27 Mart 2024 Çarşamba

Günün en güzel zamanı

sabah erken 
altını hazırladıktan sonra 
getirirsin 
otururum 
oturursun 
kulpunda parmak mahmur 
suskun 
sesiz bir yudum 
sonra bir yudum daha 
ne kadar meşgul de olsa kafa 
içte derin bir huzur 
işte günün en güzel zamanı budur

izmir, yirmi yedi mart iki bin yirmi dört 
 © Emin Akçaoğlu

25 Mart 2024 Pazartesi

Kalabalıklar ve yalnızlık üzerine

Yalnızlık üzerine söz söylemeden önce kalabalıkları anlatmak gerekir. İnsanların büyük çoğunluğu yalnızlığı hiç sevmez. Bu sebeple, en ücra köşelere kaçıp tek başına yaşamayı tercih eden kişiler nadirdir. Onların dışında hemen herkes toplum içinde, kalabalık yerlerde yaşamayı tercih eder. Bunun türlü sebepleri olduğu ileri sürülebilir. Herşeyden evvel toplum içinde yaşamak hayatı kolaylaştırır. Kalabalıklar güçlüdür! Güvenlik sağlar. Tarihte insanın ve toplumun gelişme süreçleri düşünüldüğünde; bireylerin ve tabii kavimlerin birbirlerinin saldırılarından korunabilmek için kalabalık topluluklar içinde olmak istemelerini anlamak kolaydır. Eli silah tutan ‘ilave’ bir adam güvenlik hissini artırır. Kalabalıkların gücü türlü boyutlarda tartışılabilir.

Sadece çok sayıda insanın aynı yerde toplanması bile değer yaratır. Kent merkezlerinde nüfusun en yoğun aktığı meydanlar, caddeler ya da sokaklar; mülk fiyatlarının, kiraların ya da alınan satılan ürünlerin fiyatlarının genellikle en yüksek olduğu yerlerdir. Ticari değeri en yüksek binalar, kenarından gelip geçen insan sayısının en fazla olduğu geçiş güzergâhlarındadır. Kalabalıkların arazi rantının belki de biricik sebebi olduğu düşünülebilir. Büyük bir topluluk içinde yaşamanın başka faydaları da vardır.

Bir üretim tesisinin kapasitesinin büyük olması genellikle, daha küçük kapasiteli bir tesise kıyasla birim başına üretim maliyetini düşürür. Bu durum ‘sabit sermaye’ maliyetinin birim başına dağılmasından kaynaklanır ve ölçek ekonomisi olarak adlandırılır. Dolayısıyla, kalabalıkların bir coğrafya parçasında toplanması, orada altyapının daha ekonomik ve erişilebilir olmasını temin eder. Yolların; kanalizasyon, su, elektrik, doğalgaz ve telefon şebekelerinin; kısacası altyapı maliyetinin çok sayıda insan arasında paylaşılması, bu tür büyük yatırımları kolaylaştırır. Kentlerin kurulmasının sebeplerinden biri herhalde bu olsa gerektir.

Ayrıca, insanlar bir araya geldiklerinde işbölümü ve ticaret de kolaylaşır. Pazar yerleri insanların toplandıkları alanlardan ibarettir. Teknolojinin gelişmesiyle fiziksel pazar yerlerinin yerini dijital pazar yerleri almaya başlayınca; en büyük kalabalıkları toplayabilenler en çekici pazarlar olmuşlardır. Bu durumun başka bir örneği, iletişim hizmeti sunan şirketlerin durumudur. En büyük telefon şirketleri, dijital iletişim platformları, sosyal medya platformları en büyük kalabalıkları cezbedenlerdir. Bazılarının ‘ağ etkisi’ ya da ‘network etkisi’ dedikleri şeydir bu! İnsanlar büyük kalabalıklara katılmayı isterler. Çünkü böylelikle daha çok insana erişmek mümkündür. Bu tür dijital aracılar bir süre sonra ‘doğal tekeller’ konumuna gelir ve rakip tanımazlar. Çünkü sistem bir kez oturduğunda dijital evrende bile kalabalıklar yer değiştirmekte hayli tembeldir.

Aynı alanda faaliyet gösteren işyerleri genellikle aynı bölgelerde yerleşirler. Örneğin bir cadde yan yana lokantalarla, barlarla ya da kafelerle dolar. Rakiplerin olduğu bir cadde üzerine yerleşmektense, başka kimsenin yerleşmediği bir cadde üzerinde işyeri açmak ilkin bazılarına daha cazip görünebilir! Fakat fiili durum önemli bir gerçeğe dayanır: Aynı bölgedeki rakipler, rakip oldukları kadar birbirlerinin destekçisidir. Dolu bir restoranda boş masa bulamayan bir müşteri, evine dönmektense hemen yandaki restoranlarda boş masa var mı diye bakacaktır. Bu tür yığılmaların başka yararları da vardır: İşten ayrılan çalışanlar, aynı bölgedeki bir başka işyerinde çalışmaya başlayabilir; ya da personeli iş bırakan patronlar kancayı yandaki rakibin personeline takabilir. Burada ‘ekosistem’ kavramına da değinmeliyim! Bir araya gelen insanlar ya da insan topluluları (örneğin, firmalar ve başka her türlü organizasyon) bir bölgeye yığıldıklarında bir ekosistem yaratırlar. Organize sanayi bölgelerinin kurulmasının gerisindeki mantık, bölgedeki firmaların bir ekosistem oluşturmaları beklentisine dayanır. Bu tür sistemlerde her unsur sisteme birşeyler verip sistemden birşeyler alır. Deniz altındaki mercan kayalıkları da böyledir. Buralar inanılmaz sayıda rengârenk canlının iç içe yaşadıkları alanlardır.

