8 Mart 2013 Cuma

Güven değer yaratır mı?

Bankacılık konusunda ders verirken öğrencilerime ya da dinleyicilerime ilk sorduğum soru şudur: “Bankacılık ne işidir?” Cevaplar neredeyse her zaman “Bankacılığın para işi olduğu” yönündedir. Bu cevabı yanlış saymasam da doğru cevap saymam. Bu defa dinleyiciler sorarlar: “O halde bankacılık ne işidir?” diye. Bunun üzerine kendilerine “Bankacılık bilgi işidir. Kredibilite bilgisi işidir. Kredibilitenin tahlili işidir. Çünkü bankacılık güven işidir” derim. Arkasından da kendilerine ‘güven’ kavramının ne kadar önemli olduğunu; Latince’de ‘cred’ kelimesinin ‘güven’ anlamına geldiğini, bugün pek çok başka dilde olduğu gibi Türkçe’de de kullanılan ‘kredi’ ve ‘kredibilite’ kelimelerinin ‘cred’ kelimesine dayandığını anlatırım. Kısacası ‘güven’ çok önemli bir kavramdır. Sadece bankacılıkta değil ticaretin her alanında çok büyük önem taşır. Üstelik bununla da sınırlı değildir güvenin önemi. Güven insanlar arası akla gelebilecek her türlü ilişkide emsalsiz bir öneme sahiptir. En kısa ve yalın tabirle güven ‘sözünü tutmaktır’. Bugün ekonomik sistemin işleyişinde ‘para’ diye bildiğimiz araç da ‘senet’ diye bildiğimiz araç da ve bunların benzerleri de işin özüne inildiğinde ‘söz vermekten’ başka bir şey değildir aslında. Dolayısıyla yazının başlığına dönersek eğer: Evet, güven değer yaratır! Güvensizlik ise potansiyel değer yaratma imkanlarını bitirir. Fransis Fukuyama geçtiğimiz dönemde “tarihin sonuna gelindiğini” ileri süren Japon asıllı bir Amerikalı akademisyendir. Bu düşüncesine katılmamakla birlikte Fukuyama’nın güven kavramı üzerindeki ilginç düşüncelerinin benim bu alandaki düşüncelerimin şekillenmesinde etkisi olduğunu inkâr edemem. Fukuyama toplumları ‘güven toplumları’ ve ‘güven toplumu olmayanlar’ gibi iki kaba grupta tasnif ediyor. Ona göre daha ziyade Kuzeyli toplumlar, örneğin Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ile Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi anadili İngilizce olan diğer Anglosakson ülkeleri ve Almanya, Hollanda ile İskandinav ülkeleri gibi ülkeler ‘güven toplumları’ grubuna dâhillerken; Fransa, İtalya, İspanya gibi Akdeniz havzası ülkeleriyle Uzak Doğu ülkeleri ‘güven toplumu olmayanlar’ grubuna dâhiller. Fukuyama bu savını ispatlamak için bu ülkelerdeki sermaye birikim süreçlerini örnek gösteriyor ve güven toplumlarında çok ortaklı sermaye şirketlerinin çok eski tarihlerde kurulabildiğini, bu ülkelerde sermaye piyasalarının çok eski tarihlerden bu yana büyük gelişme gösterdiğini; buna karşılık karşı gruptaki ülkelerde büyük şirketlerin ya devlet eliyle kurulduğunu ya da büyük aile şirketleri biçiminde örgütlendiklerini ileri sürüyor. Örnek doğru mu? Her ne kadar ilk bakışta bütünüyle doğru görünse de bu tartışmalı bir konu tabii. Türkiye’nin durumu da Fukuyama tarafından özellikle ele alınmış olmasa da bu yaklaşıma paralel görünüyor. Ülkenin en büyük şirketleri ya zamanında devlet eliyle kurulmuş KİT (kamu iktisadi teşebbüsü veya teşekkülü) olarak hayatına başlamış kuruluşlar ya da aile şirketleri. Konunun örneklenmesine ilişkin olan bu yanı başka tartışmaları gerektirse de sanırım belirgin olan şu ki Türk toplumunu oluşturan bireyler birbirlerine yeterince güvenmiyorlar ya da güven vermiyorlar. Bu durumu kavramak için sadece ticari konular çevresinde dolanıp durmaya da gerek yok üstelik. Gündelik hayatımızın sağlayabileceği o kadar çok örnek var ki siz bu satırları okurken aklınıza onlarcasının geldiğini tahmin etmem zor değil. Trafikte araba kullanırken niçin bu kadar sinirleniyoruz sizce? Bizim kadar korna çalan kaç toplum var acaba – en azından sanayileşmiş Batı ülkelerinde? Bankalarda ve benzeri diğer kurum ve kuruluşlarda ‘kuyruk-matik’ de diyebileceğimiz ‘sıra numarası alma’ makinelerinin kullanımına kadar yaşananları hatırlar mısınız? Daha sıradan örnekleri dillendirmeme sanırım gerek kalmadı artık. Anlaşılan o ki biz maalesef bir güven toplumu değiliz ve bunun en büyük sakıncası da ‘organize’ olamamak biçiminde belirginleşiyor. İnsan toplumu değer yaratırken organize olmak zorunda. Dolayısıyla karşınızdakine güvenebilmeniz daha büyük değer yaratabilmeniz bakımından önem taşıyor. Biliyorum; bütün toplumlarda hakimler, avukatlar ve mahkemeler var. Eğer tüm insanlar sözlerini tutsalardı bu meslek gruplarına bu ölçüde ihtiyaç duyulmazdı. Zannediyorum bizde mahkemelere duyulan ihtiyaç – diyelim – sanayileşmiş Batılı ülkelerdekinden daha fazla. Bu süreçlerde harcanan zaman, yaratılamayan değer daha fazla. Bu kapsamda anayasa konusu da belki akla gelmesi gereken hususlardan. Malum; bizde anayasa tartışması hiç bitmemiştir. Oysa hep söylenir ya İngiltere’nin yazılı bir anayasası yoktur bile. Yaklaşık altı yıl yaşadığım İngiltere’de anayasa konusunun tartışıldığını hiç duymadım. Bizim sadece bu tartışmalar esnasında kaybettiğimiz zaman ve enerjinin boyutları üzerinde düşünmeyi size bırakıyorum. Ya da ‘Gözü dönüp eşini öldüren adam’ tiplemesinin bizim ülkemizde olduğu kadar; üstelik bu çağda, artık ‘tipik’ sayılabilecek bir düzeye eriştiği kaç medeni ülke var acaba? Bu adamlardaki güvensizlik kime peki? Eşlerine mi yoksa kendilerine mi? Bu da ayrı bir yazı konusu olabilir sanırım. Sadede gelelim: Güven değer yaratır! Hem de çok. Ve güven ‘ahlaka’ dayanır!

Hiç yorum yok: