisiyle önceki dönemlere kıyasla çok daha yüksek düzeyde bütünleşen bugünkü Türkiye ekonomisi – Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecinin nasıl sonuçlanacağı bir yana – daha şimdiden AB merkezli geniş Avrupa ekonomisinin bir parçası durumuna gelmiştir. Bu yapısal dönüşüm Türk firmalarının rekabet gücünü derinden etkilemiştir. 1980'lerden önce gümrük koruması altında genellikle ulusal pazara yönelik faaliyette bulunan Türk firmaları, zamanla artan dış rekabet baskısı altında yeni stratejiler geliştirmek zorunda kalmışlardır. Özellikle Gümrük Birliği'ne katılımdan sonra Türk firmaları için iç pazar–dış pazar ayrımı anlamını yitirmiş, ulusal ve uluslararası pazarlardaki rekabet koşulları benzeşmiştir. Başka bir ifadeyle, yerli firmalar yabancı rakipleriyle, artık iç pazarda da rekabet etmek durumundadırlar. Bu, ülkemize gelen yabancı sermayeli doğrudan yatırımlardaki artışla belirginleşmektedir. Yabancı sermayeli şirketler son yıllarda başta finansal hizmetler sektörü olmak üzere neredeyse tüm sektörlerde özellikle satın almalar yoluyla Türkiye’ye girmektedirler. Bu hususta kritik eşiğin artık çoktan aşıldığı ve sürecin, geri çevrilemesi güç bir ivme kazandığı görülmektedir. Öte yandan, finansal sektörde belirginleşen yabancı sermaye girişinin, bankacılık faaliyetlerinin ödünç verme işlemlerinin ötesinde bir istihbarat yönü bulunduğu dikkate alındığında, diğer sektörlerde de yabancı sermaye girişini uyarması şaşırtıcı olmayacaktır. Öyleyse Türk firmaları giderek daha çok satın alınma riskine maruz kalacaklardır.
Bu şartlar altında rekabet gücünü koruyabilmek/arttırabilmek konusu pek çok Türk firmasının en önemli gündem maddesidir. Gelinen aşamada, ucuz işçiliğe ve ucuz kur rejimine dayalı bir uluslararası rekabet gücünden söz edilmesi imkânı başta Çin olmak üzere Uzak Doğu ülkelerinin yarattığı Çin fiyatı ya da çok düşük fiyat baskısıyla, sadece Türk firmaları için değil herhangi bir ülkenin firmaları için de anlamını yitirmiştir. O halde Türk firmalarının ve Türk ekonomisinin uluslararası rekabet gücünün artırılması yönündeki stratejilerin başka temellere dayandırılması elzemdir.
Türk firmalarının dış yatırımları bu bağlamda büyük önem kazanmaktadır. Türkiye son yıllarda dikkat çeken bir sermaye ihracatçısı konumuna gelmiştir. Resmi istatistiklere dayanılarak yapılan bir karşılaştırma Türkiye’nin, 1999-2004 döneminde doğrudan dış yatırım amaçlı sermaye ihraç artış hızı bakımından Fransa, Hollanda, İsviçre, Almanya ve İngiltere gibi pek çok sanayileşmiş ülkeyi geride bıraktığını göstermektedir. Hazine Müsteşarlığı’nca yayınlanan istatistiklere göre 2007 yılı sonu itibarıyla yurt dışında toplamı 12 milyar doları aşan tutarda Türk dış yatırımı bulunmaktadır. Kambiyo rejimimizdeki serbesti düzeyi ile dış yatırımların finansmanında genellikle yerel kaynakların (yatırım yapılan ülkenin kaynaklarının) kullanılıyor oluşu da dikkate alındığında, bu tutarın gerçekte çok daha büyük olduğu tahmin edilmektedir.