İnsan topluluklarının en küçük birimi ‘ailedir’. Çekirdek aile; anne, baba ve çocuklardan oluşur. Büyük anneleri, büyük babaları, kardeşleri, kuzenleri de içeren geniş aile yapıları da mevcuttur. Aile topluluğu ‘güven’ duygusuyla iç içe olduğu için sıklıkla iş hayatına da uzanır. Hem dünyada hem de Türkiye’de irili ufaklı pekçok şirket aile şirketidir. Aile siyasi örgütlerde bile yer edinebilir. Monarşik örgütlenmelerin tamamı aileye dayanır. Krallıklar ve zenginlikler aileler etrafında inşa edilirken; kırsal kesimde tarım ve hayvancılıkla hayatını kazanan çok çocuklu ailelerin bir çeşit ekonomik örgütlenme modeli olduğu düşünülmelidir. Gelecek kaygısından güvenliğe; bedelsiz işgücü ihtiyacından bebek ölümlerinden kaynaklanabilecek risklerin bertaraf edilmesine kadar yığınla sebebi vardır çok çocuklu aileler kurmanın. Bu sadece köylerde değil kentlerde de böyledir. Konu aile olduğunda bile, yine insanın yalnız kalmama tercihi, hatta yalnız kalma korkusu belirginlik kazanır.

Kısacası, insanların ve insan toplulukları olan organizasyonların ekseriyeti kalabalık ortamları tercih ederler. Çoğu zaman bu, sadece bir tercih değil bir zorunluluktur. Kentler bu sebeple gittikçe büyümektedir.

Söyledim; yalnızlık üzerine söz söylemeden önce kalabalıkları anlatmak gerekir. Oysa insan, doğası gereği ‘özde’ yalnızdır. Kalabalıklar içindeyken de yalnızdır! Ailesi de olsa yalnızdır. Annesinin, babasının, kardeşlerinin, karısının, kocasının, çocuklarının ve tüm yakınlarının yanında da yalnızdır. İnsan yalnız doğar; yalnız ölür. Doğarken ya da ölürken başında yüzlerce insan olsa da yalnızdır. İnsan ne kadar yalnız olduğunu, sevdiği bir insanı kaybettiğinde daha iyi anlar! Kaybedilenin ‘yalnız’ gidişi; insana kendisinin de ne kadar yalnız olduğunu öğretir.

Günümüzde büyük kentlerde, çokkatlı apartmanlarda, iğne atılsa yere düşmeyecek caddelerde bile; insanın yalnızlığı artmaktadır. Aynı apartmanda ya da çevresi çitle çevrili sitede yaşayıp da sabahları karşılaştıklarında birbirlerine sadece “günaydın” bile diyemeyen kalabalıkların içinde insanın yalnızlığı göze batar.

Belki de bu sebeple, akıllı telefonun küçücük ekranına sıkışmaktadır insan. Belki bu yüzden apartman dairelerinde kedi köpek besleyenlerin sayısı bu kadar artmıştır. Belki sokak hayvanlarını besleyenlerinki de yalnızlıklarını giderme arayışıdır. Belki bu yüzden milyonlarca insan özel hayatının ayrıntılarını dijital mecralarda gözler önüne sererek ilgi görme çabasındadır.

İnsan özde yalnızdır! Çok büyük kalabalıkların içinde bile kendi içine döndüğünde yanızlık hissinin verdiği sızıyı için için hissetmektedir. Bu sızıyı gidermek için ne yaparsa yapsın, yalnızlık hissinden bütünüyle kurtulması imkansızdır. Bunun en temel sebebi herhalde ‘benlik’ olsa gerektir. Ben olmak hep biz olmanın önüne geçer. Ailenin bu kadar baskın bir konumu olmasının merkezinde bile benlik vardır.

Başkalarıyla konuşmaya çok ihtiyaç duyar insan. Anlatmak ister. Kimi anlatmaktan çok dinlemeyi sever gibi görünse de aslında hemen herkeste bir anlatma ihtiyacı vardır. Bunun temel sebebi de yalnızlık hissinin verdiği acıyı dindirmektir. Kendi içindeki konuşmanın, başkalarıyla sürdürülmek istenmesi yalnızlık hissinin azaltılması içindir. İnsan aslında sürekli anlatır; konuşur durur. En çok kendisiyle konuşur. Hiç çekinmeden... Tereddütsüz... Sansürsüz... Aklına geldiği gibi... Çünkü yapayalnızdır.

 © Emin Akçaoğlu, Mavişehir, 25 Mart 2024

11 Şubat 2024 Pazar

Gerçek ve algılanan gerçeklik üzerine

Gerçek ya da eski dildeki karşılığıyla hakikat nedir? Türk Dil Kurumu’nun Türkçe sözlüğünde gerçek kelimesinin anlamları on maddede sıralanıyor. Bunlardan sadece bazıları bu denemenin konusuyla doğrudan ilgili. Örneğin, gerçek “[y]alan olmayan, doğru olan şey[dir]; [b]ir durum, bir nesne veya bir nitelik olarak var olan, varlığı inkâr edilemeyen, olgu durumunda olan[dır]; [d]oğadaki gibi olan, doğayı olduğu gibi yansıtan[dır]; [d]üşünülen, tasarımlanan, imgelenen şeylere karşıt olarak var olan[dır]”. Oxford sözlüğü ise kavramı şöyle tanımlıyor: “[Gerçek] el ile tutulup göz ile görülecek biçimde tam anlamıyla var olan, varlığı hiçbir biçimde yadsınamayan, bir durum, bir olgu, bir nesne ya da bir nitelik olarak var olan; kendisi gibi olan, aslına uygun bulunan, yapay olmayan[dır].”

Benim gerçek tanımım ise çok yalın: Gerçek ‘olandır’! Dolayısıyla gerçek, ona dair ‘algılardan’ bağımsızdır; objektiftir. Kim nasıl görürse görsün, kim ne derse desin, kim nasıl tanımlarsa tanımlasın; gerçek ‘olandır’; ‘o’ ne ise odur. Ona dair söylenenlerden bağımsızdır. Nesneldir.

Burada ‘algı’ kavramını özellikle vurguladım! Çünkü bütün bu söylediklerim akla ‘algı’ kavramını da getirmelidir. Benim anladığım hâliyle gerçek ‘ona dair’ kimin ne düşündüğünden, ne söylediğinden bağımsız; ne ise ‘o’ olduğuna göre; ‘ona dair’ söylenenlerin veya onun nasıl görüldüğünün ‘öznel’ bir yanı olabilir.

Bu şu anlama gelir: Eğer üzerinde konuşulan gerçek, bazıları tarafından ‘dürüstçe’ diğerlerinin tanımladığından farklı tanımlanıyorsa bunun sebebi olsa olsa tanımlayanların algılarının ‘öznel’ oluşundan kaynaklanır. Aslında bu da son derece doğaldır. Çünkü insan kendi doğası gereği kimi durumda (ya da çoğu durumda) algılarının esiridir. İnsan herşeyi kendi filtrelerinin izin verdiği biçimde görme ya da değerlendirme eğilimindedir. O filtreler kişinin nerede, hangi aileye doğduğundan başlayarak; öğrenimine, inançlarına, tecrübesine bağlıdır. Her insan kendi hayatının ürünüdür. Dolayısıyla ‘gerçek’ tek ve aynı olsa da; her insan için ayrı ayrı ‘gerçeklikler’ olabilir. Bu sebeple şunu iddia etmek güç olmayacaktır: Çoğu zaman herkesin gerçeği gerçekten az ya da çok sapabilir. Bu durum “Biri doğdu” ya da “Biri öldü” denebilecek kadar somut durumlarda asgari ölçüde olsa da bazı başka konularda daha yüksek düzeylerde kendisini gösterebilir.

İnsan doğasının bu yönünün, insan tarafından keşfi hiç de yeni değildir. İnsanın bu zaafiyeti çağlar boyunca birileri tarafından kullanılmıştır. Gerçekleşeni değiştirmek mümkün olamayacağına göre, gerçeklik algısını değiştirerek insanları yönlendirmek her zaman mümkün olmuştur. Bunun türlü yöntemleri vardır. Bu yöntemlerin genel adını koyarken kimi ‘halkla ilişkiler’ kimiyse ‘propaganda’ kavramlarını kullanmayı tercih etmiştir. Başka isimler de bulunabilir. Mesela ‘reklam’ da denilebilir. Bu söylediklerime karşı çıkanlar olabilir. Fakat sağduyu sahibi okuyucu ‘düşündüğünde’ kendi değerlendirmesini çok daha sağlıklı yapacaktır.

Öyleyse, insanın ya da insanların gerçeklik algılarıyla uğraşmanın gereği nedir? Neden bazıları bazı başkalarının gerçeklik algılarını değiştirmek isterler? Bu sorunun cevabı çok basittir: Bunu kendi menfaatleri gereği yaparlar. Neden? Çünkü hayatın pek çok alanında kişiler arasında ya da kişilerden oluşan topluluklar arasında sonu gelmez bir ‘müzakere’ süreci yürür. Bu müzakerelerin esas amacı karşı tarafı ‘ikna’ etmektir.  İkna beraberinde ‘rızayı’ getirir. İkna ve rızayla sonuçlanan her müzakere süreci bir anlaşma doğurur. Her anlaşma bir tür 'bölüşme' ilişkisidir bir bakıma: Kimi kimi ikna ettiği, neyin nasıl paylaşılacağına dairdir.

Elbette iknanın türlü yöntemleri olabilir. Bunlardan biri zor kullanmaktır. Fakat zorla ikna en pahalı olanıdır ve üstelik zor her durumda kullanılamaz. Maliyeti en düşük ikna yöntemi ise gerçekten sapan bir gerçeklik algısının yaratılmasıdır. Diğer tarafın - olabildiğince - 'gönlünün yapılmasıdır'. İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle doludur. Bu konuyu başka denemelerde bambaşka yönleriyle yeniden düşüneceğim.

Bu denemenin özeti şudur: Gerçek ve algılanan gerçeklik daima aynı şeyler değildir; algılanan gerçeklik değiştirilebilir ama gerçek değiştirilemez.