Türk firmalarının dış yatırımları bazılarınca sermaye kaçışı olarak değerlendirilmektedir. Türk firmalarını dış yatırıma yönelten sebepler arasında Türkiye’deki yatırım ortamına ilişkin bazı sıkıntıların bulunduğu bilinmekle birlikte, sağlıklı bir değerlendirme konunun Türkiye’ye giren yabancı sermaye konusuyla birlikte değerlendirilmesini gerektirmektedir. Doğrudan yatırımı amaçlayan sermaye hareketlerinin mevcut iki ayrı yönü (bir ülkeye sermaye girişi ve aynı ülkeden sermaye çıkışı) aslında aynı olgunun farklı boyutlarıdır. Burada unutulmaması gereken temel husus, dış yatırımların sermaye transferi değil de bir sermaye birikim vasıtası olduğudur. Başka bir ifadeyle, çokuluslu şirketler sınır ötesi yatırımlara sermaye birikimlerini büyütmek gayesiyle girişmektedirler. Bu bir rekabet stratejisidir ve gerisinde sadece pazara erişim olabileceği gibi başlı başına yatırımların finansmanı / sermayeye erişim ve/veya sermaye benzeri aktiflere erişim de bulunabilir. Öyleyse dış yatırım, Türk iş dünyasının gündemindeki inovasyon, markalaşma ve teknolojik ilerleme gibi uluslararası rekabet gücüyle ilişkilendirilen diğer hususlarda mesafe alınabilmesi bakımından bir stratejik araç olarak kullanılabilir. Dış yatırım satın alınma riskinin bertarafı bakımından da yararlı olabilir. Bu tür girişimlerin yeni (sıfırdan) yatırımdan ziyade yurt dışında firma satın alma stratejisine dayandırılması tercih edilebilri. Örneğin, kısa süre önce konut sektöründe başlayan finansal krizin ekonomik durgunluğa dönüşmesi sebebiyle aktif fiyatlarının gerilediği Amerika Birleşik Devletleri’nde, uzun zamandır değer yitiren doların da etkisiyle çekici satın alma fırsatları oluştuğu görülmektedir. Bu tür girişimler, Çinli ve Hintli firmalar tarafından başarıyla uygulanmaktadır. Hintli şirket Tata’nın Amerikan şirketi Ford’un kontrolündeki ünlü İngiliz otomobil markaları Jaguar ve Land Rover’ı devir alması bunun çarpıcı örneklerindendir. Bu tür sınır ötesi satın alma faaliyetleri genellikle büyük oranda borçla ve daha da ilginci yerel kaynaklar kullanılarak finanse edilmektedir. Ülkemizin en büyük perakende zinciri Migros’un İngiltere merkezli BC Capital adlı şirkete bir süre önce gerçekleşen devrinde de finansman yine Türk bankalarınca sağlanmıştır. Öyleyse, dış yatırım mutlak surette sermaye transferi gerektirmemektedir. Örneğin, 2006 yılında 1.306 milyar dolara erişen toplam doğrudan dış yatırımların dünya genelinde yüzde 30’unun, gelişmekte olan ülkelerde ise yaklaşık yarısının yeniden yatırılan kârlarla finanse edildiği bilinmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi esasen dış yatırımın kendisi bir sermaye birikim aracıdır.
Görüldüğü gibi önceleri çoğunlukla sanayileşmiş ülke firmaları için geçerli olduğu düşünülen çokulusluluk olgusu artık gelişmekte olan ülke firmaları için de geçerlidir. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı Teşkilatı’nın (UNCTAD) Ekim 2006’da yayınlanan Dünya Yatırım Raporu’nu (WIR 2006) gelişmekte olan ülkeler kaynaklı doğrudan dış yatırımlara ayırması konunun önemine binâendir. Bu bakımdan, dünyadaki başarılı ülke örneklerinden hareketle, firmalarımızın doğrudan dış yatırımları konusunda bir kamusal stratejik perspektif geliştirilmesi gerekmektedir. Bu konunun Türkiye’ye yabancı sermaye çekebilmek yönündeki girişimler kadar büyük önem taşıdığı ve Türk ekonomisinin uluslararası rekabet gücünün iyileştirilmesiyle doğrudan ilişkili olduğu unutulmamalıdır.