Emin Akçaoğlu, Mavişehir, 11 Şubat 2024

7 Şubat 2024 Çarşamba

Biriktirmek ve miras üzerine

İnsan ‘biriktirir’. Neyi biriktirir insan? Kişiden kişiye değişir neyin biriktirileceği. Kimi pul biriktirir mesela. Kimi biblo biriktirir. Kimi fincan biriktirir. Bu kişiler koleksiyonerlerdir ve farklı objeleri biriktirirler. Koleksiyonerlik farklı sebeplere dayanabilir. Kimi sadece zevk için, kimi ticari kaygılarla, kimi itibar için biriktirir; kimisi koruyup sonraki kuşaklara bırakmak ister biriktirdiklerini.

Bazıları para, servet, sermaye biriktirir. Biriken para geleceğe dönük güvence olma sınırını aşmışsa eğer; artık sermaye birikimi evresine ulaşılmış demektir. Aslında bir bakıma tüm insanlık tarihi, sermaye birikiminin tarihidir. Çağlar boyunca önce sermaye biriktirilmiş; ardından biriken tahrip edilmiştir. Savaşların tarihi bunu anlatır. Savaş sadece binlerin, milyonların ölümüyle sonuçlanmaz. Bütün bunların yanı sıra yüzyıllar hatta binyıllar boyunca biriktirilenlerin yerle bir edilmesiyle de sonuçlanır. Başka bir ifadeyle bazen insan önce biriktirir sonra yok edip yeniden biriktirir.  

Dolayısıyla biriktirmek; örneğin sermaye biriktirmek, sadece bireysel bir eylem değildir. Toplum ya da toplumsal organizasyonlar da biriktirir. Devlet de! Örneğin devlet de sermaye biriktirir. Zaten tüm organizasyonlar örgütlü insan toplulukları olduklarına göre, esas olan aslında insandır; insanın davranışıdır.

Dedim ya devlet de sermaye biriktirir: Altyapı sermaye birikiminin iyi bir örneğidir. Yollar, köprüler, kamu binaları zaman içinde birikir. Bu tür yapılara bakıldığında, sermayenin zaman içinde nasıl biriktiği somutlaşır. Savaşlarda hasımlar birbirinin altyapısını tahrip etmeye çalışır. Savaşta birikenlerin yok edilmesi çoğunlukla bu amaca dayanır. Eğer sermaye başkasınınsa ve sahip olanların elinden şu ya da bu şekilde alınamıyorsa; yok edilmesi de bir seçenektir.

Özel sermaye birikimi de aynıdır. Birikir, birikir… Zaman gelir ya el değiştirir ya da yok edilir. Örneğin, şirketler kurulur; sonra daha büyükleri kurulur… Fabrikalar, binalar, filolar kurulur. Sonra gün gelir; bunlar ya el değiştirir ya da yok olur. Bunun için her zaman savaşlara gerek kalmaz. Ekonomik devinimler bu sonucu yaratır bazen.

Bazen doğal afetler yıkar, yok eder herşeyi! Deprem gibi... Tarih haritadan silinen kentlerle doludur.

Fakat insan sadece sermaye biriktirmez. Daha doğrusu sadece maddi varlıklar biriktirmez. Başka şeyler de biriktirir. Evet, bazıları sermaye biriktirmeyi çok önemser ve nasıl biriktireceğini de gayet iyi bilir. Bazısı ise maddi birikimi pek de önemsemez; ya da bazı başka şeyleri biriktirmek kadar önemsemez. Onlar sevgi biriktiren, dostluk biriktiren, bilgi biriktiren, iyilik biriktiren, duygu biriktiren, düşünce biriktiren, itibar biriktiren veya tecrübe biriktirenlerdir.  Öyle ya da böyle zaten; az ya da çok hepsini birlikte biriktirmek eğilimi yaygındır ya da insan doğasına daha uygundur. Kimi birini diğerinden daha çok önemsese bile hemen herkes az ya da çok saydıklarımdan bazılarını birlikte biriktirir veya biriktirmeye gayret eder.

Söyledim ya, aslında bütün insanlık tarihi biriktirmek üzerine kuruludur. Bugün üzerinde yaşadığımız dünyada hayatımızı anlamlı kılan, kolaylaştıran, güzelleştiren, yaşamı daha iyi anlamamızı sağlayan ne varsa; bizden önce yaşayanların bugüne kadar biriktirdikleridir. Hatta bazen tersini söylemek bile mümkün; kimi durumda hayatı zorlaştıran ne varsa onlar da bir birikim sürecinin ürünüdür. Böyle bakınca, şunu söylemek de mümkündür: Yaşamda elimizde ya da zihnimizde ne varsa çoğunlukla bunların çok büyük bölümü bize daha önceki kuşakların biriktirip miras bıraktıklarıdır. Çevremize baktığımızda insan eli değmiş ne görüyorsak hepsi böyledir. Kısacası aslında neyimiz varsa hepsi mirastır; önceki kuşakların bize bıraktıklarıdır!

Yemek tariflerini düşünelim mesela. Hele hele Türkiye gibi onlarca uygarlığın kavşağında binlerce yıldır insanların gelip geçtiği, yerleşip terk ettiği bir coğrafyada yemek kültürünün ne kadar zengin olduğunu düşündüğümüzde gelip geçen tüm o insanların sadece bu alandaki mirasının ne kadar büyük olduğu ortada.

Bütün diller de miras değiller mi? Önceki kuşaklardan bugüne ulaşan bütün bilgiler, düşünceler, sanat eserleri, inançlar… Hepsi miras değil mi? Bizim olduklarını sandığımız düşüncelerimiz bile aslında önceki kuşakların mirasıdır çoğunlukla.