Üzerinde durulması gereken bir başka husus ise gelişmekte olan ülkelerden diğer gelişmekte olan ülkelere (Güneyden Güneye) yönelen doğrudan yatırımlar konudur. Petrol başta olmak emtia fiyatlarındaki yükselişin etkisiyle büyük cari işlemler fazlası veren Körfez, Kuzey Afrika ve Orta Asya ülkeleri ile Çin, Rusya, Brezilya gibi ülkelerin önde gelen sermaye ihracatçıları konumuna erişmişleri, gelişmekte olan ülkeler kaynaklı doğrudan dış yatırımların gelişmiş ülkeler kaynaklı doğrudan dış yatırımlara ne ölçüde alternatif olabileceği sorusunu gündeme getirmiştir. Yeni sermaye ihracatçısı ülkelerin yükselisi, sermaye çeken gelişmekte olan ülkelere için yeni politika seçenekleri de sunabilir. Dolayısıyla bu konu Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa merkezli muhtemel bir ekonomik durgunluğun arifesinde bulunduğumuz bu dönemde, cari açığı yüksek ve yabancı sermaye girişine ihtiyaç duyan Türkiye gibi ülkeler bakımından özellikle önem kazanmaktadır. Türkiye kendisi de bir yandan sermaye çekme gayreti içindeyken bir yandan da sermaye ihraç eden ülkeler arasındaki konumunu güçlendirebilir. Yabancı yatırımcıları teşvik edebilmek için türlü önlemler almaya çalışan bir ülkenin; eşanlı olarak sermaye ihraç eden bir ülke konumunda olması gerektiği iddiası çelişkili değildir. Dikkatle bakıldığında hem sanayileşmiş ülkelerdeki hem de Çin ve Hindistan gibi ülkelerdeki tecrülerin farklı olmadığı görülmektedir. Çünkü, yukarıda da belirtildiği gibi doğrudan dış yatırımlar ve ihracat uluslararası ekonomik faaliyetin birbirini tamamlayan iki yüzüdür; firmalar rekabet güçlerini koruyabilmek için her ikisini birlikte kullanmalıdır. Öte yandan, gelişmekte olan ülkelerdeki sermaye yetersizliği ve buna bağlı yatırım ve istihdam sorunları bulunmakla birlikte, dış yatırım seçeneğinin gerçekte iç yatırım seçeneğini ikâme edeceği düşünülmemelidir. Konunun anlaşılmasındaki anahtar kelime rekabettir. Rekabetçi değilseniz, iç pazarda yatırım yapmanız ve hatta ayakta kalmanız mümkün olmayabilir. Başka bir iafdeyle, söz gelimi bu tür bir ikâmenin varlığı ilk bakışta tutarlı görünse bile; firmaların rekabet güçlerini, dolayısıyla da varlıklarını koruyabilmeleri için dış yatırım elzem olabilir.
İşaret edilen tüm bu hususların yanı sıra, Türk şirketlerinin uluslararası faaliyetler yönünden ciddi tecrübe birikimi bulunduğu bilinmektedir. Örneğin Türk taahhüt sektörünün birikimi eşsizdir. Son yıllarda Kuzey Afrika ve Basra Körfezi’ne kıyısı bulunan ülkeler ile Rusya ve bazı başka Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerinde petrol başta olmak üzere emtia fiyatlarındaki artışa dayanan zenginleşmenin etkisiyle altyapı yatırımlarına büyük kaynaklar tahsis edildiği görülmektedir. Bu doğrultuda Türk taahhüt firmalarının bugüne kadar genellikle inşaatçı konumundaki faaliyetleriyle birlikte işletmeci konumundaki faaliyetleri hedefleyen rekabet stratejileri geliştirmelerinde fayda olduğu düşünülmektedir. Örneğin, havaalanı yapımcısı ve işletmecisi TAV’ın bölgesel bir güç haline gelmesi, Enka’nın Rusya’nın en büyük gayrimenkul işletmecilerinden biri olması bu doğrultuda diğer Türk şirketlerine esin kaynağı olabilir.
Kısacası, sermaye maliyetinin görece yüksek; araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin yetersiz olduğu ülkemizde, firmalarımızın temel rekabet unsurlarına erişim yolları doğrudan dış yatırım faaliyetlerinde bulunabilir. Hangi sektör söz konusu olursa olsun, dış yatırım faaliyetleri Türk şirketleri açısından küresel değer zinciri üzerinde terfi edebilmek için eşsiz bir araç olarak ele alınmalıdır. Basına yansıyan haberler Türk firmalarının büyük bir kısmının konunun önemini kavradıklarını göstermektedir. Uluslararası girişimler bakımından firma ölçeğinin de bir önemi yoktur. Firmaların en küçüklerinden en büyüklerine kadar tüm alanlarda çokuluslulaşması mümkündür. Türkiye ve Türk firmaları bu fırsatı kaçırmamalıdır.
Ayrıca, hem ülkemizde faaliyette bulunan Türkiye dışından çokuluslu şirketlerin hem de hızla güçlenen Türk çokuluslularının faaliyetlerinin araştırılması için çalışmalar yapmak üzere bir araştırma merkezinin kurulmasında büyük yarar görülmektedir. Bilindiği kadarıyla Türkiye’de herhangi bir üniversite, kurum, kuruluş ya da sivil toplum örgütü bünyesinde bu amaçla çalışan bir araştırma merkezi bulunmamaktadır...
Bu yazı daha önce Yatırım Finansman ve Dış Ticaret Dergisi'nde (Özel sayı: Türk İş Adamlarının Yurt Dışı Yatırımları, Temmuz 2008, sayfa: 33-36) yayınlanmıştır.
Etiketler:
yabancı sermayeli yatırımlar
Kaydol:
Yorumlar (Atom)