Söyledim: İnsan yaşadıkça biriktirir. Biriktirebilmek çaba gerektirir. Ne biriktirilirse biriktirilsin çaba şarttır. Dolayısıyla biriken bir bakıma aslında emektir! Çaba ya da emek de tek başına yeterli değildir tabii! Bir o kadar gerekli olan başka bir şey daha vardır: Zaman! Biriktirebilmek zaman gerektirir. Ancak zaman içinde biriktirmek için emek harcanmışsa oluşur birikim.

Daha önce de değindim: Biriktirilenler her zaman ‘iyi’ şeyler olmak zorunda değildir. Çöp de biriktirir insan örneğin. Zehir biriktirir. Dünyayı biriktirdikleriyle zehirler. Örneğin hava kirliliği de önceki kuşakların biriktirip bize bıraktırdıklarındandır.

Acı da birikir; öfke de kin de! Savaşlar bir tarafın galibiyetiyle sonuçlanırken bir diğerinin acılarının, kininin, nefretinin, önyargılarının birikmesine sebep olabilir. Bunlar da miras olarak kalır gelecek kuşaklara. Kimisi bunlar üzerinden toplumsal bellekte anılar, duygular, düşünceler biriktirir.

Bunlardan başka biriktirilenler de vardır tabii: Örneğin kurallar birikir. Değer yargıları birikir kuşaktan kuşağa aktarılarak.

Kimi bu toplumsal belleği önemser ve hayatı(nı) buna göre tanzim eder. Kimiyse bütün bu birikimi göz ardı eder ve tekrar biriktirmeye yeltenir.

Kısacası, insan yaşadıkça biriktirir ve biriktirdiklerini sonraki kuşaklara miras bırakır. Elimizde, zihnimizde, çevremizde ne varsa; iyisiyle kötüsüyle her şey önceki kuşakların bize mirasıdır. Bizim bugün biriktirdiklerimiz de bizden önceki kuşakların biriktirdiklerinin üzerine eklenmektedir, sonraki kuşaklara devredilmek üzere.

O halde şu soru sorulmaya değer: “İnsan yaşadıkça ne(ler) biriktirmeli?”

Emin Akçaoğlu, Mavişehir, 7 Şubat 2024

29 Ocak 2018 Pazartesi

Döngüsel ekonomi ve çevre: İki kere kâr! / Emin Akçaoğlu

Bu yazı fotoğraflı olsun istedim ve yazının içine aşağıdaki üç fotoğrafı da ekledim. Çünkü bazen bir fotoğraf karesi sayfalarca yazının anlatamadığını anlatabiliyor.

İlk iki fotoğraf Almanya’nın güneyindeki küçük bir kentten, Würzburg’dan.

Würzburg’un nüfusu 130 bin. Sıradan küçük bir Alman kenti ve tabii tertemiz, pırıl pırıl. İçinden Main nehri geçiyor. Main’ın kıyıları da tertemiz. Kentin eski taş köprüsü (Alte Mainbrücke) sadece yayaların ve bisikletlilerin kullanımına açık. Bu köprü özellikle de hava iyi olduğunda bir buluşma yeri. İnsanlar gelip köprü üzerinde sohbet ediyor, günün yorgunluğunu atıyor, kent kültürünün bir parçası olarak şarap içiyor. Manzarayı seyrediyor, gelip geçen nehir gemilerine bakıyor, şarkı söyleyip gitar çalıyor. Bu tür mekânları irili ufaklı yüzlerce Avrupa kentinde görmek mümkün.

Üçüncü fotoğraf ise İzmir Mavişehir’den.

Mavişehir’de deniz kıyısı da bir buluşma yeri. Burada da kimileri müzik yapıyor. Kimisi birasını, rakısını, çayını yudumluyor. Spor yapanlar, yürüyüşe çıkanlar, ailesiyle piknik yapanlar, bisiklete binenler… Körfezin güzelliği muhteşem… Doğa harikası… Biraz ötede kuş cenneti… Burada olabilmek çok büyük ayrıcalık… Ama… Ya denizin kıyısı? Ya denizin dibi?

Üçüncü fotoğraf, kıyıdan bakıldığında deniz altında neler görebileceğinize dair çarpıcı bir fikir veriyor. Neler görmüyorsunuz ki kıyıda ya da deniz dibinde. Bir yanda muhteşem bir güzellik; yosunlar, balıklar, başka deniz canlıları. Ama öte yandan; şişeler, teneke kutular, naylon poşetler… Kıyının hâlini hiç anlatmaya bile gerek yok!

Düşününce şaşırtıcı olan sadece kirlilik, bilinçsizlik, düşüncesizlik, sonraki kuşaklara ihanet de değil. Bir şey daha var: Umursamazca fırlatılıp atılan şişelerin, kutuların, hatta naylon torbaların aslında parasal değeri de var. Yani kirlilik ve israf yan yana…

Bu görüntü ne Mavişehir’e ne de İzmir’e özgü. Maalesef ülkemizin hemen hemen her yanı aynı durumda ve gidişat daha da kötüye işaret ediyor. Bu durumun gerisinde bir “kültür” sorunu var.

Dolayısıyla konumuz netleşmeye başlıyor: Çevre kirliliği ve “döngüsel ekonomi”. Çevre kirliliği üçüncü fotoğrafta biraz olsun görünüyor.

Döngüsel ekonomi kavramı ise son zamanlarda sıkça duyulmaya başlansa da bu konudan toplumun yeterince haberdar olduğu söylenemez.

Döngüsel ekonomi modeli, doğrusal ekonomi modelinin tersi. Doğrusal ekonomide her şey sıfırdan üretiliyor; kullanılıyor ve kalanı çöp oluyor. Oysa döngüsel ekonomi modelinde geri dönüşüm esas ve bir uçta başlayıp diğer uçta biten bir üretim-tüketim kurgusu yerine kendi kendini besleyen; olabildiğince az “çöp” yaratan bir sistem var. Hatta uzun vadede hedef “çöp üretmeyen tüketim”.

Kısacası, döngüsel ekonomide amaç tüketimden arta kalan maddeleri geri dönüşüme sokarak ekonomiye yeniden kazandırılmalarını sağlamak. Geri dönüşüm kavramı yıllardır, Türkiye dâhil pek çok ülkenin gündeminde. İzmir’de de geri dönüşüm işinde çalışan firmalar bile var. Sokaklarda kâğıt, cam ve plastik şişe toplayanlar bile kendilerini “geri dönüşüm işçisi” diye tanıtmayı tercih ediyor.

Oysa “döngüsel ekonomi” kavramı artık sıradanlaşmış “geri dönüşüm” kavramından daha öte bir aşamaya işaret ediyor. Bu kavramın gerisinde “bir yaşam felsefesi” var “bir kültür” var.

Zaten döngüsel ekonomiyi, toplumun bu alandaki bilinç düzeyini yükseltip, yaygın kültürünün bir parçası hâline getirmedikçe benimsemeniz ve başarılı kılmanız imkânsız.

Almanya döngüsel ekonominin dünyadaki öncülerinden. Ülkedeki çevre bilinci zaten onlarca yıldır çok yüksek. Son yirmi yıldır da tüm ekonomik sistem döngüsel ekonominin gereklerine göre tasarlanmış durumda.

Almanya doğal kaynakları zengin bir ülke değil. Özellikle makine, petrokimya ve ilişkili sektörlerde devasa bir hammadde ithalatçısı. Döngüsel ekonomi uygulamasındaki başarısıyla hammadde ihracatını zaman içinde aşağıya çekmeyi başarmış. İleride daha da büyük mesafe almayı hedefliyor.

Bir yanda dışa daha az bağımlı ve kullandığını sürekli yeniden üretime sokabilen bir Alman sanayii; diğer yanda tertemiz Alman kentleri, kırları, nehir kenarları var.

Alman turizm sektörü de bizimkinden çok daha fazlasını kazanıyor. Görünen o ki bizde toplumun geneli çevre temizmiş, kirliymiş dert etmiyor belli ki. Fakat turizm endüstrisi için bu konu hayati.

Bakın çevre kirliği, sürdürülebilirlik, doğanın muhafazası, sahi olunan çevrenin gelecek nesillere aktarılması gibi çok önemli konulara değinmedim bile.

Başta da söylediğim gibi uzun uzun anlatmaya ne gerek var? Fotoğraflar yetiyor. Görüntüler anlatıyor ve hem de benden daha iyi.

Bu yazı ilk kez Gerçekİzmir internet haber portalında 29 Ocak 2018 Pazartesi günü yayınlanmıştır.


24 Nisan 2016 Pazar

'İyi yönetim’ – ‘kötü yönetim’ - 1

Ostim Gazetesi’nin Haziran 2014 sayısında firmayı bir kutuya benzeterek kutunun içinde bulunan kaynaklara dikkat çekmiştim. Bu yazıda ise firma denilen kutunun içindeki kaynakları kullanarak ‘değer’ yaratılması ya da ‘kâr’ elde edilmesi sürecindeki en önemli unsura dikkat çekeceğim. Bu unsurun kendisi de kutunun içindeki kaynaklardan biri olmakla birlikte diğer kaynaklar üzerinde nüfuz sahibidir. Yazının başlığı da kopya verdiği için sanırım tereddütsüz ‘yönetim’ unsurundan söz ettiğimi anladınız.
 
‘Yönetim becerisi’ firmanın içindeki en önemli kaynaktır. Neden peki? İki aşçı düşünelim; aynı türde ve aynı miktarda malzemeyi kullanarak helva yapacak olsunlar. Biri aşçılıkta diğerinden daha iyi, daha tecrübeli, daha yetenekli, daha becerikli olsun. Helvalar pişsin. Normal şartlar altında beklentimiz iyi aşçının helvasının diğerinden daha leziz olacağı yönündedir; değil mi? Fakat dedim ya: Malzeme aynı malzeme; miktar aynı miktar. Hatta bazı durumlarda iyi aşçı daha azıyla bile daha iyi iş çıkarır. Fark nereden kaynaklanır?
 
Beş temel soruyla başlayalım: Yönetim nedir? Personel yönetimi nedir? İş yönetimi nedir? Yönetici ne iş yapar? Yöneticinin firma (ya da organizasyon) içindeki en önemli işlevi nedir? Bu sorular ilk bakışta cevaplanması çok kolaymış gibi görünmekle birlikte üzerlerinde dikkatle düşünüldüğünde ilk izlenimin doğru olmadığını anlamak an meselesidir. Hemen burada bir ayrıma daha dikkat çekelim: Organizasyonun (ve çalışanların) yönetimi ile ‘iş yönetimi’ de aynı şey değildir.
 
Her ne kadar işletme yönetimi (ya da kamu yönetimi) okulları olsa da haddimi aşıp özellikle “iş yönetiminin okulu olmadığını” ileri süreceğim. Bu iddiamın doğruluğu pek çok iyi yöneticinin bu tür okullardan mezun olmayışından bellidir. Dolayısıyla onları iyi yönetici yapan mezun oldukları okulun ötesinde bir şeyler olsa gerektir.
 
Yeniden “yöneticinin firma içindeki en önemli işlevine” dönelim. Bu işlev ‘karar verme’ işlevidir. Yönetici karar veren kişidir. O halde “iyi yönetici doğru karar veren yönetici” iken “kötü yönetici yanlış karar veren yöneticidir.” Elbette her yöneticinin ‘her zaman’ doğru ya da yanlış karar vermesi beklenemeyeceğine göre bu önermede “genellikle isabetli karar verme becerisini” esas almak gerekir. ‘İsabet’ kavramı kendi içinde üstü örtülü biçimde ‘gelecek’ ve ‘belirsizlik’ kavramlarını da barındırıyor. Çünkü gelecek belirsizdir ve yönetici belirsizlik altında geleceği etkileyecek öyle kararlar vermelidir ki o kararlar sonrasında gerçekleşen yeni durumda, verilen kararın doğruluğu açığa çıksın. Doğruluktan kastımız ne? Karar doğru ise durumun gereklerine uygun; bu gereklere cevap verebilir niteliktedir. Örneğin, bir iş kararı diğer koşullar aynı kalmak kaydıyla firmanın kâr elde edebilmesini mümkün kılıyor ise doğru demektir. (Burada her hâlükârda kârlılığın firma için “iyi” olduğunu ileri sürdüğüm anlaşılmasın sakın. Öyle durumlar olabilir ki bugünkü kârlılık gelecekteki kârlılığın baş düşmanı olabilir!)
 
Aşçı ve helva örneğine geri dönecek olursak; tavaya ne kadar tereyağı koyacağınız bir karardır. Yağı ne kadar kızartacağınız bir karardır. Yağın üzerine ne kadar un koyacağınız; unu ne süreyle ve ne ölçüde harlı bir ateşte kavuracağınız bir karardır. Kavrulmuş unun üzerine ne miktarda şerbet dökeceğiniz de bir karardır. Bu kararların ‘isabeti’ helvanın yapımı tamamlandığında ortaya çıkar. Helvanın kıvamı ve lezzeti tutmuşsa verdiğiniz kararların isabetli olduğu söylenecektir. Aksi hâlde adınız aşçı da olsa; aşçılık mesleğini muhafaza edebilseniz bile kararlarınız isabeti hep sorgulanacaktır. Mutfak sizin mutfağınız yani firma sizin firmanız olsa bile!
 
Üstelik birine yemek yapmayı öğretmek çok da zor olmasa bile birine ‘iş yönetmeyi’ öğretmek; başka bir tabirle “iş hayatında isabetli karar verme becerisini kazandırmak” sanılabileceği kadar kolay değildir. (Burada ‘personel yönetimiyle’ ‘iş yönetimi’ ayrımına tekrar dikkat çekmek istiyorum.) Bu sebeple olsa gerek ki her organizasyonda çok sayıda yönetici olmakla birlikte iyi yönetici sayısı ne kadar az! Yönetimin yeterince iyi olmaması firma kutusunun içindeki kaynakların iyi kullanılamaması sonucunu getirir. Rekabet gücü perspektifiyle bakıldığında ‘iyi yönetim – kötü yönetim’ ayrımı rekabet gücü yüksek olan ve olmayan firmalar arasındaki ayrımın belirginleştiği yerdir.
 
İyi yönetici olmak ya da olmamak arasındaki hayatî farklılığı kavrayabilmek için kişinin kendisinin çabası şarttır. Birileri size bu konuda yığınla söz söyleyebilir. İşletme fakültelerinin kuruluş gerekçesi ve kitapçı raflarını işgal edende binlerce kitabın varlık sebebi de budur zaten. Fakat yönetmek iddiasındaki kişinin kendisi bu husus üzerinde derinlemesine “düşünmedikten sonra ne işletme fakülteleri ne de yönetim kitapları işe yarar.
 
Bu yazının burada bitmediği başlığından bile belli! Sonraki yazıda sorunu biraz daha derinlemesine ele alacağız.

'İyi yönetim’ – ‘kötü yönetim’ - 2

Ostim Gazetesi’nin Ağustos 2014 sayısında kaldığımız yerden devam edelim. Dedik ki ‘yönetim becerisi’ firmanın içindeki en önemli kaynaktır. Çünkü firma içindeki diğer kaynakların etkin biçimde kullanılması yönetimin kalitesine bağlıdır. Rekabet gücü perspektifiyle bakıldığında ‘iyi yönetim – kötü yönetim’ ayrımı rekabet gücü yüksek olan ve olmayan firmalar arasındaki ayrımın belirginleştiği yerdir. Bundan sonra bazı temel soruları cevaplama çabasına giriştik ve bir temel farklılığa dikkat çektik: Organizasyonun ve çalışanların yönetimi ile ‘iş yönetimi’ de aynı şey değildir.

Yöneticilik sorumluluğunu üstlenmeye istekli olan birinin yönetim becerilerini geliştirme çabasına çok erken dönemlerde girişmesi; daha yönetim kademelerine gelmeden çok önce bile iyi bir yöneticiden neler bekleneceğini en başta kendi yöneticilerini izleyerek ve değerlendirerek derinlemesine düşünmesi gerekir. Aksi hâlde büyük ihtimalle iyi bir yönetici olabilmesi çok mümkün olmayacaktır. Pek çok organizasyonda o kadar çok kötü yönetici bulunmaktadır ki bu doğrultudaki bir çaba için kullanılabilecek malzeme çoktur. Eğer yönetici adayı şanslı ise ve dolayısıyla kendi üstleri iyi yöneticilerse, bu defa iyi örneklerden yararlanmak kolaylaşacaktır. Bu yazıda ‘organizasyonun ve çalışanların yönetimi’ konusuna odaklanalım.

Yönetim kademelerinde bulundukları için kendilerini yönetici zannetmekle birlikte gerçekte yönetim işinin ciddiyetini kavrayamamış olanlar kendi altlarında çalışan insanlara ‘insanca’ davranmazlar. Çalışanları hakkında verdikleri kararlarda ‘insan olmanın gereklerini’ dikkate almazlar. Bu durumda çalışanlardan verimli olmalarını ve organizasyona gerçek anlamda katkı sağlamalarını beklemeleri nafiledir. Bu durumun ülkemizde hem kamu sektöründe hem de özel sektörde çok örneği bulunmaktadır.

Bu tür yöneticiler insanların kötü niyetli, tembel ya da beceriksiz olduklarını düşünürler. Şüphesiz çalışanlar arasında bu tür insanların bulunması tamamıyla doğaldır; çünkü toplumun genelinde bulunan her türde insanın farklı organizasyonların içine şu ya da bu şekilde ‘sızlamalarından’ daha doğal bir şey olamaz. Öyleyse iyi yöneticiden her şeyden evvel işe adam alırken kötü niyetli, tembel ya da beceriksiz olanları organizasyona almamaları beklenir.

Diyelim ki yönetici kötü niyetli ve kaytarıcı çalışanları işe kendisi almadığı hâlde onlarla çalışmak zorunda olsun. Bu tür hâllerin çözümünde bile türlü varsayımlardan hareket edilerek çözüme varılabilir. Örneğin organizasyonlarda her türlü kişiliğe uygun pozisyonlar bir şekilde bulunabilir; ya da kişilerin kendileriyle ‘gerektiği gibi’ konuşularak, çalışıyor oldukları kuruluşa katkılarının yine kendilerince ve alenen sorgulamaları beklenilebilir. Bu tür denemelerin fayda sağlamaması durumunda ve eğer mümkünse çalışanın işine son verilmesi elbette kaçınılmaz olacaktır.

Bu ‘son seçenek’in herkesçe bilinmesinde fayda olmakla birlikte; çalışanların çoğunun kötü niyetli, tembel ya da beceriksiz oldukları varsayımıyla, insanlar hakkında pek de insanî olmayan kararlar veren bir yönetici, çalışanların kendilerini organizasyonlarına bağlı hissetmeyeceklerini, geleceklerini orada görmeyeceklerini, organizasyonun uzun dönemli çıkarlarıyla kendi bireysel çıkarlarını bir görüp buna uygun davranmayacaklarını bilmelidir.

Sonuçta çoğu insan maddi kaygılarla çalışsa da yine insanların çoğunluğu ihtiyaçları doğrultusunda ‘asgari’ sayacakları bir parayı elde ettikten sonra ‘işyerinde huzur’a odaklanırlar. Huzur konusu çok önemlidir! İnsanlar huzursuzluğu sevmezler. Huzur kavramının içinde iş güvenliği elbette önemli yer tutar. Fakat daha önemlisi çalışanların üstleriyle ve emsalleriyle aralarındaki uyumdur. Özellikle yöneticilerle uyum çok önemlidir. Uyum ifadesi de kendi içinde çok farklı anlamları barındırmaktadır. Bunların en belirginleri adalettir, güvendir, saygı görmektir, değer verilmektir, destek almaktır. İyi yönetici çalışanlarının da yine kendisi gibi bir insan olduklarını bilir; bilmek zorundadır. Kendisini onların yerine koyar; koymak zorundadır. Bazıları buna ‘empati’ der. BU gerçeği fark edemeyen yönetici, iyi yönetici olamaz.

Bütün bunlar aslında sadece sağduyu ile anlaşılabilecek konulardır. Dolayısıyla bir bakıma bu hususlar sanki herkesçe bilinen şeylermiş gibi düşünülebilir. Herhangi bir yöneticiye sorulduğunda bu söylediklerimizi kendisinin de bildiğini söyleyecektir. Oysa durumun hiç de öyle olmadığı iyi yönetici sayısının azlığından bellidir. Başkalarına güven vermeyen birine güvenilmesi; saygı göstermeyen birine saygı gösterilmesi; değer vermeyen birine değer verilmesi mümkün değildir. Hele hele adil olmayan birinin, kendisinin astları da olsalar başkalarından saygı, değer ve destek görmesi ve güvenilmeyi beklemesi hiç mümkün değildir.

Çalışanlarını iyi yönetemeyen birinden ‘işi iyi yönetmesi’ de hiç beklenemez. Çünkü işi yapacak olanlar zaten çalışanlardır! Motivasyonu düşük çalışanlar yeterince çalışmazlar.

Malum; yazı henüz bitmedi…